Şu An Okunan
IDFA 2024 İzlenimleri #1 | ReFrame Filmleri: Arşiv Kullanımında Çıkarımcılık ya da Haşır-Neşirlik

IDFA 2024 İzlenimleri #1 | ReFrame Filmleri: Arşiv Kullanımında Çıkarımcılık ya da Haşır-Neşirlik

14-24 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen 37. Amsterdam Belgesel Film Festivali’nin öne çıkan bölümleri ve ödüllü filmlerini Altyazı yazarları değerlendiriyor. IDFA 2024 dosyamızın ilkinde Aslı Özgen, ReFrame ödülüne aday filmlerdeki arşiv kullanımına bakıyor.

Günümüz belgesel sinemacılığında arşiv kullanımının giderek artmasına tanık oluyoruz. Kağıt belgelerden sesli ve görsel kayıtlara kadar uzanan çeşitlilikte arşiv malzemelerinin dijital formatta erişilebilirliğinin artmasıyla birlikte, belgesel sinemacılar da bu tarihsel kaynakları kullanmaya meylediyor. Medya düşünürü Thomas Elsaesser’ın yıllar evvel öngördüğü gibi, arşivcilikteki bu dijital devrim, geçmişe ait kayıtların güncel anlatılarda yeniden kullanılmasını (reuse) ve geri dönüşümünü (recycle) perçinledi. Ancak bu eğilimde, arşiv görüntülerinin belgesellerde yeniden kullanımında heyecan verici estetik bir çeşitlilik ya da arşivciliğin ideolojik ve siyasi boyutlarını kavrayan bir yaklaşım görmek her zaman mümkün olmuyor. Hatta çoğunlukla, arşiv malzemesini adeta bir hammadde gibi alıp kendi anlatısına – pek az etik çekince göstererek – oturtan kullanımlara çok rastlıyoruz. Bu işlerde belgesel ve belgeselci, ne malzemenin kendisiyle ne de malzemenin parçası olduğu arşiv ekolojisiyle anlamlı bir ilişki kurma çabasına giriyor. 

Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali (IDFA), günümüz belgeselciliğinde arşiv kullanımının giderek artmasını göz önüne alarak birkaç sene evvel Hollanda Ulusal Televizyon ve Radyo Arşivi (resmi adı: Hollanda Görüntü ve Ses Enstitüsü, Netherlands Institute for Sound and Vision) ile ortaklaşa ReFrame Ödülü’nü lanse etti. Bu ödül, festivalin çeşitli bölümlerinde yer bulan belgeseller arasında arşiv malzemelerinin yaratıcı yeniden kullanımı ile öne çıkan filme veriliyor ve kendi jürisi mevcut. Ancak ReFrame başlı başına bir bölüm değil, bir cross-section shortlist yani farklı bölümlerden filmlerle yapılan bir seçki bu ödüle aday gösteriliyor. 

