Şu An Okunan
The Banshees of Inisherin: Yüzeydeki Çatlaklar, Arasından Sızanlar

The Banshees of Inisherin: Yüzeydeki Çatlaklar, Arasından Sızanlar

Martin McDonagh’nın yeni filmi The Banshees of Inisherin, iki kadim dosttan birisinin bir sabah kalktığında diğerini hayatından çıkarmaya karar vermesi üzerine kurulu. Bu tuhaf ve şaşırtıcı kararın nedenlerini sorgulamak da hem filmi hem de sahip olduğu alegorik yapıyı çözümleme yolunun başlangıcı.

“Artık senden hoşlanmıyorum.” Uzun ve başarılı bir tiyatro kariyerinin ardından In Bruges (2008) ile sinema kariyerine başlayan ve çağımızın en başarılı yazar ve yönetmenleri arasında görülebilecek Martin McDonagh’nın yeni filmi The Banshees of Inisherin’in (2022) merkezinde bu cümle yatıyor. Oldukça tipik bir İrlanda görüntüsüyle, bol bulutlu, yemyeşil, el değmemiş bir kırsal manzarasıyla ve onu arşınlayan bir karakterle açılıyor film. Karakterimizin göz selamlarından bu küçük kasabanın mukimi olduğunu, kendinden emin ve ayakları yere basan hâlinden bir rutini devam ettirdiğini anlıyoruz. O manzaranın en seyirlik noktalarından birindeki bir eve varıyor ve kadim dostunu dışarı davet ediyor, her zaman olduğu gibi öğleden sonra puba gidip birkaç bira içmek üzere. The Banshees of Inisherin, bu rutinin bozulduğu, bu iki kadim dosttan birinin evden çıkmayı reddettiği noktada başlıyor. Rutini bozanın gerekçesi ise filmin ilk intibada yüzeysel, ancak her bir yeniden bakışta karanlıklaşan (ve garipleşen) yapısını en baştan ortaya koyar düzeyde: “Artık senden hoşlanmıyorum.”

McDonagh, gerçekten de, bir miktar şaşırtıcı biçimde filminin merkezine bu cümleyi yerleştiriyor. Filmin ilk anlarından itibaren 114 dakika boyunca kurmaca bir İrlanda adasında yaşayan iki arkadaştan birinin, bir gün uyandığında kırk yıllık dostuyla konuşmak istememesini, bu uğurda gerekirse kendine bile zarar vermekten çekinmeyeceğini izliyoruz. Bu durum, bu eski ve küçük kasabada yaşayanları bir girdap gibi içine çeken, inat devam ettikçe büyüyen ve kontrolden çıkan bir olaya dönüşüyor. Zira Colm (Brendan Gleeson), Pádraic’in (Colin Farrell) sıkıcı nezaketi ve amaçsız iyiliğiyle vakit geçirmeyi artık zaman kaybı olarak gördüğünü, kalan vaktini müziğe, şiire ve üretmeye adamak istediğini söylüyor ve Pádraic’le muhabbetini tamamen kesiyor. Eğer kendisiyle konuşmaya devam ederse keman çaldığı elindeki parmakları bir bir keseceğini söylüyor ve tek istediğinin ondan uzak kalmak olduğunu belirtiyor. Pádraic bunu kabullenmeye, Colm da taviz vermeye razı gelmeyince başta bu iki karakterin ve devamında tüm kasabanın yangın yerine dönmesini izliyoruz âdeta.

Yüzeysel İlk Görünüm

The Banshees of Inisherin, ilk bakışta oldukça yüzeysel, basit bir hikâye anlatıyor. Olay örgüsünün epey -hatta biraz fazla- sarih bir neden-sonuç ilişkisiyle ilerlediği, davranışların ilk görünümlerinin yoruma neredeyse hiç yer bırakmadığı bir anlatı takip ediyoruz. Öyle ki, folklorik, mitolojik bir esansa sahip gibi görünüyor bu öykü. Filme ve Colm’un yaptığı besteye adını veren “banshee” adlı ölüm perisi inanışından kalın çizgilerle çizilmiş, karikatürize karakterlere, köyün “deli”sinden polisine, dedikoducusundan “akil”ine bir fablın, bir meselin içinde hissediyorsunuz kendinizi. Ancak McDonagh’nın olgun kalemi ve rejisi, bu sorgusuz ilk yüzeyde açtığı çatlaklardan içeri bakmaya davet ediyor seyircisini. 

