Şu An Okunan
Unutulmayan Aşk: Cennete En Yakın Yerde

Unutulmayan Aşk: Cennete En Yakın Yerde

Kundura Sinema’nın beşinci yaşına özel hazırlanan ‘Kundura Sinema’nın Hafızası‘ programı pek çok klasiği seyirciyle buluşturuyor. Programda yer alan Cary Grant ve Deborah Kerr’li Unutulmayan Aşk da sinema tarihinin en sevilen aşk filmlerinden biri. Melodram ve komedi unsurlarının ustalıkla dengelendiği film pek çok özelliğiyle günümüzde ilgi çekici kalmaya devam ediyor.

Hollywood’un Altın Çağı’nın en sevilen aşk filmlerini sıralasanız, listenin en tepesine yazacağınız yapımlardan biri de 1957 tarihli Unutulmayan Aşk (An Affair to Remember) olacaktır. Klasik Hollywood’un ideal jönü Cary Grant ile kariyerinin en parlak dönemindeki Deborah Kerr’i bir araya getiren film, Hollywood romantik komedi geleneğinden ödünç aldığı mizahi unsurları ve diyalog yapısını melodramatik anlatı dokunuşlarıyla ustaca dengeler. Öykünün idealize edilmiş, dış dünyadan kopuk ve “hayattan büyük” kahramanlar etrafında kurulduğunu göz önünde bulundurursak, gerçekçilik ya da inandırıcılık konusundaki beklentileri düşük tutarak izlenmesi gereken bir stüdyo filmidir bu. Ancak böylesi bir mesafeyle izlendiğinde de –elbette iki yıldızının ışıltılı performanslarının büyük katkısıyla– bir aşk filmi klasiğinin vaat ettiği her şeyi fazlasıyla sunar seyircisine.

Esasında Leo McCarey, Unutulmayan Aşk’ı (yine kendi yönettiği) 1939 tarihli Love Affair’den uyarlamıştır. Başrollerine Irene Dunne ve Charles Boyer’i taşıyan ilk film ile Unutulmayan Aşk’ın öyküsü birbirine çok yakındır; hattâ pek çok sahnede mizansenden kamera açısına her şeyin birebir aynı olduğu söylenebilir. Altı dalda Oscar’a aday gösterilen Love Affair de o dönemde önemli bir başarı yakalamıştır yakalamasına ama günümüzden bakıldığında Unutulmayan Aşk’ın çok daha kalıcı bir iz bıraktığı su götürmez. Bunun temel sebebini de filmin parlak görselliğinin yanında, herhalde Cary Grant ve Deborah Kerr’in varlığında aramak gerekir.

Film, aşk maceralarıyla dünya çapında şöhret kazanmış Nickie Ferrante’nin (Cary Grant) çok zengin bir ailenin varisi olan Lois Clark’la yapacağı evlilik arifesinde çıktığı Avrupa seyahatine dair magazin haberleriyle açılır. ABD’den İtalya ve İngiltere’ye, her yerde yapılan bu televizyon haberlerinde sürekli olarak, Nickie Ferrante’nin konacağı servetin büyüklüğünün altı çizilir. Ne var ki Nickie, Avrupa’dan New York’a gemiyle yapacağı yolculukta, tıpkı kendisi gibi uzun süreli bir ilişki içinde olan Terry McKay’le (Deborah Kerr) tanışacaktır. Şakayla karışık flörtleri ikisini birbirine yakıştıran yolcuların, onlara bir çift muamelesi yapan mürettebatın ve peşlerine düşen magazin fotoğrafçısının kolektif katkısıyla, kaçınılmaz bir hızla aşka doğru evrilir. İki kahraman dışındaki tüm karakterlerin bu ilişkiyi başlatmak için neredeyse içgüdüsel bir çaba göstermesi, bir bakıma seyircinin konumunu da aynalar. Tıpkı yegâne beklentisi bu ilişkinin gerçeğe dönüşmesi olan yolcular gibi, izleyicinin de temel arzusu bu iki parlak yıldızın ne olursa olsun bir araya gelmesidir.

Bu noktada, geminin mola verdiği Fransız Riviera’sında geçen bölüme ufak bir parantez açalım. Nickie ve Terry Nickie’nin yaşlı büyükannesi Janou’yu (Grant’ten yalnızca on altı yaş büyük olan Cathleen Nesbitt) ziyaret ettiklerinde gemideki tüm o şamatayı bir süreliğine geride bırakırız. Harika bir manzara eşliğinde, kuş cıvıltıları ve aile sıcaklığı içinde Nickie’nin incelikli kişiliği açığa çıkacak, sohbet duygusal konulara kayacak ve büyükannenin piyanoda çaldığı dokunaklı aşk şarkısıyla birlikte kader, ağlarını daha hızlı örmeye başlayacaktır. Senaryo bu bölümde, filmin dramatik finaline birkaç kanca atmayı da ihmal etmez. Gemiden yapılan çağrı sonrasında Nickie ve Terry limana doğru hareket ederken, kaçınılmaz süreç de işlemektedir.