IDFA’nın bu yılki programında ReFrame adaylarının da ötesinde arşiv malzemelerini kullanan birçok belgesel vardı. Bunların kimileri, yukarıda bahsettiğim gibi arşivle ilişkisi son derece düz olan belgeseller. Ancak birkaç belgesel, ReFrame’e aday gösterilmese de, kullandıkları arşiv malzemesiyle kurdukları karmaşık, içgörülü ve eleştirel ilişkiyle dikkat çekiyordu. Örneğin, The Flowers Stand Silently, Witnessing (2024), İskoçya Ulusal Kütüphanesi’nde saklanan bir 16mm filmin dijitale aktarılmasına dayanıyor. 1940’larda İskoç misyonerler tarafından Filistin’in endemik bitki örtüsünü ve çiçeklerini kayda almak amacıyla çekilmiş bu görüntüler hem şiirsel hem etnografik; yer yer doğa içinde dolaşan misyonerlerin kadraja girdiği anlarda ise bir aile filmi adeta. Belgesel bu görüntülere ilk başlarda büyülenerek baksa da, yavaş yavaş mesafesini artırarak eleştirel bir bakışa evriliyor: Dağların, ovaların, vadilerin güzelliğine hayran bu görüntülerde tek bir Filistinli yok. Bu tekinsiz yokluk, bugün bu arşiv görüntülerini izleyen belgeselcinin (ve biz seyircilerin de) şimdisindeki yıkım ile örtüşüyor. Kayda aldığı coğrafyada Filistinlilerin yüz küsur yıldır yüz yüze kaldığı tarihten silinmenin, yerinden edilmenin, soykırım tarihinin bir ifadesine dönüşüyor adeta. Yönetmen, arşiv görüntülerini durdurarak, büyüterek, yavaşlatarak kazara kadraja giren tek tük Filistinlileri aramaya başlıyor. Kimi zaman uzaklarda bir yerde hayaletimsi bir figür takılıyor gözüne: Yaklaştırdığında bunun, ya kadraja giriveren bir çocuk ya tarlada çalışan bir işçi ya da bahçede bir kadın olduğu anlaşılıyor. Buradaki dinamik çok enteresan: Bir yandan görüntüleri çeken misyonerlerin bakışına mesafe alıyor belgeselci, bir yandan da görüntülere daha da yaklaşarak temsil edilmeyenin hayaletlerine, silik de olsa izlerine ulaşmaya çalışıyor. Eleştirel bir haşır-neşirlik… Arşiv böylelikle, diasporik bir özne olarak yönetmenin kaybettiği vatanını hem hatırladığı (geçmiş) hem de arzuladığı (gelecek) bir mekân olarak ifade buluyor.

En İyi Kısa Film ödülüne layık görülen The Flowers Stand Silently, Witnessing, arşiv malzemelerine yönelik eleştirel yaklaşımın, içgörülü yeniden kullanımın harikulade bir örneği. Bu eleştirel mesafe ve arşiv materyaliyle kurulan yakınlık (buna Mieke Bal’ın critical intimacy kavramının çeviri önerisi olarak şimdilik eleştirel haşır-neşirlik diyelim) son derece önemli, çünkü arkasında bu makalenin kapsamının dışına taşan birtakım etik meseleler var. Yukarıda değindiğim gibi, dijital arşivlerin erişilebilirliğin artması, aynı zamanda tarihsel kayıtların yüzeysel ve düz yeniden kullanımlarını da beraberinde getirdi. Bu kategorideki belgeseller, arşiv görüntülerini, bağlamlarını ya da parçası oldukları arşivsel yahut tarihsel koşulları hiç sorgulamadan (yahut düşünmeden), geleneksel ‘açıklayıcı belgesel’ (expository mode) anlatı estetiğine yediriyor. IDFA’nın programında da bu eğilim dikkat çekiciydi; birçok belgesel, arşiv görüntüleriyle basit bir ilişki kurarak estetik açıdan yenilikçi olmaktan uzaktı. Örneğin, Gustav Deutsch’un film malzemesinin arşivsel yaşamına dair ve buluntu görüntülerden örülü bir film üretmenin ima ettiği çeşitli dinamiklerine dair içgörülü yaklaşımına rastlamak hayli zor çağdaş üretimlerde. Veya Peter Delpeut’un film materyalinin arşivsel yaşam döngüsünde bozulma ve çürüme estetiğine yönelik şiirsel yaklaşımını düşünelim… Arşiv görüntülerinin nereden geldiği, kimin bu görüntüleri hangi perspektiften kaydettiği, hangi arşivde ve nasıl yer buldukları ya da bu malzemenin bize ne anlattığı gibi sorularla yeterince ilgilenilmediği göze çarpıyor çağdaş belgesel üretiminde.

Like the Glitch of a Ghost

Sadece IDFA seçkisine bakarak bile, çağdaş belgeselcilikte arşiv malzemesinin yeniden kullanımına dair şöyle bir ikilik gözlemlemek mümkün: Bir tarafta, arşivleri, nihai film ürününe dönüştürmek için ham malzeme deposu olarak gören ve bu görüntülerin ya da tarihsel kayıtların parçası olduğu arşiv ekolojisine dair hiçbir düşünce geliştirmeyen bir “çıkarımcı” (extractivist) eğilim var. Diğer tarafta ise, arşiv görüntüleriyle eleştirel haşır-neşirlik kuran, görüntülerin hem kendisini hem de parçası olduğu gerek arşiv gerek temsil gerekse ideolojik sistemleri hesaba katan ve belgesel anlatımının bir öğesi yapan bir eğilim görüyoruz. 

