Manderlay: Trier’in Muhafazakâr Manifestosu
Lars von Trier’in 2005 yapımı Manderlay’i Amerikan liberalizmine sert ve alaycı bir eleştirellikle bakarken derin bir muhafazakârlığa, hattâ yer yer ırkçılığa savrulan bir film.
Emin Alper
Bu yazı, Altyazı’nın Kasım 2005 tarihli 45. sayısında yayımlanmıştır.
Lars von Trier’in sinema tarihinin en tartışmalı, en çok kamplaşma yaratan yönetmenlerinden biri olduğu su götürmez. Yönetmenin bu tartışma yaratıcı yönünün kaynakları da çokça tartışıldı. Olmadık konulara aykırı perspektiflerden bakıp malzemesini son derece kışkırtıcı ve rahatsız edici biçimlerde sunması bu kamplaşmanın ortaya çıkmasının ana nedenlerinden biri sayılabilir. Kimilerine göre ihtilafların temel nedeni ise Trier’in filmleri içinde birbiriyle çelişen politik mesajların olması. Oysa benim açımdan Trier’in mesajları hiçbir çelişki içermeyecek derecede net ve bu mesajlar son derece muhafazakâr. Yönetmenin son filminin de pek çok açıdan kafa karıştırıcı olduğu düşünülse de, aşağıda da iddia etmeye çalışacağım gibi, Manderlay’in (2005) kesinlikle ırkçılık karşıtı bir film olmadığını, asıl muarızı olan Amerikan liberalizmini yerin dibine batırmak isterken muhafazakârlığa ve hattâ ırkçı fikirlere yoğun malzemeler sunduğunu düşünüyorum.
Yönetmenin seyircinin duygularını büyük bir rahatlıkla altüst etme konusunda gösterdiği büyük beceriye Dalgaları Aşmak (Breaking the Waves, 1996) ve Karanlıkta Dans (Dancer in the Dark, 2000) filmlerinde tanık olmuştuk. Aşama aşama üstlerine inen darbeler karşısında gitgide naçar kalan zayıf kadın karakterlerin, kendi kendilerini gönüllü bir iktidarsızlığa teslim etmiş, uğradıkları haksızlıkları tevekkülle karşılayan hâlleri ile, ilk Müslümanların veya Hıristiyan azizlerin din değiştirmeleri için kendilerine yapılan eza karşısında gösterdikleri mazoşist dinginlik arasındaki çarpıcı benzerlik, aslında kurtuluşu başka yerde vaat eden dinsel anlatıların çok bildik denklemleriyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu. Zalim ve acımasız kader (ya da hayat, ya da toplum) özdeşleştiğimiz karakterlere indirdiği her darbede ne kadar zalim olduğunu kanıtlarken, hayatta yaşadığımız bütün mağduriyet hislerini üzerlerine yüklediğimiz kahramanların kurban edilişiyle, iyiyle kötünün giriştiği amansız savaşta iyi, haklı ama acı çeken kurbanın yanında olmanın getirdiği terapik arınma hissini yaşıyorduk.
Bu mazoşist tavrın yerini yavaş yavaş sadizme bırakacağının işaretlerini Dogville’de (2003) vermeye başlamıştı Trier. Vahşi bir cemaatin istismar ve zulmüne maruz bırakılan zavallı Grace, tümüyle kastre edilmiş, hiçbir isyan hissi beslemeden diğer filmlerin kadın kahramanlarının gittiği yoldan giderken, birden muazzam silahlarla donatılmış ve kendisine diğer kahramanlardan esirgenmiş bir intikam alma fırsatı sunulmuştu. Böylece ahlaki bir mazoşizmin kibrini bir öfke boşalmasıyla değiş tokuş eden Grace ile birlikte toplu bir kıyım sahnesinin sadist ayinine davet edilmiştik. Trier’in yeni psikolojik rotası olan sadizm Manderlay’de de devam ediyor gibi gözüküyor. Ama bu kez seyircinin davet edildiği sadist ayinin nesnesi toplum ya da köy cemaati değil bizzat kadın kahramanın kendisi. Trier kurbanla özdeşleşme yerine bizi saldırganla (yönetmenin bakışıyla) özdeşleşmeye davet ediyor ve kadın kahramanı bu saldırının hedefi yapıyor. Fakat bu kahraman diğerlerinden çok farklı. Artık karşımızda zayıf ve fedakârlığı bir din hâline getirmiş çileci bir kadın değil, entelektüel, feminist bir sol liberal var.
