Şu An Okunan
Yaşamak: Kendine Ait Bir Oda

Yaşamak: Kendine Ait Bir Oda

Hayatın anlamını keşfetmeye dair, ömrü göreceli ama kesinlikle kayda değer bir farkındalık yaratan Yaşamak, insanı incitmeden silkeleyen filmlerden. Akira Kurosawa’nın aynı adlı filmi emin ellerde.

Yaşamak’ı (Living, 2022) Akira Kurosawa’nın Yaşamak (Ikiru, 1952) filminin yeniden çevrimi olduğunu bilmeden izlerseniz, tepeden tırnağa “İngiliz” bir filmin 50’ler Japon sinemasından tatlı bir esinti taşıdığını sanırsınız – ki bir yeniden çevrim tam da bundan ibaret olmalı aslında. Orijinalinin kopyası olmak yerine sadece onun ruhundan bir parçayı içinde taşımayı tercih eden, “kendine ait bir oda”. 

Tıpkı Ikiru’daki gibi savaş ertesinde geçen Yaşamak, her şeyden önce gerçek konforu bürokrasinin sıcak koynunda bulan, koca ömrü tek bir gün gibi geçiren, farkında olmadan kendisi de dahil olmak üzere tüm insanlıktan umudunu kesmiş bir adamın hikâyesi. Diğer yandan en basit hâliyle hayatın anlamını keşfetmek üzerine. Bu yüzden insanın hayatın anlamını aradığı her çağa ve her mekâna pekâlâ uyarlanabilir. Örneğin mükemmel bir Kemal Sunal filmi de olabilirdi. 80’lerin ertesinde, insan ilişkilerinde yozlaşmışlığın resmini çizen Varyemez’i (1991) hatırlayın. Kendisini kaçıran uyduruk örgütün en gönülsüz üyesi olan genç kadından gördüğü şefkatle, hayata farklı gözlerle bakmaya başlayan Ragıp Elibol’u… Tıpkı ekibinde çalışan hayat dolu Margaret’tan yaşamayı öğrenen Bay Williams gibi. Maddi çıkarların gölgelediği aile ilişkileri, dakiklikleri, hatta pintilikleri dahi ortak. Bir toplumsal satir kahramanı olsaydı, Ragıp Elibol gibi kendi cenazesine bile gidebilirdi belki. En önemli farklarıysa şu: Bay Williams uykusundan uyandırıldığı için minnettar, Elibol ise ailesinin gerçek yüzünü keşfettiği için hayli isyankâr, çünkü onun yaşamak için biraz daha vakti var: “Ne güzel yaşayıp gidiyorduk. Dibi çıkmış bu dünyanın gerçek yüzünü gösterdiniz bana. İyi bok yediniz. Bir insan nasıl böyle yaşayabilir?” Yaşamak. Asıl konumuz bu değil miydi? 

Özellikle 50’lerde çekilen Japon klasiklerinde sıkça rastladığımız nesiller arası uçurum, savaş sonrasının birbirinden uzaklaştırdığı aile bireyleri, maddiyatın hızlı yükselişi, manevi değerlerin çöküşü, ebeveynlerin çocuklarına dair yaşadıkları hayal kırıklıkları, büyük beklentiler, yaşlılık ve ölüm konuları Yaşamak’ın da hamuruna karışmış elbette. Ama Bay Williams meşhur bir Ozu karakteri gibi “Hayat insanı hayal kırıklığına uğratıyor, değil mi?” diye sormakla hiç vakit kaybetmiyor. Yaşanmamış hayatının yasını tutmak yerine harekete geçiyor ve kalan ömrüyle yapabileceği en iyi şeyi yapıyor. Bu yüzden Bay Williams’ı izlerken her yaştan seyircinin aklında birkaç soru var: “Yaşamanın gerçekten tadına varabildiğim kaç an yaşadım?”, “Sahi, yaşama ayrıcalığını nasıl kullanıyorum?”, en fenası da “Gittikten sonra arkamda ne bırakacağım?” Bunlar, bir filmin insana sordurabileceği en zor sorular olabilir. Üstelik cevap kimse için müspet değil, daha soru işaretine bile varmadan derin pişmanlıklar ensenizde. Bu yüzden Yaşamak art niyetsiz bir kendini iyi hisset filmi olduğu kadar, insanı silkeleyen de bir seyir deneyimi. Zaten silkelenmek de bir kendini iyi hissetme şekli.