Bu bağlamda, ReFrame adayları dışında bazı belgeseller arşiv görüntülerine yaratıcı ve derinlemesine yaklaşımıyla öne çıktı. Örneğin, Lawrence Abu Hamdan’ın The Diary of a Sky (2024) adlı belgeseli (daha evvel bir yerleştirme olarak tasarlanmıştı), çoğunlukla sosyal medyadan ve çevrimiçi video platformlarından toplanan gökyüzü görüntülerini kolektif bir üretim olarak sunuyordu. Paula Albuquerque’in Like the Glitch of a Ghost (2023) belgeseliyse, yerli halkları nesneleştiren kolonyal bakışı silmeyi ve tersine çevirmeyi hedefliyordu yaptığı dijital müdahalelerle. Yerli halkları birer ‘glitch’e dönüştüren bu dijital müdahalenin, sömürgeci bakışı tersine çevirmekte ne kadar etkili olduğu tartışılır, ancak yine de bu belgeselde arşiv görüntülerinin menşei ve temsil ettikleri ideolojiye dair bir farkındalık ve eleştiri görmek mümkündü. The Flowers Stand Silently, Witnessing ise arşiv görüntülerine eleştirel ve içgörülü yaklaşımın, şiirsel ve sürükleyici bir hikaye anlatımıyla bir arada var olabileceğini gösteriyordu.

My Stolen Planet

ReFrame adayları arasındansa My Stolen Planet (Sayyareye dozdide shodeye man, 2024) ve A Fidai Film (2024), arşiv görüntüleriyle kurdukları nüanslı ilişkilerle öne çıkıyordu. My Stolen Planet, 1979 İran Devrimi ile Mahsa Amini’nin katledilmesinin ardından 2022’de başlayan ayaklanmalar arasındaki döneme odaklanıyor. İslamcı yönetimle birlikte, zamanda ve mekânda bir kırılma olduğu fikrinden yola çıkıyor belgesel. Bu kırılmayla birlikte ülkeyi terk eden ailelerin ardında bıraktığı veya korku içinde sokağa yahut çöpe atılmış aile filmlerinin peşine düşüyor yönetmen. Sık sık kadınların şarkı söylediği, dans ettiği ve kutlama yaptığı görüntülere rastlıyor. Bu görüntülerin bir suç kanıtına dönüşmesiyle sokağa atılması tesadüf değil elbette. Bu anlamda bu buluntu görüntüler hem kayıp bir geçmişin kaydı, hem de kadınların özgürce dans edip şarkı söyleyebildiği ütopik bir geleceğin hayali aynı zamanda. Son sahnede bir kız çocuğunun başörtüsünü sallayarak “Jin, Jiyan, Azadî” (Kadın, Yaşam, Özgürlük) sloganı atarak sokakta yürüdüğü an, bu umudun güçlü bir simgesine dönüşüyor. My Stolen Planet ReFrame Ödülü’ne layık görüldü.

A Fidai Film ise ziyonist yerleşimcilerin Filistin’e varışını gösteren bir propaganda filmiyle açılıyor arşivlerden. Yüz sene öncesinden bu görüntüler, yavaş yavaş kırmızı piksellerin görünmesiyle adeta kanamaya başlıyor. Ziyonist yerleşimcilerin varışıyla başlayan şiddet sarmalı, belgeselin daha sonra ekrana taşıdığı 1982 Shatila Kampı’ndaki korkunç yıkımın bir öncülü yahut başlangıcı olarak bir zamansal döngüye ve şiddetin sürekliliğine işaret ediyor. 

