Matrix Serisini Hatırlamak: Sinemada Devrimin Yirminci Yılı
1999 tarihli ilk filmle başlayan Matrix serisi kısa sürede kült mertebesine ulaşırken, ardından gelen sayısız aksiyon ve bilimkurgu örneği için de referans noktası oldu. Wachowski’lerin kurtarıcı kahraman mitine yeni bir yorum getiren üçlemesinin açtığı politik ve felsefi tartışmalar yirmi yıl sonra hâlâ güncelliğini koruyor.
Bu yazı, Altyazı’nın Temmuz-Ağustos 2019 tarihli 190. sayısında yayımlanmıştır.
Nokia 8110’un en havalı telefon olduğu, internetin her evde olmadığı, CGI’dan başımızın dönmediği, teknofobinin streaming kanallarında seyirlik malzemeye dönüşmediği, teknolojik değişimlerin gündelik yaşama bu kadar sirayet etmediği, sosyal medyanın ve akıllı telefonların hayatımızı ele geçirmediği daha yavaş zamanlar… Milenyuma beş kala –aynı zamanda yüzyılın sinema açısından en iyi dönemlerinden biri olarak kabul edilen– 1999 senesinde sinema tarihini değiştirecek bir film vizyona girdi. Platon’un Mağara alegorisinden kuantum fiziğine, Descartes’tan postmodern teorilere, tek tanrılı dinlerden mitolojiye, Budizm’den masallara, Jung’dan Jean Baudrillard’a, Philip K. Dick’ten William Gibson’a, film noir’dan westerne, mangalardan siberpunk edebiyatına, popüler kültürden dövüş sanatlarına birbirinden farklı disiplin ve alanlardan referanslarla örülmüş baş döndüren bir dünya perdede arz-ı endam etti ve bizi “What is the Matrix?” (Matrix nedir?) sorusuyla baş başa bıraktı. Elbette daha önce de çok farklı kaynaklardan beslenen, birçok meseleyi aynı potada eriten yüzlerce film çekilmişti. Hattâ 90’larda farklı meseleleri iç içe geçirip farklı türlerde gezinen postmodern filmlerin sayısı bir hayli artmıştı ama daha önce metni Wachowskilerin yarattığı Matrix (The Matrix, 1999) gibi birçok farklı noktadan derinleşen böylesine geniş bir ağ üzerine kurulu bir film yapılmamıştı. Bu ağ daha sonra çekilen The Animatrix, Matrix Reloaded (2003) ve Matrix Revolutions’la (2003) daha da genişledi ve derinleşti. Şimdi ise günümüz sinemasına ve son yirmi yıla baktığımızda neredeyse her köşe başında Matrix’in etkilerini görüyoruz.
2000’ler sinemasını hem metinsel ve görsel açıdan hem de teknik buluşlarıyla değiştiren Matrix’in ‘seçilmiş kişi’ hikâyelerini yeniden tetikleyen filmlerin başında geldiği aşikâr. Dünyadaki toplumsal ve politik değişimlerin de etkisiyle giderek daha çok rağbet gören ‘seçilmiş kişi’, ‘kurtarıcı’ ve benzeri temalar yıllar içinde bir yandan form değiştirirken diğer yandan gençlik serisi ve çizgi roman uyarlaması enflasyonuna da katkıda bulundu. Bir ‘kurtarıcı’ fikri hem gerçek hayatta hem de beyazperdede büyük bir ihtiyaca dönüşmüşken Hollywood bir zamanlar ilgilenmediği türleri ve hikâyeleri pazarlamaya, kendisinin de içinde olduğu sistemi deşifre eden filmleri üretmeye başladı. Bugün sadece Hollywood stüdyoları değil, sinemaların karşısında en büyük tehdit olarak yükselmeye devam eden Netflix de bu ve benzeri distopya anlatılarını ardı ardına üretiyor.
Kurmaca dünyada süper kahramanların ve ‘seçilmiş olan’ anlatılarının sayısı gitgide artarken gerçek dünya da hızlı bir dönüşüm geçirdi. 2008 sonrasında ABD’de başlayan ve daha sonra tüm dünyaya yayılan, iletişim teknolojilerinin başrole yerleştiği Occupy eylemleri ‘kurtarıcı’ tartışmasını dolaşıma farklı bir şekilde yeniden soktu. Ekonomik krizin etkisiyle başlayan ve kapitalizmi, ulusaşırı şirketleri hedef alan hareket Ortadoğu ve Afrika’ya da sıçardı, diktatörlüklere karşı bir mücadele başladı ve şu soru tartışılmaya başlandı: Sermayeye, şirketlere, devletlere, diktatörlere karşı mücadele eden ve dünyayı değiştirmeye çalışan toplumların/toplulukların bir kurtarıcıya ihtiyacı var mıydı yoksa hedeflenen, kurtarıcıya ihtiyaç duyulmayan bir sistem miydi?
