Tam Bana Göre: Celine Song’dan Riskli Yatırımlar

İkinci uzun metrajı Tam Bana Göre’yle romantik komedi dolaylarında gezinen Celine Song, iyi bir tür filmi için doğru referanslara sahip olmanın yeterli olmadığını gösteriyor. Yönetmen, kararsız bir anlatı evreni ve en az onun kadar çorak bir imge dünyası ortaya koyuyor.
Geçtiğimiz günlerde A24, X üzerindeki hesabından e-posta içerikli bir ekran görüntüsüyle Celine Song’un yeni filmi Tam Bana Göre (Materialists, 2025) için referans görevi gören yapımların yer aldığı bir liste paylaştı. Aşk ve Gurur‘dan (Pride & Prejudice, 2005), Mezun’a (The Graduate, 1967) Paul Thomas Anderson’dan Edward Yang’e hayli yoğun ve uzun bu listeye bakınca, bugün sinemasal türlerin artık bileşenlerini ezberden söyleyecek hâle geldiğimiz; “formülleşmiş” veya formüle indirgenmiş yapısını düşünmeden edemiyor insan. Doğru oranda bir araya gelen referanslar, göz kırpmalar ve saygı duruşları günümüz anaakım sinemasının ve sinemacılarının kullanmaktan kendilerini alamadıkları birer strateji sanki. Her yönetmenin bunu bilinçli ve hesapçı bir biçimde yaptığını düşünerek birçok sanatçıya haksızlık etmek istemesek de bu eğilimin filmleri, filmin kendisinden çok internet ortamındaki ek içeriklerle (transmedia marketing olarak adlandırabileceğimiz) sonrandan anlam kazanan trükleri ve detayları için izleyen genç kesimde yankı bulduğu kesin.
Beyaz çerçevenin içinde üç ana karakterin poz verdiği; açık mavi, uzun ve ince serif yazı tipli film isminin bakar bakmaz göze çarptığı Tam Bana Göre afişi ilk kez yayınlandığı zaman, Song’un New York romantik komedilerinin formülleşmiş referanslarını kucaklayacağını gösteren ama onları ne doğrultuda kullanacağını merak ettiren bir tanıdıklığa sahipti. Filmi izleyince (ve söz konusu listeyi inceleyince) Song’un âdeta “iyi bir romantik komedinin sırrı ne?” sorusunu sorduğunu anlamış olduk – tıpkı filminin baş karakteri Lucy’nin devamlı kendisini ve çevresini gözlemleyerek “iyi bir ilişkinin sırrı nedir?” sorusu üzerine düşünmesi gibi.
Tam Bana Göre, Song’un senarist ve yönetmen olarak kendine sorduğu sorulara verdiği cevaplarla ne yapmak istediğini tam bilmediğini gösteren bir film. Zira aşk üçgenleri, çöpçatanlık, eski sevgililer, ideal erkekler gibi heteroseksüel ilişki filmlerinin hafızalarda derin izler bırakan motiflerini yeniden üretmekle, onları bile isteye sekteye uğratarak ve iç dinamiklerini dönüştürerek aşmak arasındaki üslupsal kararsızlığı hissediliyor izlerken. Celine Song’un, kararsızlık hâli, ihtimaller, geçmişte yarım bırakılan gelecek hayalleri gibi temalara yönelik ilgisini Başka Bir Hayatta‘yla (Past Lives, 2023) keşfetmiştik zaten. Ancak Başka Bir Hayatta, seyircisine geçirmek istediği duygular konusunda çok daha kararlı ve net bir duruşa sahipti. Karakterlerin zayıflıkları ve daha çok Nora özelinde, acımasızlıkları bile empati duygusunun filtresinden geçirilerek seyreltilmiş ve bir anlamda “seyirci dostu” hâline getirilmişti. Her ne kadar Song karakterlerine, anlatısının otobiyografik nitelikleri karşısında gerekli ve yerinde bir mesafeyle yaklaşsa da, Başka Bir Hayatta‘nın seyircisini kapsayan bir melankolisi ve dokunaklılığı mevcuttu.
