Şu An Okunan
Soygun: Yakından, Uzaktan

Soygun: Yakından, Uzaktan

Good Time, Soygun

Safdie Biraderler’in 2017 yapımı filmi Soygun, pek zekice tasarlanmamış bir banka soygunu girişiminin başarısız olmasını ve iki kardeşin çıktığı adrenalin yüklü yolculuğu takip ediyor. Soygun’u olay örgüsüyle öne çıkan bir ‘suç filmi’ ya da ‘soygun filmi’nden ziyade sinemanın kendisiyle ilgilenen bir atmosfer filmi olarak görmek mümkün.


Bu yazı, Altyazı’nın Kasım 2017 tarihli 177. sayısında yayımlanmıştır.


Zihinsel engelli, içine kapanık Nick’in –belli ki neden katıldığını bile bilmediği– bir terapi seansındaki endişeli ve çekingen bakışlarıyla, zor anlaşılan konuşmasıyla başlıyor Soygun (Good Time, 2017). Karşısındaki kamu görevlisi psikoloğun sorularını kısa cevaplarla geçiştirdiği birkaç dakikalık sahne boyunca aşırı yakın planlar, Nick’in yaşadığı sıkışma hissini izleyiciye de geçiriyor. Baştan sona soluksuz bir aksiyon silsilesiyle oradan oraya koşturacak öyküyü final sahnesiyle birlikte paranteze alan bu durağan ama gergin açılış, filmin başkarakteri Connie’nin öfkeyle içeri dalması ve hakaretler savurarak kardeşini çıkarıp götürmesiyle sona eriyor. Ardından gelen doksan dakika, pek zekice tasarlanmamış bir banka soygunu girişiminin başarısız olmasını, sonrasında da Connie’nin polis tarafından yakalanan kardeşi Nick’i bir an önce kurtarma gayretiyle çıktığı adrenalin yüklü yolculuğu takip ediyor. Senaryo düzleminde bakıldığında, daha önce sayısız örneğini izlediğimiz, sıradan sayılabilecek bir suç hikâyesi var karşımızda. Fakat işin aslı, Safdie Biraderler yönetmenlik tercihleriyle Soygun’u bambaşka bir şeye dönüştürüyorlar.

Film yapmaya 2000’li yılların başında, henüz yirmi yaşına gelmeden başlayan Josh Safdie’nin birkaç kısa filmin ardından gerçekleştirdiği 2008 tarihli ilk uzun metrajı Soyulmanın Hazzı (The Pleasure of Being Robbed, 2008), dönemin gözde mumblecore akımıyla dirsek teması hâlinde bir Amerikan bağımsızıydı. Sınırlı sayıda karakter etrafında gelişen, sırtını diyaloglara ve oyunculuk performanslarına yaslayan, ‘küçük’ hikâyeler anlatan düşük bütçeli mumblecore filmlerinin etkisi, Safdie’nin kardeşi Benny ile birlikte yönettiği Daddy Longlegs’de (2009) de görülüyordu. Ancak bu filmleri takip eden 2014 yapımı Yalnız Cennet Bilir’le (Heaven Knows What, 2014) Safdie Biraderler keskin bir dönüş yaparak çok daha stilize, gösterişli bir sinemaya yöneldiler. Eroin bağımlısı genç bir kadının New York sokaklarında verdiği yaşam mücadelesini ve saplantı düzeyinde bağlandığı bir başka bağımlıyla gelgitli ilişkisini anlatıyordu Yalnız Cennet Bilir. Takipçi kamera kullanımının etkisiyle yakalanan gerçeklik hissi ve elektronik müziğin hâkimiyetindeki ses bandı Soygun’da da yerli yerinde. Filmin estetik derinliği göz önüne alındığında, ‘uyuşturucu bağımlılığı üzerine bir film’ ifadesi Yalnız Cennet Bilir’i tanımlamakta nasıl yetersiz kalıyorsa; aynı şekilde Soygun’a da bir ‘suç filmi’ deyip geçmek mümkün değil.

Good Time, Soygun

Esasında Soygun da yine birkaç karakter etrafında gelişen görece küçük bir öykü anlatıyor. Bugüne kadarki Safdie Biraderler filmlerindeki gibi, kamera başkarakterle birlikte nefes alıp veriyor, onun mahrem alanında geziniyor. Film boyunca yanından nadiren ayrıldığımız Connie’nin her hareketini, her hamlesini yakından izliyoruz. Fakat başarısız bir soygun girişimi planlaması ve ardından kardeşini hapishanenin acımasız ortamından kurtarmayı kendine amaç edinmesi dışında kişiliğine, duygularına, hayallerine dair neredeyse hiçbir şey öğrenemiyoruz. Sürekli bu kadar yakından gösterilen bir karakterin kendini bu kadar az açık ediyor olması da onunla doğrudan ilişki kurmayı güçleştiriyor. Pek çok eleştirmenin ortak yorumu, Connie’nin özdeşim kurulabilir bir karakter olarak sunulmamasının, hiçbir kurala ya da ahlaki ilkeye bağlı kalmayışının, sevilesi bir tarafının olmamasının izleyicinin filmle kuracağı bağı zayıflattığı yönünde. Oysa filmin özgünlüğü tam olarak bu tercihten başlıyor.