Manderlay için söylenebilecek en kesin şey, filmin Amerika’nın liberal, beyaz ve feminist siyasetini acımasız bir eleştiriye tabi tuttuğu ve bunu yaparken aynı siyasetle özdeşleşmiş bir politik doğruculukla da dalga geçtiğidir. Naif özgürleşmeci hayaller kuran Grace’in ideallerinin özgürleştirmeye çalıştığı siyahlar tarafından nasıl boşa çıkarıldığı çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmekte. Filmde atalarının günahlarını safça temizlemeye çalışan bu liberal demokratın özgürleştirici pratiği üç farklı politik bakış tarafından eleştirilmekte. Birbiriyle yan yana durması imkânsız bu üç bakış, postmodern bir kayıtsızlıkla bir araya getirilmiş ve anaakım sol liberalizme bir saldırıya dönüştürülmüş.
Liberal Sola Yöneltilen Eleştiriler
Bu bakışlardan ilki ve filmdeki ağırlığı açıcından en önemsizi, sömürgecilik-sonrası eleştiri ekolünün Batı merkezli düşünceye yönelttiği eleştiri. Bu söylemin en kristalize olmuş ifadesini gururlu siyah Timothy’nin ağzından duyuyoruz. Timothy Grace’i aslında onların özgürleşmesiyle, hayatları ve kişilikleriyle samimi bir biçimde ilgilenmemekle suçlayıp, yaptığının suçlu beyaz vicdanının yükünü hafifletmekten ibaret olduğunu ima ediyor. Nitekim Grace ‘birbirlerine benzeyen’ iki siyahı aptalca karıştırarak bu eleştiriyi haklı çıkarıyor. Güya özgürleştirmeye çalıştığı sömürge insanının kimliğini, bireyselliğini ve tekilliğini kolektif bir mağdur ve acı çekenler sıfatı altında silikleştiren ve görünmez kılan Batı-merkezli aydınlanmacılığı eleştiren bu tavrın eleştirel bir değerlendirmesini burada yapmak kuşkusuz imkânsız. Ancak bu sömürgecilik-sonrası eleştirinin haklılık payı taşıyan pek çok yönüne karşın, bütün insanlığı evrensel değerler etrafında birleştirebilecek bir deneyim ortaklığının imkânsız olduğu iddiasıyla mağdurun ya da madunun (subaltern) kültürünü ve deneyimini ulaşılmaz bir uzaklığa yerleştirmesi yeterince eleştirildi.1Ezilenleri temsil etme ya da onları kurtarma iddiası ve konumu kesinlikle sorunlu olmakla birlikte, bu konumun mutlak reddinin kültüralist, rölativist bir muhafazakârlığa yol açacağı da çokça söylendi.