Tarih öncesi zamanlarda geçen ve birçok seyircinin aklına Greta Gerwig’in Barbie’sini (2023) getirecek açılış sekansından Song’un Tam Bana Göre’yi daha oyunbaz ve risk alan bir film olarak tasarladığı sinyallerini alıyoruz. Ta ki, esas hikâyenin başladığı ve Dakota Johnson’ın canlandırdığı Lucy karakterinin hazırlanıp yeni iş gününe başladığı bir sonraki sekansa kadar. Lucy, Adore isminde, çöpçatanlık konusunda uzmanlaşmış bir şirkette çalışıyor. İşinde çok iyi olduğunu kısa sürede anladığımız, otuzlarının ortasında bir “New Yorker” olan kahramanımız, işini hayatını merkezine konumlandırmış tipik bir girlboss. “Çalışan kadın”, sinemasal türlerin farklı dönemlerdeki yeniden yorumlamalarında sürekli karşımıza çıkan bir figür olarak Tam Bana Göre’nin de hammaddesini oluşturuyor esasında. Ancak Lucy, tüm romantik ve cinsel ilişki dinamiklerinin ekranı sağa sola kaydırmakla şekillendiği günümüz ilişki ekosistemi açısından arkaik – hattâ anakronik diyebileceğimiz bir mesleğe sahip sanki. Ancak anlatı Lucy’nin “takılacak” değil, insanların huzurevinde beraber yaşayabilecekleri, mezarlarında birbirlerine eşlik edecekleri partnerler bulması için çalışan bir uzman olduğunu altını çize çize vurguluyor. Hikâyenin ısınma turlarını oluşturan bu giriş bölümü, akışkan kamera hareketleri, aydınlık iç ve dış mekânlar ve kurumsal dünyayla özdeşleştirebileceğimiz nesnelerin sıradanlığının hüküm sürdüğü bir görsel evren sunuyor seyircisine. Başka Bir Hayatta’nın değil de; Miranda Priestly’nin veya Carrie Bradshaw’ın New York’unda olduğumuzu, biraz hüsrana uğramış bir şekilde ama yine de merak duygumuzu tam olarak kaybetmeden kabulleniyoruz böylelikle.
Bu kısımlarda, Lucy’nin iş arkadaşlarıyla konuşmaları ve çeşitli müşterileriyle yaptığı görüşmeleri, filmdeki flört, aşk ve evlilik süreçlerini ticari bir anlaşma olarak yorumlayan “ilişki denklemlerinin” detaylandırıldığı birer tirat olarak düşünmemek oldukça zor. Song’un tiyatro geçmişinden büyük ölçüde beslenen özlü ve yazınsal yönü ağır basan diyaloglar, bu anlatının sinema perdesinde pek de evinde hissetmediği izlenimini veriyor seyirciye. Tam Bana Göre’nin düşünce dünyası ne denli zenginse, ona karşılık oluşturması gereken imge dünyası o kadar çorak kalıyor aslında. Song’un duygusal yatırımları ve aşk piyasasıyla ilgili riskleri anlatan bu metni, Dakota Johnson gibi bir oyuncunun sırtına yüklemesi ilginç bir tercih. Johnson’ın, yer aldığı her projede (şüphesiz medyada boy gösterdiği zamanki hâl ve tavırlarının da etkili olduğu) kendine has o “pek de parlak olmayan” oyunculuğuyla akıllara kazındığını söyleyebiliriz. Tam Bana Göre’deki Dakota Johnson ise belli ölçüde yarattığı bu etkinin farkında olduğu izlenimini veren, alaycı; âdeta kendine belirli bir mesafeden bakan bir “meta-performans” sergilemiş. “Belli ölçüde”nin altını çizmek önemli zira, ekran partnerleri Pedro Pascal ve Chris Evans’la olan sahnelerinin gerektirdiği dramatik ağırlığın altında ezildiği de ortada.
Lucy’nin eşleştirdiği bir çiftin düğünü, onun durağan aşk hayatını hareketlendiren, bizi de filmin diğer iki ana karakteriyle tanıştıran bölüm olarak önemli bir konuma sahip. Damadın erkek kardeşi Harry’nin, Lucy’den etkilenip ona kur yapmaya çalıştığı, Lucy’nin ise Harry’de potansiyel bir Adore müşterisi gördüğü bu sahneler, klasik bir romantik komedi girizgâhı havası taşısa da seyircinin bu ikilinin beraberliğinin mümkün olmadığını daha baştan hissetmemesi kaçınılmaz. Zira Lucy’nin yine aynı düğünde karşılaştığı eski sevgilisi John (Chris Evans), filmin duygusal bir derinlik katmaya çalıştığı yegâne erkek karakteri. John karşısında Harry’nin tüm zenginliği, yakışıklılığı ve iyi niyetliliğiyle yalnızca bir anlatı katalizörü konumuna indirgendiğini düşününce, buradaki esas meselenin Lucy’nin John’u mu yoksa Harry’yi mi seçeceği sorusu olmadığı sonucunu çıkarmak mümkün. Ancak Song’un hikâyeyi aksi istikamete çekmeye ve aslında var olmayan bir aşk üçgeni yaratmaya çalışmasıyla ortaya tutarsız ve kararsız bir anlatı yapısı çıkıyor. Filmin sormamızı istediği asıl soru Lucy’nin John’la yeniden bir araya gelip gelmeyeceği mi yoksa? Belki, ama tam da değil.