70’lerin Mirası

Soygun’un sıklıkla karşılaştırıldığı 70’lerin Yeni Hollywood klasiklerinin mirasından beslendiğine şüphe yok. İki soyguncunun ne yaptığını bilmez hâlleri ve acınası çaresizlikleri, akla ilk elden Sidney Lumet başyapıtı Köpeklerin Günü’nü (Dog Day Afternoon, 1975) getiriyor örneğin. Ama Lumet’in filminin aksine, Soygun’un karakterlerin toplumsal arka planına, psikolojik motivasyonuna dair doğrudan açıklamalar getirmek, onları bu noktaya taşıyan etkenleri incelemek gibi bir amacı yok. İzleyici olarak, Connie’nin derdi nedir, o paraya neden bu denli ihtiyaç duyuyor, kendince akla yatkın bir plan kurarken işe Nick’i dahil ederek neden her şeyi riske atıyor, tüm bunlara dair somut verilere ulaşamıyoruz. Bütün gece panik hâlinde oradan oraya koşuşturmasını izlesek de ne düşündüğüne, ne hissettiğine dair net bir fikir edinemiyoruz. Kendisini göz göre göre çıkmaza sürükleyen anlık ve yanlış kararlarına (sevgilisi Corey’den kefalet parası koparmaya çalışması, Nick’i hastaneden kaçırmaya kalkması, işler ters gidince rastgele bir eve sığınması, evdeki genç kızı da yanına alarak yola çıkması…) mantıklı bir açıklama getirmek, bunlar üzerinden Connie’nin zihninin derinliklerine inmek de mümkün değil. Safdie Biraderler, bizi karakterin duygularına, ruh hâline ortak etmekten çok, tekinsiz bir New York gecesinde oradan oraya savrulan bu adamdan hareketle belki de sadece sinema âleminde var olan özgün bir dünya kurmakla ilgileniyorlar. Bu yüzden Soygun’u olay örgüsüyle öne çıkan bir ‘suç filmi’ ya da ‘soygun filmi’nden ziyade sinemanın kendisiyle ilgilenen bir atmosfer filmi olarak görmek daha doğru.

Good Time, Soygun

Filmin karanlık hâletiruhiyesinin oluşturulmasında en büyük katkı, hiç şüphesiz Brooklyn’li Daniel Lopatin’in, nam-ı diğer Oneohtrix Point Never’ın deneysel müziklerinden geliyor. Lopatin’e Cannes’da En İyi Film Müziği ödülünü kazandıran bol tekrarlı synth tınıları, neon ışıklarla ve neredeyse meditatif denilebilecek yavaş zumlarla bir araya gelerek filmin dünyasına büyülü bir boyut katmakta başrolü üstleniyor. Filmin esas heyecan verici yönü de anlattığı öykünün baştan sona kesilmeyen aksiyonundan ziyade, müzik kullanımının tetikleyicisi olduğu bu atmosfer. 80’lerin aksiyon filmlerinden fırlamış gibi duran, akla John Carpenter klasiklerini getiren müzikler sayesinde, karakterin öyküsünün ötesine geçen bir sinema duygusu yaratıyor film.

Bu tercih aynı zamanda, izleyiciyle filmin başkarakteri arasına da bir tür mesafe koyuyor. Filmin izleyicide yarattığı temel duygu, böylesi bir aksiyon filminden bekleneceği üzere kahramanımızın başına gelecekler konusundaki meraktan ya da yakalanıp yakalanmayacağı konusundaki endişeden bağımsız, stilize anlatımın yarattığı sinemasal bir heyecan.

Her şey olup bittikten sonra, açılıştaki parantezi kapatan final sahnesinde bir kez daha Nick’le bir araya geliyoruz. Bu kez “hoşça vakit geçireceği” bir grup terapisine katılan Nick, korkak adımlarla, diğerlerinin oynadığı oyuna uyum sağlamaya çabalıyor. Oneohtrix Point Never’ın Iggy Pop tarafından seslendirilen ‘The Pure and the Damned’i eşliğinde jenerik akarken, film de ilk kez durup nefes alıyor. Connie’nin hiçbir noktada kontrol altına alamadığı beyhude mücadelesiyle bu sahnedeki korunaklı ortam arasındaki keskin tezat ise, tüm o cilalı estetiğin altından yine de basit bir insanlık durumuna dair çok daha saf, basit bir duyguyu çekip çıkarıyor.


Soygun, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor. MUBI’nin Altyazı okurlarına özel kampanyasıyla 30 gün boyunca MUBI’ye ücretsiz erişim sağlayabilirsiniz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.