Bu soruya Hollywood’un da bir cevabı vardı elbette (Hollywood’un her dönem bir cevabı olmuştu ne de olsa). Metropolis’ten (1927) Blade Runner’a (1982), 1984’ten (1984) Brazil’e (1985) onlarca distopya Hollywood’a alternatif bir zaman çizelgesi ve hikâye ağı oluştururken diğer taraftan da ‘seçilmiş kişi’ hikâyesi anlatan Star Wars serisi gibi bir gişe canavarı Hollywood’un içinden çıkmıştı. Bir stüdyo filmi olan Matrix’in yarattığı etkinin benzerini, yıllar önce yine bir stüdyo ürünü olan Star Wars yaratmıştı. Etki alanı bugün bile genişlemeye devam eden Star Wars birden fazla kuşağı etkileyen, kendi mitolojisini yaratan, popüler kültürü dönüştüren bir efsane olarak bir uzay serüveni anlatırken aynı zamanda tarihsel gerçeklerin bir alegorisi olarak da okunmuştu. Hollywood’un pazarlayabildiği sürece böyle hikâyeleri de anlatmaktan hiçbir zaman geri durmadığı yeni bir bilgi değil. Makinelerin dünyayı ele geçirdiği bir distopya sunan Matrix ise, Star Wars ve benzeri popüler örneklerden birçok açıdan farklı olmakla birlikte asıl farkını devam filmleriyle ortaya koydu. Bu farka değinmeden önce Hollywood tarihinin kurtarıcı hikâyeleri üzerine kurulu olduğunun altını çizmekte fayda var. Star Wars’tan Yüzüklerin Efendisi’ne, Battlestar Galactica’dan Terminator serisine, Indiana Jones filmlerinden bugünün çizgi roman uyarlamalarına her zaman kahraman, seçilmiş kişi anlatıları yapımcıların ve seyircinin en çok ilgilendiği hikâyelerin başında geldi. Diğer yandan 70’lerin sonunda ve 80’lerde yükselişe geçen Yeni Sağ’ın popüler filmlere bir şekilde sızmasıyla kahramanlık hikâyelerinin aileyi, ataerkil düzeni, birlik ve beraberliği kutsayacak şekilde anlatılmasında olduğu gibi, siyasi konjonktür her dönem stüdyoların bakış açısını belirleyen temel etken oldu.
GERÇEĞİN PEŞİNDEN GİDEN FİLMLER
Yine de 2000’lere gelindiğinde dünyada farklı şeyler oluyordu, aşağıdan yukarıya bir hareketlenme söz konusuydu ve kof kahramanlık hikâyeleri dışında bir şeyler anlatmak neredeyse zorunluluk hâline gelmişti. Dahası, dünyada olup bitenler her zaman olduğu gibi ister istemez stüdyoları da, anlatılan hikâyeleri de değiştirecekti. Biraz öncesinde, 90’ların sonunda sanal gerçeklik kavramı üzerinden günümüz dünyasına eleştirel bakan hikâyeler, Baudrillard’ın hipergerçekçilik kavramını temel alan filmler, bireysel özgürlük arayışlarının bir mücadeleye dönüştüğü, sistemi masaya yatıran, anarşist veya nihilist bakış açısını merkeze yerleştiren dünyalar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Başkanın Adamları (Wag the Dog, 1997), Truman Show (The Truman Show, 1998), Karanlık Şehir (Dark City, 1998), Varoluş (eXistenz, 1999), The Thirteenth Floor (1999), Dövüş Kulübü (Fight Club, 1999), Yaşamın Renkleri (Pleasantville, 1998) ve Matrix gibi sarsıcı filmler ardı ardına vizyona girerken derinden bir dalga yaratmayı da başarmıştı: Yaşadığımız şey gerçek miydi? “Gerçeğin” peşinden giden bu filmler ABD’yi, Batı’yı, kapitalizmi, şirketleri, iktidarları, aileyi, toplumu, medyayı, kısacası sistemi masaya yatırırken seyirciyi pasif konumundan çıkarma iddiasını da taşıyorlardı.
