Sen Şarkılarını Söyle: Adı Bilinmeyen Adam
Coen Kardeşler, Sen Şarkılarını Söyle’de Bob Dylan’ın ilk albümünün çıkmasından birkaç ay öncesine, 1961 kışının en soğuk günlerine uzanıyorlar. Anlatacak onca şey varken, onların yaptığı tutunamayan bir folk şarkıcısının ve Ulysses adlı bir kedinin peşine düşmek.
Bu yazı, Altyazı’nın Ocak 2014 tarihli 135. sayısında yayımlanmıştır.
Bu yazı, filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.
Sen Şarkılarını Söyle’nin (Inside Llewyn Davis, 2013) sonlarına doğru bir sahne var. Beklediği çıkışı bir türlü gerçekleştiremeyen, bestelerini son bir ümit ünlü Gate of Horn kulübünün işletmecisi Bud Grossman’a dinletmeye niyetlenen folk şarkıcısı Llewyn Davis (Oscar Isaac), soğuk bir kış gecesinde, New York-Chicago karayolunun bir noktasında, tuhaf yol arkadaşlarıyla mola verdikleri lokantanın tuvalet duvarında uyduruk bir yazıya rastlar: “Ne yapıyorsun sen?” Klozette otururken sıkılan herhangi biri tarafından öylesine karalanmış olan bu alelade sözün Llewyn’e bir aydınlanma yaşattığını söylemek abartılı olur belki; fakat genç adamın bir an için durup düşündüğüne ve içinde bulunduğu durumun absürdlüğünü iliklerine kadar hissettiğine şüphe yoktur. Beş parasızdır, kalacak yeri yoktur, bir yerlerde bir çocuğunun olduğunu öğrenmiştir ve sırf arabada boş yer var diye, pek de düşünmeden gitarını alıp tanımadığı insanlarla yola düşmüştür. Gittiğinde Gate of Horn’u bulabilecek midir, Bud Grossman onu dinlemeye ikna olacak mıdır, olsa bile müziğini beğenecek midir? Beğense bile bu, Llewyn’in önündeki bütün o kapalı kapıları mucizevi bir biçimde açmaya yeter mi? Tüm bu soruların cevapları belirsizdir elbette. Tuvaletteki bu geçici içe bakış ânı birkaç saniye sonra yan kabinden gelen gümbürtüyle kesintiye uğrar ve tuhaf yolculuk, Llewyn’i bir sonraki hayal kırıklığına taşımak üzere kaldığı yerden devam eder.
Coen Kardeşlerin yeni filmi, yanından bir an olsun ayrılmadığı ‘tutunamayan’ folk şarkıcısı Llewyn Davis’in yalnızlığı, yabancılığı, yabancılaşması ve sürüklenişi üzerine. New York’ta, folk müziğin yeniden doğacağı bir dönemin arifesinde, Bob Dylan’ın ilk albümünün çıkmasından sadece birkaç ay önce, 1961 kışının en soğuk günlerinde geçen film, kahramanımızı Greenwich Village’in karanlık folk barlarında, dar ve solgun apartman dairelerinde, karanlık ve soğuk arka sokaklarında takip ediyor. Yakın dostu ve müzikal partneri Mike birkaç ay önce kendini George Washington Köprüsü’nden Hudson Nehri’ne bıraktığından bu yana dünyada yapayalnız kaldığını hisseden Llewyn, solo kariyerinde başarı kovalarken yatacak bir kanepe için her gün bir başkasının kapısını çalarak çaresizce sürüklenip gidiyor.
Llewyn’in trajikomik macerası, pek çok Coen klasiği gibi, öncelikle aksilik ve beceriksizliklerle dolu bir başarısızlık öyküsü. Çok iyi bir müzisyen olduğundan, büyük başarıları hak ettiğinden kuşku duymayan Llewyn’in tek ödülü, ne yaparsa yapsın, folk camiasının kıyısında köşesinde, üç beş dinleyicinin takdirini kazanarak gitarını çalmaya devam etmek oluyor. Bu anlamda, bu “bahtsız” adamla Coen filmlerinin diğer “kaybeden” kahramanları arasında akrabalıklar var. Öyle ki, yaratıcılık krizleri içindeki Barton Fink’ten, beceriksizce giriştiği şantaj operasyonunu yüzüne gözüne bulaştıran Ed Crane’den, sanki bütün dünya kendisine karşı bir komplo içindeymiş gibi hisseden Larry Gopnik’ten esintiler taşıyan Llewyn’in hikâyesine yönetmenler ‘Orada Olmayan Adam’ ya da ‘Ciddi Bir Adam’ adını verseler, hiç de yadırganmazdı herhalde.