Bu çatlakların çıkış noktasında, filmin yüzeysel görünümünün yol açtığı bir tür açıklama ihtiyacı var şüphesiz. Anlatının tam merkezindeki bu “Artık senden hoşlanmıyorum” çıkışının sebebi ve ne kadar süreceği sorusu filmin ilk kısmında seyircinin aklına takılan ilk çengel sorulardan birisi oluyor. Bu aynı zamanda filmin basit görünen neden-sonuç ilişkisinin de bir tür tereddüt yaratmasına imkân tanıyor. (Gerçekten mi? diye soruyor insan ister istemez.) Ve bu soruların açtığı çatlaklar filmin basit görünen yüzeysel olay örgüsünü de derinleştirmeye başlıyor. Colm’un tavizsizliği ve Pádraic’in inadının sorgulamaya açık hâle getirdiği ilk katman da elbette kırılgan erkeklik varoluşu ve performansı. Arkadaşlık meselesinin etrafında iki erkeğin kendilerini ispat etme çabasının filme başta erkeklikle ilgili bir eleştiri kanalı açtığını anlayabiliyoruz. Öte yandan, filmin absürde yakın diyalog yazımı ve oyuncu yönetiminin de yardımıyla epey naifleştirilmiş, hatta eril performanstan büyük ölçüde azade kılınmış bir erkeklik biçimi sunduğunu da söyleyebiliriz. Film, bu tür “naif” bir eril ilişkilenme biçiminin bile ne denli amaçsız ve zarar verici olabildiğini, dahası nasıl bu kadar kolay şiddete yol açabildiğini açık ediyor seyirci için. Pádraic’in kız kardeşi Siobhán’ın (Kerry Condon) bu bağlamı göstermek için oldukça önemli olduğunu da eklemek gerek. Filmde birçok kez Siobhán’ın ağzından çıkan makul cümlelerde zemin kazanıyor bu bağlam.

Öte yandan Colm’un keseceğini söylediği parmağını gerçekten kestiği ânın oldukça önemli bir kırılma noktası taşıdığı da bir gerçek. Zira o âna kadar naif bir yaratılışa sahip birtakım adamların sebebi belirsiz efelenmeleriyle ilerleyen, mizahi tarafı daha güçlü olan hikâye bu kırılma noktasıyla sert biçimde karanlıklaşıyor ve trajikomikleşiyor. McDonagh’nın rejisinin buna biçimsel olarak da uyum sağladığını belirtmek gerek. (Bilhassa Carter Burwell imzalı özgün müzik, son derece arkaik ve etnik görünen hikâyeye tezat biçimdeki modern ve geçişken yapısıyla bu dramatik manevraların kotarılmasında kritik bir öneme sahip.) Buradan itibaren parmaklarını kesecek ölçüde kendine zarar vermeye meyilli bir adamın, özgürlük mücadelesini her şeyden ayrıcalıklı ve öncelikli kılan bir tür takıntıya dönüştürmesini ve etrafında yaşananları takip etmeye başlıyoruz. Bu da aslında The Banshees of Inisherin’in bir başka boyutunun çatlaktan sızmasına imkân tanıyor. Zira film boyunca seyircinin karşı karşıya olduğu soru, tüm bu yaşananların sebebinin ne olduğu. Yaşananların süresi uzadıkça filmin tonu da karanlıklaşmaya, bazı cevaplar yetersiz kalmaya başlıyor. Dolayısıyla hikâyedeki inat ve tavizsizlik devamlı yeni sorulara ve cevap arayışlarına mecbur bırakıyor seyirciyi. Bir anlamda bir kuyunun önüne gelip dipte ne olduğunu görmek için çabalamaya, aşağıda sadece su bulunduğu cevabıyla yetinememeye benziyor The Banshees of Inisherin’i izlemek.

Çatlağın Dibi: İç Savaş

Bu yüzden McDonagh’nın hikâyede açtığı çatlaklara daha derinlemesine bakmaya itiliyor seyirci. Bu çatlakların en barizleri ise filmin anlatı dünyasına tepeden düşen patlamalar elbette. Zira filmin ilk anlarından itibaren karşıdaki ana karada yaşanan iç savaşı, patlamaları görüyoruz karakterlerle birlikte. Dolayısıyla filmin herhangi bir yer ve zamanda değil, İrlanda ana karasını karşıdan gören bir adada, 1920’li yılların başında geçtiğini anlıyoruz. Yani 1922-1923 yılları arasında IRA ve Geçici İrlanda Hükümeti arasında yaşanan iç savaşın son döneminde. İlk etapta filmin geçtiği dönemin (konumlandırıldığı yer itibariyle de) uzak bir arka planı olarak konumlanan bu iç savaş, Colm ve Pádraic arasında yaşananların absürdlüğü ve izahate muhtaçlığıyla giderek anlatıdaki bu çatlağı genişletmeye başlıyor. Zira “durduk yere” en yakın dostuyla konuşmayı bırakmış, sanatla ve üretimle ilgilenmek isteyen bir adamın hikâyesi sürdükçe, bu cevapsızlık görünürdeki neden-sonuç ilişkisini aşan fikrî bir bağlama kavuşuyor. Colm’un derdinin başta özgürlük olduğunu, parmaklarını kesme protestosunun bir sivil itaatsizlik performansı olduğunu ima etmeye başlıyor film. İç savaşla ilgili detaylar farklı biçimlerde filmin anlatı yüzeyine sızıp daha fazla yer kapladıkça, filmin ana anlatısının merkezinde alegorik bir bağlam olduğu da ortaya çıkmaya başlıyor. 