Hikâyenin, bir erkek olarak piyasa değeri “tek boynuzlu at” olarak ifade edilen Harry’nin karakter gelişimine eğilmeyeceği kısa sürede anlaşılsa da, asıl mesleği oyunculuk olan ama parası olmadığı için catering işleri yapan bir baltaya sap olamamış John’un duygusal hayatı filmde yer buluyor kendisine. John, “esas oğlan” sempatikliği, “kızım ben seni üzerim” soslu erkekliğiyle tipik bir romantik komedi kahramanı. Ki Marvel hapishanesinde çürümesine ve vasat aksiyon filmlerinde harcanmasına üzüldüğümüz Chris Evans’a da yakışan bir rol bu. Ancak Lucy ve John’un kısacık ve filmin oyunculuk açısından en başarısız sahnesi olan bir flashback’le geçiştirilen ilişki geçmişi bu ikili arasındaki dinamiğin sahiciliğini de sıfırlıyor ne yazık ki.
Jane Austen’ın Emma veya Pride & Prejudice’ı kaleme aldığı çağlarda – bazı istisnalar dışında – bir kadının evlenmeme gibi bir seçeneğinin olmadığını biliyoruz. Ancak Celine Song’un neden ana karakterinin mutluluğu ve huzuru için tek koşulunun doğru erkeği bulmasıymış gibi hissettiren bir anlatı evreni inşa etmeyi seçtiğini anlamak gerçekten güç. Maddi dünya üzerine bu denli kafa yoran bir filme göre, sınıfsal, toplumsal, kültürel ve bedensel farklılıkların yalnızca “kendine hayırlı bir kısmet bulmaya çalışan zengin şehirliler” ekseninde ele alınması ise o kadar talihsiz ki.
Tam Bana Göre’nin ana karakterinin – doğru ya da yanlış – düşünce sistemiyle mutlu mesut yaşarken, kendisi ve ilişkileri üzerine temelsiz bir bunalım yaşamasına vesile olan olayın ele alınma biçimi ayrıca evlere şenlik. Lucy hayatının kırılma noktasını, hayatının erkeğini arayan ama bir türlü bulamayan müşterisi Sophie’nin, ona ayarlanan bir buluşmada cinsel saldırıya uğraması sonrasında yaşıyor zira. Bu olaya kendisinin sebebiyet vermiş olması gerçeği karşısında altüst olan Lucy, yaptığı işe, savunduğu değerlere inancını kaybediyor ve hayatına farklı bir pencereden bakmaya başlıyor böylelikle. Song’un, Lucy’nin duygusal kırılma noktasını anlatmak için pek çok farklı seçenek varken, yan hikâye olarak bir tür “cinsel saldırı”yı tercih etmesi gerçekten şaşırtıcı. İlişkilerde ve ilişki öncesi flört dönemlerinde yaşanan ve pek çoklarımızın dile getirmediği bu gerçekliğin tüm yalınlığı ve sıradanlığıyla beyazperdeye taşınması elbette ki değerli. Ancak Sophie’nin anlatısını layığıyla anlatmaktan çok uzakta olan ve Lucy’nin depresyonuna önayak olması dışında filmde kendisine hiçbir şekilde yer bulamayan bu yan hikâye, Celine Song’un Tam Bana Göre özelindeki en büyük başarısızlığı.
Hem de ne pahasına? Aşkın mantığa baskın geldiğini söylemek için mi? Yoksa paranın hayatta her şey demek olmadığını hatırlatmak için mi? Tam Bana Göre’nin “aşkı seçen” çifte kumrularını nasıl bir geleceğin beklediğini bilmesek de, bu çiftin hikâyesinin Celine Song’un da faydalanabileceği bir kıssadan hisse sunduğu kesin: Nasıl ki ilişkilerde aranan her özelliği karşılamak mutlu bir beraberliği garanti etmiyorsa, sinemasal türlerin “gereksinimlerini” karşılamak da iyi bir film çekmeye yetmiyor ne yazık ki.

1996’da Adana’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladı. Hâlen Paris VIII (Vincennes-Saint-Denis) üniversitesinde Sinema Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Çeşitli mecralarda sinema yazarlığı ve çeviri yapmaktadır.