Filmin Grace üzerinden sol liberalizme yönelttiği ikinci eleştiri ise sol bir eleştiri. Filmin birkaç yerinde kölelik ilişkisinin yerine ikame edilen liberalist-kapitalist sözleşmenin getirdiği özgürlüğün bir yalandan ibaret olduğu keskin bir şekilde vurgulanıyor. Marx’ın en radikal biçimde ortaya koyduğu, emek piyasasında gerçekleşen güya özgür iş sözleşmesinin yeni bir kölelik biçimi yarattığı eleştirisi kuşkusuz filmin en güçlü eleştiri silahlarından biri. Ancak bu eleştirinin az sonra bahsedeceğim diğer eleştiri karşısında ön plana çıkamayacak kadar zayıf kalması bir yana, filmin asıl sorunu hedefteki Grace karakterinin bu eleştiriyi hak etmeyecek birtakım pratikler sergilemiş olması. Bir kere Grace, en başından beri siyahların malikâne sahibiyle mülkiyet üzerinden bir mukavele imzalayarak, alacakları toprak karşılığı mal sahibine borçlanmalarına karşı çıkıyor. Pozitif ayrımcılık fikrine aşina olduğu belli olan Grace, mülk sahibinin zararına, herkese bedava toprak dağıtarak, ABD’nin siyahlarından esirgediği bir fırsat eşitliği ortamı sağlıyor. Dolayısıyla karşımızda eski bir kölelik sisteminden yenisine sürüklenmiş bir siyah topluluğu değil, sınırlı da olsa ekonomik özgürlüğe kavuşmuş insanlar var. Kendisine sunulacak özgürlük fırsatını teperek köleliğin yeniden ihyasını isteyenler, ‘özgür Amerika’nın gizliden gizliye taşıdığı yeni kölelik boyunduruğunu giymiş insanlar değil, fırsat eşitliği imkânını yakalamış da olsa alışkanlıklarından vazgeçmek istemeyen özgürlük tembelleri. Film lafta keskin duran eleştiriyi görüntülediği yaşam pratikleriyle açıkça anlamsız kılıp havada bırakıyor.
Filmin sol liberal feministe yönelttiği ve sesi en gür çıkan eleştiri ise muhafazakâr eleştiri. Âdeta Fransız Devrimi ve sonrasındaki politik tartışmalara damgasını vurmuş iki düşünürün fikirlerinin karşı karşıya getirilmesi üzerine kurulmuş izlenimi veriyor film: Yaşlı bilge Edmund Burke, şapşal Rousseau’ya karşı. Muhafazakârlığın fikir babası olarak bilinen Edmund Burke, ‘Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler’ adlı kitabında siyasal muhafazakârlığın ana temalarını, devrim ve radikal reform taleplerinin eleştirisi üzerine kurmuştu. Burke’e göre toplumu kökten değiştirip eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum kurmak isteyenler sosyal birtakım felaketlere davetiye çıkarmaktan başka bir şey yapmazlar. Aristokrat kökenli bu düşünüre göre, var olan toplum kendi düzenini organik bir değişim sürecinden geçerek oturtmuş, sağlam kökleri olan ve her türlü alışkanlıklarını ve hiyerarşik düzenini binlerce yıllık insanlık tecrübesinin imbiğinden süzerek geçirdiği pratik bir bilgelikle yetiştirmiş bir toplumdur. Tek tek insanlar ve özellikle de aydınlar, toplumun kendiliğinden oluşmuş bu bilgece düzeninin bilgisine asla tümüyle vakıf olamazlar. Dolayısıyla radikal aydınlanmacılar tecrübenin ve geleneksel bilgeliğin yerine reformcu bir akıl koyar ve bu akılcılığın rehberliğinde toplumu dönüştürmeye kalkarak, toplumun doğal ve organik dengesini bozarlar ve karmaşa yaratırlar. Bu karmaşa ise ancak totaliter bir yönetimle kontrol altına alınır. Fransız Jakoben terörünü işte bu kavramsal araçlarla eleştiriyordu Burke. Ona göre yapılması gereken toplumu kendi organik değişimiyle baş başa bırakıp, akılcı radikal değişim taleplerinden uzak durmaktır. Var olan toplum en idealidir çünkü bugün var olan her şeyin toplum içinde bir işlevi ve anlamı vardır. Aklımızın ermediği işlere karışıp bu dengeyi bozmamalıyızdır.
