Suspiria: Cadı Yüreği
1977 tarihli korku klasiği Suspiria kırk yıl sonra, 2018 yılında yeniden çevrimiyle seyirciyle buluştu. Dario Argento’nun kült filmine farklı bir yorum getiren İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, yeni Suspiria’da cadı imgesi üzerinden Nazizmle dirsek teması içinde bir kötülük anlatısı kuruyor.
Bu yazı, Altyazı’nın Kasım-Aralık 2018 tarihli 188. sayısında yayımlanmıştır.
Bir klasiğin yeniden çevrimine kalkışmak kolay iş değil. Orijinal bir fikre dayanan son filmi Benim Adım Aşk’ı (Io sono l’amore) 2009 yılında çeken İtalyan sinemacı Luca Guadagnino, çoktandır yeniden çevrimlerin ve uyarlamaların yönetmeni olarak şekillendiriyor kariyerini: 1969 tarihli La Piscine’i günümüze uyarladığı Sen Benimsin (A Bigger Splash, 2015), bir seriye dönüşecek gibi görünen Beni Adınla Çağır (Call Me by Your Name, 2017) ve son olarak Bob Dylan’ın ‘Blood on the Tracks’ albümünden yola çıkarak gerçekleştireceği proje… Dario Argento’nun kült filmi Suspiria’yı (1977) yeniden perdeye taşımak için gereken cesaret, Guadagnino’nun hamurunda varmış belli ki.
Olası bir yanlış anlamayı baştan engellemek adına, şunu hatırlatmak gerek: Suspiria’nın yeniden çevrilmesi Hollywood’da en az on senedir üzerinde çalışılan bir fikir. 2008 yılında ilk duyurulduğunda yönetmen koltuğuna David Gordon Green’in oturması, başrolü ise Natalie Portman’ın canlandırması planlanıyordu. Zaman içinde bütçe sorunlarından dolayı rafa kalkan projenin yeniden canlanması ve Guadagnino isminin açıklanması 2015 yılındaki Venedik Film Festivali esnasında oldu. Dakota Johnson ve Tilda Swinton’ın başrollerde yer alacağı da daha o zamandan belliydi. Hattâ Johnson iki yıl sürecek yoğun bir bale eğitimine başlamıştı bile.
Luca Guadagnino filmini bir yeniden çevrim değil, Argento’nun filmine yeni bir yorum olarak tanımlıyor. Ancak yine de özgün filmin olay örgüsüne dair genel izleği takip ediyor. Amerikalı bir genç kadının, Susie Bannion’ın dans eğitimi almak için Almanya’ya gelişiyle başlıyor öykü. Onun gelişi tam da bir başka öğrencinin, Patricia Hingle’ın okulu terk edişinin ertesine tekabül ediyor. Yeni filmde Patricia bir arkadaşının değil, psikiyatristinin evine sığınıyor ve ilk filmin ileri aşamalara kadar sakladığı bir bilgiyi, seyirci için artık sürpriz değeri taşımadığından, bu kez erkenden dillendiriyor: Markos Dans Akademisi’ndeki eğitmenlerin hepsi birer cadı!
Guadagnino’nun filmi kendi sürprizli finaline doğru ilerlerken; cadılara, ‘Mother (anne) Markos’a ve okulun sadece kadınlardan ibaret eğitmen kadrosuna dair kartlarını açık oynadığı için, bir gizem örgüsü kurmuyor. Susie’ye karşı gitgide daha anaç bir tavır gösteren Madam Blanc’ın (Tilda Swinton) niyetini, ne kadar ileri gidebileceğini hiç gizlemiyor. Bu da Guadagnino’nun cadıların eylemlerini sakınmadan gösterebildiği, grotesk vahşet sekanslarına olanak sağlıyor. Suspiria’nın her türlü günahı ve sevabı bir yana, Susie’nin ilk dansıyla bir başka dansçının dehşet verici ölümünün paralel kurgulandığı ilk sekans, uzun yıllar hafızalardan çıkmayacaktır. Luca Guadagnino’nun filminin en büyük gücü de birer ayine dönüşen dans sekanslarında zaten. Bu kısımlarda Dakota Johnson’ın başarısı büyük. Ancak film öyle bir efsanevi aktrisler geçidi ki Johnson’a ayrıca oyunculuğunu gösterebileceği sınırlı bir alan kalıyor.
Aktrisler Geçidi
Herkesten önce Tilda Swinton. Dans eğitmeni Madam Blanc dışında, inandırıcı bir makyajla psikiyatrist Dr. Jozef Klemperer’e de hayat veriyor Swinton. Tabii filmin ilk kez seyirci karşısına çıktığı 75. Venedik Film Festivali’nde ve onu takip eden bir aylık süre zarfında, bu erkek karakterin sözde Lutz Ebersdorf adlı bir aktör tarafından canlandırıldığı bilgisini tekrarlamakta ısrar ederek, filmin konuşulmasına vesile olacak bir oyun oynadılar. Ancak filmi Venedik’te izleyen herkes, ağır makyaja rağmen Swinton’ı tanımıştı elbette. Usta aktrisi bu role, Büyük Budapeşte Oteli’nde (The Grand Budapest Hotel, 2014) de birlikte çalıştığı Oscar ödüllü makyaj sanatçısı Marc Coulier ve ekibi hazırlamıştı.