Seyirciyi Silkelemek

Çok iyi bildiğimiz böyle bir hikâyede seyirciyi silkelemekse göründüğü kadar kolay değil. Her an Rob Reiner’ın her tür duygu sömürüsünden nasibini almış hantal filmi Şimdi Ya Da Asla (The Bucket List, 2007) ile bezgin Yavuz Turgul sinemasının varoluşçuluk serüveni Yol Ayrımı (2017) arasında bir yere razı olmak zorunda kalabilirsiniz. İşin aslı, kimse aksi ihtiyarın büyük değişimine tanık olmak istemiyor. Yıllardır görüşmediği kızıyla barışması da, fabrikasındaki işçi kadınla yüzleşmesi de, klişe dilek listesi de, giderayak kurduğu son büyük dostluk da kimsenin umurunda değil. Bu tür filmlerden asıl beklenen, hayatı yaşamaya değer kılan gerçekleri hatırlatırken ana karakterin kişisel mücadelesinden kendini kurtarıp seyircinin içsel sorgusuna alan açması. Yaşamak da tam olarak bunu yapıyor. Hatta kimi zaman Ikiru’nun bile yapamadığı netlikte. 

Bu yönde en önemli hamlesi, hikâyeye henüz rutinin kölesi olmamış, genç ve taze bir karakter eklemesi oluyor: Peter Wakeling. Peter elbette seyirciyi temsil ediyor. Onunla Bay Williams’tan bile önce tanıştığımız istasyon sahnesinde, somurtkan ve mutsuz gibi görünmeyi kutsal bir görev gibi benimsemiş, itaatkâr bir orta sınıf erkek kalabalığına dahil ediliyor. Bu kalabalığın uzun zamandır muzdarip olduğu ve adına amaçsızca zaman öldürme denen bulaşıcı hastalığın Peter’a bulaşması an meselesi. Filmin bizler için ne kadar umutlu veya ne kadar umutsuz biteceği Peter’ın nihai durumuna bağlı. Diğerleri gibi hastalığı kapıp bir zamanlar olduğu kişiyi çabucak unutacak mı yoksa etrafını saran zombilere karşı bekâretini korumaya devam edecek mi? Herkese lakap takan Margaret’ın, Bay Williams’a Bay Zombi demesi tesadüf değil. Rutinlerin güvenli çemberinde ölümü beklemek zombilik gibi hızla bulaşıyor. Hayata Peter Wakeling’ın işinde fark yaratma hevesi gibi taptaze başlamak, yavaş yavaş insani özelliklerini yitirmek ve sonunda Bay Williams’a dönüşmek. Hayatın olağan akışı bu.

Filmden sonra kendinize sorduğunuz sorularla ne kadar değiştiğinizi ve bu değişimin ne kadar süreceğini sorgularken, Bay Williams’ın ofisindeki küçük zombiler grubunun yaşadığı kısa uyanışı düşünün. Herkesin hastalıktan sıyrılıp gerçekten yaşadığını hissettiği o sihirli birkaç günü. Yaşamak bizden temiz yüzlü Peter Wakeling olmamızı bekliyor ama o zombilerden biri gibi, yaşadığımız kısa ömürlü bir farkındalık da olabilir. Değişim imkânsıza yakın, çember çok sağlam, hastalık damarları sarmış, teslim olmak çok kolay. Direnmek ve fark yaratmaksa çok fazla çaba istiyor. Hayatın tadını çıkarmayı bilmemenin getirdiği çaresizliği elden ele uzatıyoruz. Ama payımıza düşen kısa ömürlü farkındalığa da neden razı olmayalım? Üstelik bu koşullarda. Yaşamak’ı izlemek her şekilde kârlı bir anlaşma. Bay Williams rolüyle kariyerinde ilk kez Oscar’a aday olan 73 yaşındaki Bill Nighy için “hatırlarda bu rolle kalacak” deniyor. Sanki şimdiden ölmüş de hayata son imzasını bu rolle atıyormuş gibi. Yaşamak’ın her zerresine işlemiş “Yaşadığınızın farkına varın” emrinin altında insanın unutulma korkusu da var elbette. Gitmeden önce bir iz bırakın, birinin yaşamına dokunun ve bu sayede daima hatırlanın. Filmin pazarlama stratejisi ironik şekilde bu korkuyu başrol oyuncusuna da yakıştırıyor. Sanki Bill Nighy’nin de büyük bir unutulma korkusu varmış da bu filmi izleyerek ona yardım edebilirmişiz gibi bir hadsizlik çağrısı… Doğrusu Nighy’e de büyük haksızlık. Bu filmi izleyerek en fazla kendimize yardım edebiliriz. Anlaşmanın şartları da bir önceki paragrafta.


Yaşamak, 3 Mart’tan itibaren sinemalarda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.