Söz konusu filmlerin en popüleri olan Matrix, anlattığı hikâyeden ziyade ağzımızı açık bırakan görsel efektleriyle, dövüş koreografisiyle, kostümleriyle kısa sürede fenomene dönüştü. Bir yandan yakın zamanda çekilen Karanlık Şehir, Tuhaf Günler (Strange Days, 1995), Ghost in the Shell (Kôkaku Kidôtai, 1995) gibi kült filmlerle büyük benzerlik taşıyan, hem Alman dışavurumcu sinemasına hem B-filmlere, hem masallara hem intikam hikâyelerine referans veren, hakkında sayısız makale yazılacak kadar karmaşık olsa da yüzeyde hikâyesini basit bir şekilde anlatmayı becerebilen, seyirciyi âdeta sersemleten, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir deneyim söz konusuydu. Anlatılan hikâyenin ve alt metinlerinin ötesinde katarsis yaratan o unutulmaz final sahnesiyle ve hemen ardından gelen sahnede Neo’nun telefonda manifesto okuyup Superman gibi göğe yükselmesiyle Matrix efsanesi jenerik akarken büyümeye başlamıştı bile ve 90’ların, 2000’lerin aranan kahramanı da bulunmuş oldu.
KURTARICI KAHRAMAN
Sonrasında, 2000’lerin başlarında X-Men (2000), Azınlık Raporu (Minority Report, 2002), İsyan (Equilibrium, 2002), Ben, Robot (I, Robot, 2004), V for Vendetta (2005), yeni Star Wars üçlemesi gibi ‘kurtarıcı’ ve ‘başkaldırı’ hikâyeleri özellikle yeni jenerasyonda karşılığını fazlasıyla bulmaya başladı. Ama asıl furya, yukarıda bahsettiğimiz Occupy hareketlerinden bağımsız olmakla birlikte, aynı dönemde Suzanne Collins’in çok satan gençlik serisi ‘Açlık Oyunları’nın yayımlanmasıyla başladı. Sinemaya da uyarlanan ve gişede büyük başarı elde eden bu distopik macera karanlık, rahatsız edici öğeler taşıyan bilimkurgu sinemasının temalarını ve referanslarını ödünç alıp bir nevi genel seyircinin takip edeceği bir öykünün merkezine yerleştirmişti. Başkaldırı, direniş, mücadele, devrim gibi o sıralar dünya gündeminde de alevlenen kavramlar büyük bütçeli bir Hollywood filminde âdeta repliklere “meze olmuştu”. Kitabın yazarı Collins, ilhamını televizyonda kanallar arasında gezerken bulduğunu, kendisini bir kanalda reality şov diğer kanalda savaş görüntüleri izlemenin tetiklediğini söylemişti.1 ‘Açlık Oyunları’ asıl olarak bir “hayatta kalma” hikâyesi anlatsa da diktatoryal bir düzende geçiyor ve Katniss Everdeen adlı bir genç kadının sisteme başkaldırısını anlatıyordu. Katniss’in devrimci bir kahraman mı yoksa ünlü bir medya yüzü mü olacağı, seri ilerledikçe asıl çatışmalardan biri hâline gelecekti.
‘Açlık Oyunları’ndan sonra hem edebiyatta hem sinemada distopik gençlik serilerinde patlama yaşandı ve kötü taklitleri olan Uyumsuz ve Labirent gibi seriler hemen arkasından geldi. Aynı dönemde bir seri olarak izlediğimiz diğer bir başka başkaldırı filmiyse bir ‘seçilmiş’ olan Sezar’ın etkileyici hikâyesini anlatan Maymunlar Cehennemi serisiydi (Planet of the Apes, 2011-2017). Tüm bu filmler dünyada kurtarıcı bekleyen halklara değil ama perdede o kurtuluşu/devrimi/isyanı görmek isteyenlere istediğini bir şekilde vermiş oldu. Bunu yaparken sistemin düzelmesi, yani korunarak değiştirilmesi gerektiğini söyleyen liberal bakış açıları da oldu, sistemin yıkılması gerektiğini gösteren filmler de. Ve bütün bu filmler dramatik yapılarını kurtarıcı kahraman üzerinden kurdular.