Burke’ün bahsettiği, yıllanmış tecrübeler sonucu ortaya çıkmış bilgeliğin sembolünün filmdeki yaşlı bilge siyah ve onun yazdığı “Büyük Hanım’ın Yasası” kitabı olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Grace kölelik pratikleriyle yoğrulmuş siyah halkı bir gecede alışkanlıklarından vazgeçmeye zorlar. Ama sorun değişim talebindeki radikallikte değil, aslında bütün o alışkanlıkların bir anlamı, işlevi ve daha da kötüsü bir haklılığı olmasındadır. Herkesin çatısı akmaktadır ama kimse Büyük Hanım’ın ormanına girip evlerini onarmak için ağaç kesmemektedir. Yaşlı köle sahibinin otoritesi hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Eksik akıl Grace ise olanca rasyonelliğiyle onları bu yaptıklarının ne kadar anlamsız olduğuna ikna eder. O ağaçların orada anlamsızca durması tek kelimeyle aptalcadır. Fakat birkaç ay sonra kuzeyden gelen kum fırtınası tüm tarlaları talan edince asıl keramet ortaya çıkar. Meğer o ağaçların kesilmesini yasaklayan katı buyruğun altında, ağaçların fırtınayı kesme özelliğini tecrübeleriyle keşfetmiş bir arkaik cemaatin yıllar öncesinden akıp gelen bilgeliği yatmaktaymış. Siyahların kategorilere ayrılması karşısında dehşete kapılan Grace bunu yıkmak konusunda beyhude çaba harcar, çünkü o kategoriler bireylerin toplum içinde durdukları yerleri bilmelerini ve daha kolay sosyalleşmelerini sağlamaktadır. Tıpkı Hindistan’ın yüce kast sistemi gibi. Siyahların her akşam hanımefendinin evinin önünde saygı için toplanma alışkanlığına çok sinirlenir kahramanımız, oysa o toplanmanın işlevinin bütün gün güneşte yorulmuş siyahların gölgede dinlenmesi olduğunu söyler yaşlı bilge. Tıpkı namaz kılmanın en sistemli jimnastikten bile daha sağlıklı olduğunu iddia eden din hocalarımız gibi. Grace sadece siyahların ‘doğal’ köleci toplumuyla değil kendi doğasıyla da uğraşmaktadır beyhude yere. Eşitlikçi feminist Grace, rüyalarında kendini bir haremde vahşice düzülürken hayal eder. Erkek ve kadınların binlerce yıllık evrim sürecinde üzerlerine aldıkları rolleri değiştirmeye çalışmak ne kadar da gülünçtür.
Muhafazakâr ideolojinin abc’lerini teker teker sıralayan film en basmakalıp demokrasi eleştirilerine başvurmaktan da geri kalmaz. Demokrasinin onca güzel solcu ve radikal eleştirisi varken karşımıza çıkan yine muhafazakâr eleştiridir: Demokrasi kitle diktatörlüğü demektir. Kararlar kelle sayısıyla alındığından toplumun çoğunluğunu oluşturan avam kolaylıkla bu sistemi çoğunluğun diktasına dönüştürür. Akıl, estetik beğeni, incelik, insaniyet gibi değerler, güdüleriyle hareket eden niteliksiz çoğunluğun oylarıyla ayaklar altına alınır. Nitekim zavallı yaşlı kadın bir kitle histerisinin oy çokluğuyla verdiği idam cezasının kurbanı olur. Demokrasi vahşi bir cinayeti haklı çıkarır. Kuşkusuz burada, kitlelerden ziyade getirdiği demokrasi pratiğinin sonuçlarına katlanmakta zorlanan Grace hicvedilmektedir; ancak bu iğnelemede kullanılan kitle ve demokrasi ilişkisine dair resim, muhafazakârların demokrasi eleştirisinde kullandığıyla tıpatıp aynıdır.