Kadroya daha yakından baktığımızda, Chloë Grace Moretz ve Mia Goth gibi genç nesil oyunculardan öte, Guadagnino’nun deneyimli Avrupalı aktrislerden kendisine bir rüya takımı kurduğunu görüyoruz. 2008’de duyurulan versiyonda da Isabelle Huppert, Janet McTeer, Judi Dench gibi tanıdık isimlerden bahsediliyordu. Guadagnino daha çok sinefillere hitap eden tercihler yapmış. Volker Schlöndorff filmlerinden tanıdığımız Angela Winkler, Rainer Werner Fassbinder’in eski eşi Ingrid Caven, 80’ler Hollanda sinemasında bir seks sembolü olarak anılan ve o dönemin Paul Verhoeven filmlerinde de boy gösteren Renée Soutendijk, César ödüllü Fransız aktris Sylvie Testud… Ve tabii bir de Argento’nun filminde başrolü, yani Suzy’yi oynayan Amerikalı Jessica Harper. O da cadılar kadrosuna ufak ama dikkat çekici bir rolle katılıyor.
Tüm bu cadılar, birer anne figürü olarak karşımıza çıkıyor filmde. Suspiria’yı yeniden yorumlarken annelikle ilgili bir film yapmayı amaçladığını zaten dile getirmiş olan yönetmen, daha ilk sahnede dikkatimizi bir Jung kitabına çekerek derdini belli ediyor. Cadı imgesi, Jung’un anne arketipi başlığı altında karşımıza çıkan, bilincin anaerkil durumuna dair bir ipucu belki. Cadıların ele geçirip oyuncak gibi kullandığı iki polis ve aslında Swinton tarafından canlandırılan psikiyatrist haricinde hiç erkek oyuncunun görülmediği bir filmden bahsediyoruz. Film boyunca bilinçten uzaklaştıkça mitolojik bir alana doğru ilerliyor Guadagnino. Cadı imgesi üzerinden satanizme ve bunun Nazizmle bağlarına kadar giden bir alanda fikir yürütmeye çalışır görünüyor. En azından görünüyor.
Almanya, 1977
Dario Argento’nun filminin en büyük artılarından biri, kurduğu kapalı devre dünya içinde tamamen kendi gerçekliğini yaratmasıdır. Onu benzersiz kılan budur. Luca Guadagnino ise o dünyayı genişletmeye, sanki daha ciddiye alınır bir hâle sokmaya çalışıyor. 1977 Almanya’sını okulun kapılarının dışında bırakıp unutmuyor.
Orijinal filmde Udo Kier’in oynadığı kısacık rolün genişletilmiş bir versiyonu olduğunu düşündüren Dr. Jozef Klemperer ve onun İkinci Dünya Savaşı’na uzanan geçmiş hikâyesi, karısını nasıl kaybettiği mevzusu, öykünün Nazizmle dirsek temasını kuruyor. Almanya’nın yakın tarihinde yüzleşilmesi gereken her mesele filmde yer alıyor. 1977, Baader-Meinhof grubunun eylemlerinin doruk noktasına ulaştığı sene. Filmdeki olayların cereyan ettiği aylar, tam da ‘Alman Sonbaharı’ olarak tanımlanan kriz süreci. Eski SS subayı ve o dönem işveren sendikalarının başı Hanns Martin Schleyer’in kaçırılmasını; Ekim ayında RAF üyelerinin kaçırdığı Lufthansa uçağının haberlerini ve eylemcilerin polis baskınında öldürülmesini film boyunca arka planda takip ediyoruz. Guadagnino hem dans okulunun içinde hem de dışında bir iktidar ve baskı, zulüm öyküsü anlatmak istiyor. Fakat filme yüklediği bu tarihsel detaylar bir yere varıyor mu, yoksa sadece basit bir korku filminden daha fazlasını yaratma telaşının emareleri mi bunlar, esas tartışılması gereken bu herhâlde.
Suspiria, Venedik’te iki ayrı uçta yorumlarla karşılandı. İlk gösteriminde az sayıda insan tarafından yuhalandığını öğrendik ama ikinci basın gösteriminde cılız da olsa alkışlar vardı. Olumlu bakanlar filmin kendini ciddiye almadığını düşündükleri için zevk almış, sevmeyenler ise gereğinden fazla ciddiye aldığına inanmıştı. Radiohead solisti Thom Yorke’un özgün müzikleriyle de iddialı, Argento’nun filminin estetiğinden çok farklı, ilgi çekici denemelerle dolu bir film Suspiria. İki buçuk saatlik süresinin büyük kısmında entelektüel bir tartışma ve analiz alanı açmak için o denli uğraşır göründükten sonra, aşırılıklarla dolu final sekansında yer alan kimi gayri ihtiyari gülünç anların kasıtlı olduğuna, Guadagnino’nun sadece eğlenmek istediğine inanmak kolay değil doğrusu. Öyle bir sekans ki Thom Yorke’un film için yazdığı melodik şarkı ‘A Suspirium’ aniden eğreti durabiliyor. Venedik’ten sonra filmin, Kuzey Amerika galasını yapma imkânı aradığı Toronto Film Festivali tarafından reddedildiği söyleniyor. Kış aylarındaki ticari vizyonunda ise, geçen yıl Darren Aronofsky’nin anne! (mother!, 2017) filmine yöneltilenlere benzer şiddetli tepkiler alması muhtemel. Yine de Guadagnino’yu risk almaktan çekinmediği için takdir edebiliriz en azından.
Suspiria, 10 Temmuz 2021 tarihinden itibaren MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.
1976 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Yüksek Lisans Programı’nda eğitimini tamamladı. 2004'ten bu yana sinema yazarlığı yapmaktadır.