Peki, adı geçen bütün bu filmleri tetikleyen unsurlardan biri olmasına rağmen Matrix’i farklı kılan neydi? Wachowskiler telefon kulübesinden çıkıp sisteme meydan okuyan ve Superman gibi göğe yükselen Neo’nun hikâyesini ‘kurtarıcı’ hikâyesi olarak sürdürmeyi neden seçmediler? Devam filmleri büyük merakla beklenen bir hikâyeyi –stüdyo bunu yapmaya çalışsa bile– Star Wars ya da benzerleri gibi oyuncaklı, albenili bir seriye neden dönüştürmediler? Bunların çok basit bir cevabı vardı elbette: Çünkü Matrix en başından itibaren böyle tasarlanmamıştı. Anlatılan bir kurtarıcı hikâyesi değil, tam tersine kurtarıcı fikrine muhtaç olan bir sistemin hikâyesiydi. Matrix Reloaded ve Matrix Revolutions’ı tek bir film olarak düşünürsek ilk filmin muştuladığı her şeyin aslında kandırmaca olduğunu söyleyen bir devam filmi izlemiştik. Wachowskiler ilk filmdeki kahraman mitini yıkmakla kalmayıp kendi sinemalarını da tersyüz etmiş oldular. Devam filmleri kadrajlarından en ufak sahne tasarımına kadar sinemada devrim yaratmış ilk filmden birçok açıdan gerideydi ama üçlemenin hayal kırıklığı yaratmasının asıl sebebi elbette başkaydı. Tuna Erdem’in üçüncü filmin ardından yazdığı zihin açıcı yazısında belirttiği gibi: “Belki de Matrix’e tepki göstermek için ikinci ve üçüncü filmleri beklemeyip daha baştan tavır koyanlar, ilk filme hayranlıkla sarılanlardan daha iyi anlamıştı Matrix’in sinemada yaptığı devrimi.” 2
Mimar’ın da dile getirdiği üzere, ‘seçilmiş olan’ diye bir şey hiçbir zaman olmadı, Zion dâhil her şey sistemin işlemesi için vardı. Sistem ‘seçilmiş kişi’ hikâyesine ihtiyaç duyuyordu. Açıkçası havalarda Supermanvari süzülen Neo’dan dünyayı kurtarmasını bekleyen milyonlarca seyirciye daha büyük bir darbe olamazdı. “What is the Matrix?” sorusunu anlamaya çalışırken üçleme tamamlandığında yeniden bir anlama/anlamlandırma süreci başlamıştı. İlk filmde Kâhin’in ‘dünyayı kurtaran kahraman’ mitiyle dalgasını geçtiği sahnenin tonu bile Mimar’ın acı gerçekleri açıkladığı sahneyle birlikte değişmişti. Bir süper kahraman olmaya doğru giden Neo kendisinin sadece yeni bir sürüm olduğunu öğrendiğinde seyirci hayal kırıklığına uğrasa da Wachowski’lerin aldığı risk ve yarattıkları dünyanın etkileyiciliği daha iyi anlaşılmıştı. ‘Seçilmiş kişi’, ‘süper kahraman’ ve ‘kehanet’ hikâyelerinin baştan beri aslında karanlık bir sistem, kaybedilmiş bir savaş hikâyesi olduğu anlaşılmıştı ve Matrix Revolutions’ta her şeye rağmen bir direniş hikâyesi izlemiştik: Makinelerin ele geçirdiği dünyada savaşı kaybetmiş ama hayatta kalmış olanların direnişi ve kahraman olmadığını anladığı hâlde savaşmaya devam eden Neo’nun direnişi.