Ve nihayet muhafazakârlığın son teması: kargaşa, kaos ve anarşi. Özyönetimin bir masal olduğunu, insanları otoritesiz bıraktığında kaos ve anarşi çıkacağını iddia eden muhafazakârların hayranlıkla seyredecekleri sahneler sunar filmimiz. Köyde denetimi sağlayan silahlı grubun köyü terk etmesinden hemen sonra bir anlaşmazlık büyük bir kavgaya dönüşür ve art arta birkaç korkunç art arda birkaç korkunç cinayet işlenir. Yaşlı siyah bilge henüz özgürlüğe alışamadıklarından yakınır ve silahlı elemanların gitmesinin çok erken verilmiş bir karar olduğunu iddia eder. Tıpkı Amerikan güçlerinin Irak’ı terk etmesi için çok erken olduğuna inanan işbirlikçi Allavi gibi. Çıkan kaosun sonunda Grace’e köle sahibi Büyük Hanım unvanının verilmesiyle Burke’ün anlatısı da tamamlanmış olur. Anarşinin giderilmesinin tek bir yolu vardır: Diktatörlüğün ihyası. Böylelikle Burke kesin olarak haklı çıkmıştır. ‘İnsanların özgürleşmeye zorlanabileceğine’ inanan Rousseau’nun takipçisi, tıpkı Burke’ün beklediği gibi diktatör olmaya zorlanmıştır. Grace bu konumu reddeder ama giderken de özgürleşmeyi bile beceremeyen siyahları temsilen Timothy’yi bir güzel kırbaçlar.
Film boyunca tasvir edilen topluluk yeni özgürlük ortamına –kendilerine sunulan ekonomik imkânlara rağmen– bir türlü alışamayan, kendilerine emir verilmediği sürece tarlayı ekmeyi bile akıl edemeyen, aciz, kavgacı, kendi kendilerini yönetme yeteneğinden yoksun bir köy cemaatidir. Kaş yapayım derken göz çıkaran Trier, liberal demokrat bir feministin soyut ve naif hâlleriyle dalga geçmek isterken ortaya her türlü gerici ve ırkçı fikri haklı çıkarabilecek ilkel bir köy cemaati tablosu sunar. Bütün bu manzaraya rağmen Trier’in ters köşeye yatırmaktaki ve mesajlarını ani hamlelerle tersyüz etmekteki becerisine güvenen iyi niyetli seyirci için hâlâ bir umut vardır. Finale doğru keskin bir U dönüşüyle, ırkçılık karşıtı mesajın geleceği umulur. Beklenen, filmin sonlarına doğru siyah bilgeden gelir. Yaşlı adam filmin barındırdığı cılız sol eleştiriyi tekrar gündeme getirmiştir. Amerika siyahlara özgürlük vermiştir ama Amerikan toplumu bu özgürlüğü hazmedecek olgunluğa erişememiştir ve kabullenemedikleri özgür siyahları modern kölelik formları içinde hapsetmiştir. Dolayısıyla siyahların yaptığı, sert bir protesto jestiyle sahte özgürlük imkânlarını reddedip eski kölelik sistemini tercih ettiklerini belirtmektir. Bütün bağlamından soyutlandığında gerçekten etkileyici bir bitiriş. Oysa filmin bağlamına yerleştirildiğinde tutarsız, cılız, iddialılığı ölçüsünde kof bir çıkış.
Muhafazakârlığa Savrulma
Kuşkusuz, bu protesto yüklü cümleleri haklı çıkaracak ve altını dolduracak bir senaryo yazılabilirdi; ama bu senaryo kesinlikle Manderlay’in senaryosu değil. Örneğin, aslında o köy cemaatini oluşturan siyahların yıllar önce özgürlüklerine kavuştuklarını, her birinin ABD’nin dört bir yanına dağıldığını ve yaşadıkları muazzam acılar ve yeni aşağılanmalar karşısında tekrar plantasyonlarına sığınarak kölelik sistemini yeniden canlandırdığını görebilsek ya da bilebilseydik, sözünü ettiğimiz solcu mesajı haklı çıkaran bir hikâye örgüsünden bahsedebilirdik. Oysa film boyunca görebildiğimiz, kendilerine sunulan pozitif ayrımcılık ve fırsat eşitliği olanaklarına rağmen özgürleşmemekte direnen, kendi kendilerini yönetmekten aciz bir siyah sürüsünün köleliğe dönüş talebi. Liberal kızımızın hayallerinin yerle yeksan olduğunu görmek çok sevindirici, peki elimizde kalan bu siyah güruhu nereye yerleştireceğiz?