Masanın Öbür Tarafında
Film Comment’teki yazısında Jonathan Romney, Llewyn’in öyküsünde Kafka’dan bir şeyler buluyor ve Llewyn’in Bud Grossman’ın “huzurunda” gitar çaldığı sahneyi ve Grossman’ın ona verdiği olumsuz yanıttaki acımasızlığı Kafka’nın ‘Dava’ romanındaki ‘Yasa Önünde’ adlı meselle bağdaştırıyor.1 Coen Kardeşlerin kara mizahındaki Kafkaesk ton ilk kez Sen Şarkılarını Söyle’yle ortaya çıkmadı elbette; yönetmenler kariyerlerinin ilk döneminden bu yana Franz Kafka’yla sık sık karşılaştırılıyorlar. Kafka’nın bütün eserlerine sinen o karamsar mizah, o dehşet veren absürdlük, Barton Fink (1991), Fargo (1996), Büyük Lebowski (The Big Lebowski, 1998) gibi sayısız Coen filminde kendini hep hissettirmiştir. Llewyn’in Chicago’daki nihai başarısızlığında, yükselme ümitlerinin tamamen tükenmesinde de aynı Kafkaesk trajediden bir şeyler bulunması doğal. Ama Romney’nin bu tek sahneye bağladığı örneği genişleterek filmin bütünü bağlamında düşünmek de mümkün aslında: Llewyn’in hikâyesinin tamamı, nedenini bir türlü anlayamadığı bir talihsizlikler zinciri biçiminde gelişiyor. Tıpkı ‘Dava’nın kahramanı Joseph K. gibi Llewyn de sanki içten içe, herkesin bildiği bir şeyin kendisinden gizlendiğini hissediyor; tıpkı Joseph K. gibi suçunu öğrenemeden, savunmasını kime karşı, nasıl yapacağını bilemeden uğraşıp didiniyor. Üstelik bu hissin tek dayanağı başına gelen türlü olaylar değil; gündelik hayatının her ânı, bu duyguyu tetikleyen detaylarla yüklü görünüyor ona: Asansör görevlisinin ona yönelik umursamazlığından metroda üzerinde hissettiği bakışlara, her şey “sen dünyanın geri kalanından farklısın” diyor adeta. En azından Llewyn’e öyle geliyor.
Kaçak Ulysses
Kafka’nın metinlerine hakim olan, Coen Kardeşlerin de imza motiflerinden biri sayılabilecek ‘dünya karşısındaki çaresizlik’ hissi, görünmeyen, kaynağı belirsiz bir iktidar mercii karşısında hissedilen suçluluk duygusunu da içinde barındırır. Coen kahramanları izbe bodrum köşelerinde, devasa odalarda onay ya da destek bekleyerek yaşlı adamların huzuruna çıkar. Dayanılmaz Zulüm’de (Intolerable Cruelty, 2003) Avukat Miles’ın (George Clooney) görüşmeye gittiği, cihazlara bağlı, öldü ölecek şirket patronu Herb Myerson’ı ya da Ciddi Bir Adam’da (A Serious Man, 2009) Larry’nin (Michael Stuhlbarg) danışmak için ziyaret ettiği ihtiyar hahamı hatırlayalım. Kapılar gıcırtıyla açılır, uzun bir koridordan geçilir ve masasının arkasında grotesk ama heybetli duran iktidar figürünün huzuruna çıkılır. Sen Şarkılarını Söyle’de, Bud Grossman karşısında çaresiz hisseden Llewyn, filmin geri kalanında da ‘masanın öbür tarafında’dır hep: Sürekli resmî dairelerle, bürokrasiyle boğuşur, bağlı bulunduğu kıytırık plak şirketinden alacaklarını tahsil edemez, filmin en güzel sahnelerinden birinde Jim (Justin Timberlake) ve Al Cody’yle (Adam Driver) özel bir kayıt için stüdyoya girdiğinde bürokratik sorunlar nedeniyle düşük bir telif ücretine razı olmak zorunda kalır. Hatta bütün sanatsal iddiasını bir kenara bırakıp denizciliğe geri dönmeye karar verdiğinde bile, gemici lisansını kaybettiği için, kabul edilmez.