En İyi Hollanda Filmi ödülüne layık görülen The Propagandist (2024) ise arşiv kayıtlarını sözlü tarih metoduyla birleştirerek, arşivlerdeki boşlukları ve sessizlikleri öne çıkarıyordu. Özellikle devlet şiddeti bağlamındaki boşlukları kapatmaktaki en etkili yöntemlerden biri olan sözlü tarih metoduna dayanarak, ses tasarımıyla öne çıkan film, Alman işgali altındaki Hollanda’daki sinema üretiminden sorumlu propaganda memuru Jan Teunissen’in sinemacılığını perdeye taşıyan, son derece çarpıcı bir yapım. Hollandalı Leni Riefenstahl olarak anılan Teunissen’in hikâyesini merceğine alan belgeselde, aslında Teunissen örneği üzerinden ülkenin finansal elitinin nasıl oportünistik bir refleksle Nazilerle hemen işbirliğine geçtiği gözler önüne seriliyor. Nazi diskurunun tekrardan canlandığı bugünlerde, aşırı sağ hükümetin gölgesi altında bu filmi izlemek, kan dondurucu. 

Trains

Hollandalı belgeselci Sandra Beerends’in ikinci filmi Neshoma (2024) ise arşiv materyaline yaklaşımı açısından çıkarımcılık ile eleştirel yakınlık arasında bir yerde duruyor. İlk projesi They Call Me Babu’da (2019), Beerends’in çıkış noktası arşivlerdeki bir boşluk, sessizlikti: Hollandalı sömürgeciler tarafından işe alınan Endonezyalı dadılar, bu ailelerin ayrılmaz bir parçası olmalarına rağmen, ne aile videolarında ne fotoğraflarda ne de diğer kayıtlarda arşivlere girebilmişlerdi. Beerends, tek bir dadının hikâyesini anlatabilmek için bu boşluğu/yokluğu başlangıç noktası olarak alıp, dadı olarak çalışan kadınları ya da onların çocuklarını ve torunlarını bulmak amacıyla bir topluluk projesi gerçekleştirmişti. Bu karşı-anlatıları temel alarak, tek bir hikâye yazmış ve dadılara ait hiçbir arşiv görüntüsü bulunmadığından, filmi tamamen buluntu görüntülerden örmüştü. Neshoma ise odak noktasını, Amsterdam’da interbellum döneminde büyüyen genç bir Yahudi kadının hikâyesine kaydırıyor. Dönemin arşiv görüntülerini, detaylı bir araştırma sonucu olabildiğince dönemin ses atmosferini yansıtacak şekilde tasarlanmış bir ses bandı ile harmanlıyor. Dönemin tanıklıklarına dayanan kurgusal ana karakter, Hollanda Doğu Hint Adaları’ndaki erkek kardeşine yazılmış mektupları okuyor üst seste. Görsel olarak etkileyici olmasına rağmen, üst sesin baskın ve sürekli varlığı, izleyicilere görüntülerle duygusal veya fikirsel bir bağ kurmak için maalesef çok az alan bırakıyor. Son olarak, Uluslararası Yarışma’da En İyi Film Ödülü’nü kazanan Trains’den (Pociągi, 2024) bahsetmeliyiz. Bu belgesel, çeşitli Avrupa arşivlerinden alınmış tren görüntülerinden oluşan 81 dakikalık bir derleme sunuyor. Jüri, ödülün gerekçesi olarak arşivlerin “cesur ve yaratıcı kullanımını” övdü, ancak belgesel, yukarıda bahsedilen diğer yenilikçi yeniden kullanım stratejilerinin yanında aslında hayli muhafazakâr bir estetikle öne çıkıyor. Üstelik bu film, festival seçkisindeki diğer belgeseller düşünüldüğünde politik bir mesajdan bir tık yoksun, en azından gündemin aciliyetine doğrudan konuşmayan anlamda apolitik bir yapım olarak dikkat çekti. Arşiv görüntülerinin güzelliğine odaklanan bu film, jüriye belki de bir kaçış duygusu, bir tür escapism sunmuş olabilir. Eğer öyleyse, bu, soykırımın birinci yılında sık sık protestolarda dile getirilen kültürel aktörlerin sinizmini yansıtan bir seçim olarak tarihe geçecek gibi duruyor.


‘IDFA 2024 İzlenimleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayınız.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.