Filmin barındırdığı sert eleştiri tonunun temel motivasyonunun Amerikan anaakım sol liberalizme ve onun yaygınlaştırdığı politik doğruculuğa duyulan tepkiden geldiği çok açık. Sorun bu tepkinin kendisinde değil, liberalizme yöneltilen iştah kabartıcı eleştirilerin ayartıcılığının filmi liberalizme oranla çok daha gerici bir muhafazakârlık ve hattâ faşizanlığa savurmasında. Yıllar önce bu ayartıya Scorsese’den Coppola’ya kadar pek çok önemli yönetmenin nasıl kapılmış olduğunu Ryan ve Kellner ‘Politik Kamera’ adlı kitaplarında çarpıcı bir biçimde sergilemişlerdi. 1970’lerde pek çok yönetmen Liberallerin (yani Demokratların) hukuka ve insan haklarına bağlılık adı altında gizledikleri ikiyüzlülüklerini mahkûm etmek adına Reagan’ın değirmenine su taşımışlardı.
Kuşkusuz liberallerin ve politik doğruculuğun eleştirilecek pek çok yönü var. Ezilenlerle kurulan ilişkide politik doğruculuğun hassas ve yapay tebessüm maskesi kimi durumlarda kaba bir gerçekçiliğin acımasız dilinden çok daha yaralayıcı olabilir. Kendini özgürleştirici konumunda gören iyi niyetli demokratın elini uzattığı insanlara dair oluşturduğu kurban kategorisinin birebir bir gerçekliğe tekabül etmesinden daha çok, özgürleştiriciyi yüceltme işlevi taşıdığı da iddia edilebilir. Özgürleştiricinin sözde kurbanların deneyimine ne kadar uzak oldukları, soyut ve idealize edilmiş kurgularının onların deneyimi karşısında tuz buz olmaya mahkûm olduklarını; hiçbir kurbanın saf anlamda kurban olamayacağını, herkesin kendi direniş ve alışma pratiğini geliştirdiğini ve özgürleştirici öznenin naif kategorilerine sığmayacak zenginlikler ve aykırılıklar barındırdığını yüksek sesle haykırabiliriz. Bu eleştirilerin hepsi sonuna kadar haklıdır. Ancak solun kendi içinde çokça dile getirdiği bu tip eleştirilerin durması gereken bir yer vardır. Eğer naif liberal özgürleştiricinin projesini boşa çıkarmak konusundaki gayretiniz kurban yaftası yapıştırılmış bir kitleye koro halinde ‘biz hâlimizden memnunuz’ şarkısını söyletiyor ve onları özgürlüğün erdemini kavrayamayacak bir grup şapşal olarak çizme noktasına ulaşıyorsa, tehlikeli bir biçimde muhafazakârlığın ve ırkçılığın sahasına girmişsiniz demektir. İyi niyetli, naif hayallerin hayatın acımasız gerçekleri karşısında aciz kalışını izlemek hayatın pratik bilgeliğine vakıf olduklarını sananlara çoğu zaman keyif verir. Hele bu hayallerin sahibi eğitimli, güzel ve feminist bir kadınsa, hayat erkeğinin maço bakışı, hayat acemisi entel kadının çırpınan bedeni üzerinde dolaşmaktan sadistçe zevk alır. İşte Grace’in düştüğü durumlar karşısında salonda patlayan kahkahalarda da bu muhafazakâr, maço sadizminin izleri vardı. Grace’in düştüğü durumlarla çok eğlendik; ama Grace’i madara ederek bize bu eğlence fırsatını veren, mücadele ve isyan şöyle dursun söyleyebildiği en radikal şeyi ‘Amerika ırkçılığı gömmeye hazır değil’ tarzında bir cümle olan, beceriksiz, tembel, güvenliği özgürlüğe yeğleyen ve köleliği demokratik yollarla talep eden bir siyah cemaati.
NOT
1 Bkz. Arif Dirlik, “Post-Colonial Aura”
Manderlay, 5 Aralık 2020 tarihinden itibaren 30 gün boyunca MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.