Gelgelelim Coenlerin yaklaşımında, Llewyn’i Kafka’nın metaforik düzleminden uzaklaştırıp daha dünyevi bir boyuta çeken, hakkı yenmiş adamın hikâyesini mantıkla açıklanabilir kılan, incelikli bir dokunuş var: Llewyn istediği kadar haksızlığa uğradığını düşünsün, karşılaştığı olaylar karşısında istediği kadar çaresiz hissetsin, filmin kapsadığı birkaç gün boyunca ona eşlik ederken yavaş yavaş fark etmeye başlıyoruz ki, hayatında ters giden hemen her şeyde, Llewyn’in kendi hatalarının da payı büyük. Ablası Joy’un (Jeanine Serralles) ona bu kadar tepkili olması da, sürekli evinde kaldığı Jean’in (Carey Mulligan) ona sürekli çıkışması da sebepsiz değil. Çevresindeki diğer müzisyenlerin çalışmalarına, şarkılarına, performanslarına küçümsemeyle bakıyor Llewyn. Hatta kibriyle, ona her zaman kol kanat geren Gorfein’ları bile küstürebiliyor. Muhtemelen bu halinde Mike’ı kaybetmesinin de etkisi var fakat neticede Llewyn çevresindekilerle, kendisine değer verenlerle sağlıklı ilişki kuramayan bir insan.
Filmin açılışında Llewyn gibi bizim de şaşkınlıkla karşıladığımız, folk barın arka kapısında, karanlık sokakta yüzü görünmeyen şapkalı adamla yaşanan tuhaf olay da, finalde yeniden izlediğimizde, bu bağlamda anlam kazanıyor. Llewyn’in başına gelenlerin bütünüyle bir ilahi komplonun ürünü olmadığını, en azından bir kısmının kendi davranışlarının sonuçları olduğunu göstermesi, filmi bu dünyaya fazla gelen bir dehanın değerinin bilinmemesinin değil, hataları ve zaafları olan bir şarkıcının, bir insanın öyküsü haline getiriyor.
Llewyn’in esas trajedisi, yapmaya çalıştığı, yapabileceğini düşündüğü onca şeyi başaramamasında değil belki de; istemeye istemeye binmeye gönül indirdiği gemide kendisine yer olmadığını öğrenmesinde. Yine de gecenin karanlığında uzaklaşan taksiyi ağzından kan akarak, şaşkınlıkla izlerken, tıpkı Gorfein’ların bir biçimde evin yolunu bulan kaçak kedisi Ulysses gibi, uzun yolculuğunun sonunda Llewyn’in de ‘evine’ döneceğini umabiliriz. O ‘ev’in neresi olduğunu henüz bilmese de.
NOT
1 Söz konusu meselde, taşradan gelip ‘yasaya girmek’ isteyen bir adam, tüm dil dökmelerine rağmen yasanın kapısındaki bekçi tarafından içeri alınmaz ve yıllar süren bekleyişinin ardından, ölmek üzereyken bekçiye nasıl olup da bu kadar zaman yasanın kapısından girmek isteyen başka hiç kimsenin olmadığını sormayı akıl eder. Bekçi, bu kapının zaten sadece o adam için yapılmış olduğunu, buradan başka kimsenin geçemeyeceğini, kendisi şimdi ölümün eşiğine geldiğine göre de, kapının artık kapanacağını açıklar.
Sen Şarkılarını Söyle, 23 Mart 2021 tarihinden itibaren MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.
1980’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji eğitimi gördü, Bilgi Üniversitesi’nde Kültürel İncelemeler yüksek lisansı yaptı. 2003 yılında katıldığı Altyazı’da çeşitli görevler üstlendikten sonra 2015-2022 arasında Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştı. Ulusal ve uluslararası festivallerde SİYAD ve FIPRESCI jürilerinde yer aldı. 2022'de Berlin Film Festivali'nin Panorama bölümünün seçici kuruluna katıldı.