SİMÜLASYON VE İLÜZYON
Günümüzdeki süper kahraman ve seçilmiş kişi hikâyeleri Neo’nun hikâyesi gibi sonlanmıyor elbette. İstisnasız hepsi sisteme entegre edilmiş şekilde üretiliyor. Düzeni yıkmak isteyen kahraman bile bunu seyircinin duygularını okşayarak, gerçeklikten uzak şekilde yapıyor. Bu yüzden büyük bir stüdyoda üretilmiş bir film olmasına rağmen Matrix’in bundan yirmi yıl önce yeni çağın hikâyesini anlatırken aynı zamanda kaybedilmiş bir savaşı resmetmesi çok daha fazla önem taşıyor. Wachowskiler kahraman mitini yıkarak yaşadığımız gerçekliği sorgulayan bir dünya yarattı. Matrix serisi sona erdiğinde bir savaş kazanılmadı, kahramanlar sonunda ekranda boy göstermedi, havai fişekler patlamadı, seyircinin beklediği hiçbir şey olmadı, kendini feda eden erkek kahramanlar şov yapamadı. Stüdyonun içinden çıkan, yani sistemin içinde üretilen bir film için olabilecek en karanlık şekilde sona erdi. Tabii Hollywood’un ürettiği bir filmin ne kadar ciddiye alınabileceği zamanında da tartışılmıştı. Matrix’in en büyük referanslarından biri olan ve hattâ o zamanlar ikinci filmde görüneceği söylentileri bile yayılan Jean Baudrillard, L’Obs (Le Nouvel Observateur) dergisinde çıkan söyleşisinde Matrix’le ilgili şunları söylemişti:
Filmin asıl rahatsız edici yanı, Platon’un çok daha önceden ortaya koyduğu, simülasyon ile ilüzyonun birbirine karıştırılmasının yarattığı klasik sorundur. Burada gerçekten bir yanlış anlama var. Görünür dünyanın kökten bir ilüzyondan ibaret olması. (…) Bütün gelişmiş kültürler bu soruyu ele almış, sanat ve sembolleştirmeyle çözümler üretmiştir. Bizim çektiğimiz ıstıraba katlanmak için kendimizin icat ettiği şey sanal bir gerçek, tehlikeli ya da olumsuz öğelerin süpürüldüğü hayali bir evrendir. Ve bu evren artık gerçeğin yerine geçmeye ve tek çözüm olmaya başladı. Oysa Matrix tamamıyla bu sürece katkıda bulunuyor! (…) Hayal edilen, ütopyası kurulan, fantezisi üretilen şeyler görüntüye çevriliyor, gerçekleştiriliyor. Her şey tam bir saydamlık içinde. Matrix hayalî bir düzen üzerine, o düzeni bizzat yaratacak bir film. (…) 1980’li yıllarda New Yorklu simülasyoncuların yaptıkları hatayı tekrarlıyorlar. Bu sanatçılar sanal olanı bir olgu olarak alıp görünür bir fanteziye çeviriyorlardı. Ancak bir sanal kâinat yaratıyorsan bunu tekrar kategorilere ayırıp üzerinde konuşamazsın.3
‘Kırmızı Hapı Yutmak’ adlı kitaptaki makalelerden birindeyse aynı meseleye dair farklı bir yaklaşım yer alıyor:
Wachowski’ler seyirciyi düşünmeye sevk etmeyi başarıyorlar ki bu Hollywood yapımlarında hiç de sık rastlanan bir şey değildir. Wachowski’ler, kitle pazarının içinde yaşadığımız postmodern çağın bazı çok etkili teorisyenleriyle temasa geçmesine olanak tanıyorlar. Wachowski’ler, seyircilerin film aracılığıyla, kolay hazmedilir sahte bir gerçekliği görme yetisine sahip olma (aynen Cypher’ın kodları değil de “sarışın, esmer ve kızılları” görme yetisi gibi) arzusuna karşı koyuyorlar. Wachwoski’ler böyle yaparak bizi, gerçekliği yapılandıran, manipüle eden ve bize tekrar sunan, fantezilerimizi besleyen matrixleri görmeye zorluyorlar. Bize, yönetmen olarak sahip oldukları kontrol gücünü ve teknolojinin yeni gerçeklik algıları yaratma yetisini (‘bullet time’ tekniği) anımsatıyorlar. Filmin sanatsal yönünü sürekli vurgulayarak, en azından bize onların vizyonunu aktaran teknolojiye bağımlılığımızın ve bu teknoloji tarafından nasıl manipüle edildiğimizin altını çiziyorlar; bize “gerçeği” gösterirken, dönen film makarasını da gösteriyorlar.4
MATRIX NEDİR? NEO KİMDİR?