Bu elbette ulaşılması güç bir açıklama değil: The Banshees of Inisherin, 1920’lerdeki İrlanda İç Savaşı’nın bir alegorisi olarak yapılandırılmış bir film. Filmin akışı içerisinde karakterlerin ağzından iç savaşın absürdlüğü, toplumsal gerçeklikten kopukluğu ve halktan uzaklığı sık sık belirtiliyor. Bunun yanı sıra filmin geçtiği kurmaca adanın adı olarak üretilen “inisherin” kelimesinin İrlandacada “İrlanda Adası” anlamına gelmesi ve İrlanda’yla ilgili bütün klişeleri (yeşil ve ıssız manzaralar, publarda içilen biralar, dil ve kıyafet detayları) yeniden üreten ortam gibi tercihler de filmdeki coğrafi mekânın bir tür İrlanda mikrokozmosu olarak kurgulandığını gösteriyor. Senaryoda atılan adımları ve konumlandırılan karakterleri, belli tuşlara basmaları ve belli anlamları taşımaları için konumlandırmış McDonagh. Dolayısıyla filmin basit hikâyesinin detayları pek çok anlamla yüklü. Çatlakları esas açanın bu toplumsal yapı ve uzun yıllara dayanan ayrışma ortamı olduğunu söylemek mümkün.

1919-1921 yılları arasında İrlanda’nın bağımsızlığıyla sonuçlanan İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın ertesinde yeni İrlanda hükümeti ve Britanya arasında imzalanan anlaşma (Anglo-Irish Treaty), İrlanda içerisinde bir ayrışmaya neden oluyor. Bu anlaşmayı yürürlüğe sokan Özgür İrlanda Devleti (Free State) ve anlaşma karşıtı IRA arasında yaşanan ayrışma ülkeyi hızla iç savaşa sürüklüyor ve bağımsızlık savaşının ardından on aylık bir iç savaş yaşanıyor ülkede. The Banshees of Inisherin, tam da bu iç savaşın son günlerinde, 1923 yılında geçiyor. Filmde de yaşanan kısa ama şiddetli savaş, nedeni saçma ya da belirsiz bir inatlaşma olarak aktarılıyor karakterler üzerinden. İdamlar için ana karaya gidecek bir rahip kimin kimi idam ettiğini bile tam hatırlayamıyor, zaten bir önemi de olmadığını söylüyor. Hatta ana karakterlerden birisi olan Pádraic patlamaları duyduğunda “Artık ne için savaşıyorlarsa…” diyerek durumun saçmalığını doğrudan ifade ediyor. 

Filmin hikâyesine dönersek… Colm’un ayrılma talebinin de sebebi belirsiz ya da önemsiz bir motivasyondan kaynaklandığını vurgulamak gerek. Konunun uzayıp herkese zarar verecek bir boyut kazanmasıyla birlikte, iç savaşın ve devam eden toplumsal ayrışmanın sebeplerinin ufaklığını ve saçmalığını vurgulayan alegorik bir anlatı ortaya çıkıyor. Burada elbette esas mesele, savaşın ortaya çıkışında amacı sapmış erkek inatlaşmalarının ciddi bir payı olduğunu ifade etmek. McDonagh, bu tür saçma ayrışmaların toplumdaki herkese zarar vermesine rağmen mevcut yapıların ayrılmaz bir parçası olduğunu finaldeki tercihiyle netleştiriyor. Yakınlarını kaybeden, evinden olan, elinde kalan tek değeri, yakın dostunu da gururu ve inadı uğruna kaybetmekten çekinmeyen iki adam (özgürlük düşkünü, özyıkımcı sanat âşığı Colm ve naif, iyi niyetli ama sıkıcı, etrafındakilere bağımlı Pádraic) aynı yerde düşman kalmaya devam ediyorlar. Hatta Pádraic açık da davranıyor: “Bazı şeyler geçmek bilmez ve bu iyi bir şeydir.”