Kavuşamayan Âşıklar

Peki, her iki karakter de evli olmadığına, “ayrı dünyaların insanı” olmadıklarına ve aralarında başka bir uzlaşmazlık da bulunmadığına göre, aşklarının önündeki temel engel nedir? Film, bu çatışmayı yaratmak adına peri masallarından fırlamış bir çözüm bulur: Hayatı boyunca hiç çalışmamış bir erkek olarak Nickie’nin hiçbir geliri yoktur, bu yüzden de kendisini bekleyen serveti elinin tersiyle itmesi ve Terry’yle birlikte geçimlerini sağlaması imkânsız görünmektedir. Aynı şekilde Terry de gece kulüplerinde şarkı söylemek mecburiyetinden, varlıklı sevgilisi Ken sayesinde “kurtulmuştur” ve onun da Ken’i bırakması büyük bir güvencesizlik anlamına gelecektir. İşte bu yüzden, gemi New York limanına yanaşırken birbirlerinden biraz zaman isterler ve işlerini yoluna sokup tam altı ay sonra Empire State binasının tepesinde, “New York’un cennete en yakın yerinde” buluşmak için sözleşirler.

Her melodram seyircisinin tahmin edeceği üzere, âşıkların duygularından, iyi niyetlerinden ne kadar emin olursak olalım, sözlerinde durup birbirlerine kavuşmalarını engelleyecek trajik gelişmeler bizi beklemektedir. Nişanlısından ayrılan Nickie Terry’yle evlenebilmek için hayatında ilk defa çalışmaya karar verip gece gündüz resim yapmaya başlar ve parodik denilecek kadar iyimser bir senaryo hamlesiyle, altı aylık sürede resimlerini satarak para kazanacak hâle gelir. Buna karşılık Terry de zengin sevgilisinden ayrılarak yoksul çocuklara müzik dersleri verir, ki bu da herhalde bir karakterin ne kadar iyi yürekli olduğunu göstermek için seçilebilecek en dolaysız yollardan biridir. Tüm bunların üzerine, buluşmayı engelleyen kaza ve sonrasında yaşananlar, değme melodrama taş çıkaracak denli ağdalıdır. Öte yandan, bu büyük aşk uğruna terk edilen eski sevgililerin kıskanç, kötücül insanlar olarak kodlanmaması da dikkat çekicidir. Lois, Nickie’ye sosyal hayatta eski bir dost gibi eşlik ederken Ken de Terry’ye elinden gelen desteği vermekten geri durmaz. Karikatürize edilmiş şeytani karakterlerin yokluğu, bu son bölümdeki melodram tınısını bir nebze azaltır, öykünün ayaklarının biraz olsun yere basmasını sağlar. Ancak finalde bizi göz yaşartıcı birkaç hamle daha beklemektedir şüphesiz.

Başta söylediğimize dönecek olursak, tüm bu inandırıcılıktan uzak anlatıyı, yapay dünyayı, bu tozpembe aşk hikâyesinin sterilliğini kıran şey hiç kuşkusuz, Cary Grant ve Deborah Kerr’in perdedeki varlıklarıdır. İkilinin karizması ve cazibesi, izleyiciye tüm soru işaretlerini bir kenara bırakıp karakterlerin peşine takılma imkânı sunar. Film gösterime girdiğinde, pek çok yorumcunun ortak görüşü, “Cary Grant’in Cary Grant’i başarıyla canlandırdığı” yönünde olmuş. Gerçekten de Nickie Ferrante karakteri, Grant’in 30’lu yılların sonundan itibaren yavaş yavaş şekillenen perde personasının şahikasıdır: Zeki, nüktedan, yakışıklı ama yeri geldiğinde de bir o kadar sert ve aksi, kendini çevresindeki her şeyden üstün gören kalender bir adam. Buna karşılık, aynı yıl rol aldığı Heaven Knows, Mr. Allison (1957) filmiyle kariyerinin dördüncü Oscar adaylığını kazanacak olan Kerr’in canlandırdığı Terry de sadece güzelliğiyle değil iyi niyeti, gururu ve ağırbaşlılığıyla da izleyicinin gönlünü çalacak bir karakter olarak tasarlanmıştır. Nihayetinde, aşk filmi dediğimiz, zamanın en hızlı eskittiği türlerden biridir belki de. Ama yıldızlar doğru bir şekilde bir araya getirildiğinde kalıcı bir etki sağlanması mümkündür ve hiç kuşkusuz Unutulmayan Aşk bunu başaran bir yapımdır.


Kundura Sinema’nın Hafızasıprogramında yer alan Unutulmayan Aşk, 14 Şubat Sevgililer Günü’ne özel bir gösterimde seyirciyle buluşuyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.