Wachowski’ler Baudrillard’ın altını çizdiği gibi, gerçek olmayan düzeni yeniden üretiyor belki ama o düzen içinde ve seyircide büyük bir kırılma yarattıkları da çok açık. Bu çapta popüler olmuş başka hiçbir filmin yapamadığını Matrix’in yaptığını söyleyebiliriz. Üçlemede bağlılık, kontrol ve bağımlılık kavramları üzerinden tanımlanan makine-insan ilişkisinde olduğu gibi Wachowski’ler de seyirciyle film arasındaki ilişkiyi bu kavramlar üzerinden kurup sonra parçalarına ayırmıştı. Daha sonra kendilerine çizdikleri kariyer de, gerçek hayatta da bu sistemin içinde var olmak istemediklerinin bir göstergesi değil mi zaten? Tuhaf İlişkiler’den (Bound, 1996) ve Matrix üçlemesinden sonra çektikleri –ve yerden yere vurulan– Jüpiter Yükseliyor (Jupiter Ascending, 2015), Bulut Atlası (Cloud Atlas, 2012) ve Sense8’e (2015-2108) bakıldığında Wachowski’lerin filmografisini “kimlik” meselesi üzerine kurduğu rahatlıkla görülebiliyor. 2000’lerin başında cinsiyet uyum sürecine giren ikilinin görünenle ardındaki arasında uçurum olan bir sistemde verdiği var olma savaşı Neo’nunkinden çok da farklı değildi aslında. Matrix gerçek sandığı, sahte anılarla doldurulmuş simülasyondaki kimliğinden çıkıp ‘seçilmiş kişi’ olmaya çalışan, daha sonra ise seçilmiş kişi hikâyesinin sistemin yarattığını öğrendiğinde bu kez her şeye rağmen seçimlerinin arkasında durmaya çalışan Neo’nun kimlik arayışı değil mi zaten? Nedensellik ilkesinin hikâyenin iliklerine kadar işlediği ve karakterlerin yaptığı seçimler kadar o seçimlerin arkasında durup durmayacağının temel çatışma hâline geldiği Matrix üçlemesini kimlik mevzusu üzerinden okumuyor muyuz?
1999 yılında Matrix’in sinemadaki devrimine canlı tanıklık edenler bir yandan da “What is the Matrix?” sorusu etrafında dönen hararetli tartışmaları takip ediyordu. Tartışma daha önce görülmemiş bir boyutta büyüyor ve derinleşiyor, sinema yazarları ve filozoflar sayısız referansı birbirine kusursuz bir şekilde bağlayan Matrix’i anlamlandırmaya çalışıyordu. Bugün hâlâ bu anlamlandırma arayışının sürdüğünü söylersek abartmış olmayız. Hollywood, “devrimci” gençlik serileri ve seçilmiş kişi hikâyeleriyle yeni kahramanlar yaratmayı sürdürüyor. Bir şekilde kendi Zion’unu yaratmış olan Hollywood tutarlı bir şekilde üretimine devam ediyor. Bir daha Wachowski’lerin yaptığını yapabilen çıkar mı, bilmiyoruz. 2003 yılında Matrix üçlemesi sona erdiğinde ilk filmin hayranlarının bile büyük bir hayal kırıklığına uğradığını unutmamak lazım. Bu yüzden üçlemenin yarattığı kırılmanın etkisi belki de hiçbir zaman yeterince önemsenmeyecek. Bu kadar geniş ölçekte etki yaratabilen başka bir film olmadığı için sinemadaki ve popüler kültürdeki yeri baki olsa da Wachowski’lerin tercihleri hiçbir zaman geniş çevrelerce anlaşılmayacak. Her ânı, her saniyesi, karakterlerinden arka planda görünen en küçük detayına kadar her karesi devasa bir dünyaya açılan, yeni çağın hikâyesini devrimci bir sinema diliyle anlatan bu başyapıtın sinema tarihindeki yerini asıl belirleyen şey de tam olarak bu seçimler değil mi?
NOTLAR
1 John A. Sellers, “‘The Hunger Games’: A Dark Horse Breaks Out”, son güncelleme 20 Haziran 2019, <bit.ly/2x3v3SF>.
2 Tuna Erdem, “Matrix Üçlemesi Üzerine”, Sinema Dergisi, Ocak 2004.
3 Baudrillard ile Matrix Üzerine, son güncelleme 20 Haziran 2019, <bit.ly/2FmzxrZ>.
4 Dino Felluga, “Postmodernizmin Paradigması mı Yoksa Entelektüel Bir Yapmacıklık mı?”, Kırmızı Hapı Yutmak: Matrix’te Bilim, Felsefe ve Din, der. Glenn Yeffeth, Gelenek Yayıncılık, Kasım 2003.
Gazeteci, sinema yazarı, senarist. 2008-2013 arasında NTV-Ntvmsnbc’de muhabirlik ve kültür-sanat editörlüğü yaptı. Birçok gazete, dergide söyleşi ve yazıları yer aldı, televizyonda ve online platformlarda sinema programı hazırlayıp sundu. 2018’de YouTube’da yayın hayatına başlayan Kutsal Motor kanalının ortak kurucularından. Halen film eleştirileri ve dizi incelemeleri yazmakta.