The Banshees of Inisherin’in tartışmalı olduğu esas yer de burası, yani kuyunun dibi aslında. Zira filmin çıkış noktasında da, finalde bağlandığı yerde de biz Türkiyeli fanilerin pek alışık olduğu “kardeşi kardeşe kırdırmayın” basitliği var aslında. Bu elbette çok basit ve itiraz etmesi zor bir çıkış noktası. Savaş ediminin saçmalığı da, aynı toplumun parçalarının birbirini öldürmesi de… Fakat toplumsal yapıların hiçbir zaman bu kadar basit olmadığını, çıkan savaşların ve yaşanan çatışmaların o “biz kardeşiz” söylemlerinin yarattığı ezilme mekanizmalarından kaynaklandığını da biliyoruz, bilmemiz gerekiyor. Topyekün savaşa sebebiyet vermiş bir meselenin bir adamın sırf canı istediği için arkadaşıyla ilişkisini kesmek istemesi üzerinden anlatılmasında da böyle bir risk var dolayısıyla. Eğer IRA’yı Colm, yeni İrlanda devletini de Pádraic üzerinden okursak ayrılıkçı kesimin ayrılık motivasyonları küçümsenmiş, sebepsizleştirilmiş oluyor bu bakış açısıyla. Bu da kendi başına statükocu bir yaklaşım elbette. Zira 1900’lerde sömürgeci Britanya’ya karşı özgürlük mücadelesiyle ortaya çıkan IRA, 1921’deki anlaşma sonrası bir dönüşüm geçiriyor ve iç savaşı başlatan ayrışmaya neden oluyor. Savaş bittikten sonra da dönüşmeye devam ediyor ve içinden çıkan farklı fraksiyonlar günümüze kadar geliyor. Hâlâ İrlanda parlamentosundaki iki ana partinin 1922-1923’teki iç savaştaki tarafların günümüzdeki temsilcileri olduğunu da eklemek gerek. 

Sonuç itibariyle, birçok toplumsal çatışma gibi bu da basit bir ayrılma arzusuna indirgenecek bir mesele değil. Zaten McDonagh’nın yaklaşımı ve anlatım biçimi uluslararası boyutta ilgi görse ve film çok başarılı bulunsa da İrlanda’da farklı boyutlarda etki yaptı belli ki. Bunun etkisini özellikle bir başka İrlandalı Mark O’Connell’ın 26 Ocak’ta Slate’te yayınlanan yazısında gözlemlemek mümkün.[1] O’Connell, ailesi İrlandalı olan ancak kendisi Londra’da büyüyen ve orada yaşayan McDonagh’nın İrlanda’ya yaklaşımının epey uzun bir mesafeye sahip olduğunu, İrlandalılığa stereotipler (“puslu şairanelik, taşralı geri kalmışlık, abartılı içki tüketimi”) üzerinden baktığını ve dolayısıyla bu stereotipleri hem tiyatro hem de sinema kariyerinde yeniden ürettiğini ifade ediyor. Yönetmenin tiyatro kariyeri bilhassa bu anlatılar üzerine kurulu olduğundan, The Banshees of Inisherin’in tiyatrodaki üretimine en yakın filmi olduğunu ve bu tartışmayı sinema alanına geçirdiğini söylüyor. Elbette bunun temelinde de iç savaş meselesine yaklaşımındaki, detayları görmeye engel olan, durumu naifleştiren ve meseleyi ehlileştiren bakış açısı var. Bu da ancak olaylara belli bir mesafeden bakmakla mümkün oluyor. 

The Banshees of Inisherin, temelindeki ikileme ve tartışmalı yaklaşıma rağmen kurduğu çok anlamlı, farklı ifadeleri aynı anda taşıyabilmekte mahir anlatı becerisiyle geride bıraktığımız yılın en iyi filmlerinden biri. Başrollerinin yanı sıra Kerry Condon ve Barry Keoghan’ın (hatta buna köpek ve eşeğin performansları da dahil) yardımcı rollerdeki performansları, müzik ve görüntü yönetimindeki olgunluk ve genel reji maharetiyle üzerindeki ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Ulaştığı nokta bağlamını tartışmalı hâle getirse de tartışması, üzerine düşünmesi epey keyifli filmlerden biri The Banshees of Inisherin, ona da şüphe yok.

Notlar

[1] Akt. Evrim Kaya; Mark O’Connell, “Blarney: The Banshees of Inisherin and the put-on Irishness of Martin McDonagh”, Slate, 26 Ocak 2023, https://slate.com/culture/2023/01/martin-mcdonagh-irish-banshees-inisherin-blarney.html.
© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.