Şu An Okunan
Doğuş Algün ile Ölü Mevsim Üzerine Söyleşi: “Gerçekten Büyülenmek”

Doğuş Algün ile Ölü Mevsim Üzerine Söyleşi: “Gerçekten Büyülenmek”

Adana’nın ardından Ankara ve İstanbul film festivallerinden de ödülle dönen Ölü Mevsim, yönetmen Doğuş Algün’ün ilk kurmaca uzun metrajı. Algün’le filmin ortaya çıkış sürecini, Türkiye’de ilk film yapmanın zorluklarını ve filmin festival sürecini konuştuk.

Doğuş Algün imzalı Ölü Mevsim, Adana Altın Koza Film Festivali’ndeki prömiyerinin ardından Ankara ve İstanbul Film Festivali’nden de pek çok ödülle döndü. Funda Eryiğit, Ece Yaşar ve Erdem Şenocak’ın başrollerinde yer aldığı film, özellikle derinlikli karakter çatışmaları ve oyunculuk yönetimiyle öne çıkıyor. Toplum baskısı altında ezilen iki kız kardeşin ilişkisinden yola çıkan ve hikâyeye dâhil ettiği diğer karakterlerle çatışma alanını genişleten Ölü Mevsim, seyirciye alan açan ve “boşluklardan” yararlanan senaryo kurgusuyla etkileyici bir ilk film. Yönetmen Doğuş Algün’le filmin ortaya çıkış sürecini, Türkiye’de ilk film yapmanın zorluklarını ve filmin festival sürecini konuştuk.

Ölü Mevsim ilk uzun metrajın, biraz filmin ve hikâyenin ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir misin?

Ölü Mevsim’in temelinin çocukluk yıllarımdaki birtakım belli belirsiz hislere dayandığını söyleyebilirim. Ailece yaptığımız akraba ziyaretlerimizin arasında, çocuksuz evlere yaptığımız ziyaretlerin bende bıraktığı -misafirliğe gidilen evde oynayacak kimse olmamasından kaynaklanan- bir sıkıcılık/mutsuzluk hissi, filmin ilk çıkış noktasını oluşturuyor.

Tabii bu oldukça uzun yolculuk sadece bir hissiyatla başlasa da bunun bir film projesine dönüşmesi üniversite yıllarımda oldu. Ölü Mevsim’in ilk taslağını okul arkadaşlarım Selen Örcan, Mert Uslu ve Emre Yüksel’le paylaştım. O zamanlar ödev olarak verdiğim ve yalnızca 60 puan aldığım bir senaryoydu. 2018 yılında Selen’le projeyi baştan aşağı elden geçirdik. Mert Uslu da dramaturgisini yaptı. Ölü Mevsim’in gerçek temelleri bu dönemlerde atıldı. Sonrasında danışmanımız Giovanni Robbiano ve yapımcımız Burak Kaplan’la birlikte senaryoyu filme dönüşebilecek ve hayata geçirilebilecek bir noktaya getirdik.

Elbette, bugün hem senaryo hem yapım aşamasına dönüp baktığım zaman o küçük çocuğun hissettiği gibi bir film mi var ortada, emin değilim. O küçük anı, hissiyat bizim için bir kıvılcım yaktı, görevini tamamladı ve bambaşka bir şeye dönüştü. Böyle de olması gerek bence. Bir duygunun üzerine yazılmak istenen senaryo, yolda birçok değişikliğe uğrayabilir. Özle, çok da duygusal bağ kurmamak gerektiğini düşünüyorum.

Film her ne kadar ilk bakışta Öznur ve Nimet’i odağına alıyor gibi dursa da, diğer karakterlerin hikâyedeki ağırlığı oldukça fazla. Ortak senarist Selen Örcan’la birlikte böyle çok karakterli bir anlatı tercih etmenizin sebebi neydi? Filmin çok daha uzun olduğundan bahsetmiştin, kısaltırken hangi karakterlere odaklanacağınızı nasıl seçtiniz? Çok karakterli yapının dezavantaja dönüştüğü yerler oldu mu?

Sondan başlayayım. Aslında çok karakterli bir film tanımı doğru olsa da, hikâyenin merkezine toplumsal baskıyı, toplumun kendisini koyduğum için, böyle okunmasını tercih ediyorum. Uzun bir senaryomuz vardı. Bunu en başından beri biliyorduk. Öyle de oldu aslında, filmin ilk versiyonu üç saat kırk dakikaydı. Sonra adımın Doğuş Algün olduğu gerçeğini hatırlattılar. Kimse senin filmini dört saate yakın izlemez dediler, belki haklılardı ama içimde de kalmadı değil. Burak’la, Arda’yla ve diğer arkadaşlarla kurguya oturduk, filmi kısalttık. İki saate kadar indi. Tabii burada filmin içinden neredeyse bir filmlik malzeme attık ama, kesilen onca sahneye rağmen hikâyeden karakter atmadık. Bazı blokları ve tekrar eden yerleri çıkardık. Yukarıda bahsettiğim versiyondan ziyade bu halini daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Filmin kurguda bir kere daha değiştiğini, bir kez daha görmüş oldum.

Bir dünya kurmak istiyorsanız, çok karakterli olmasının bir sıkıntısı yok bence. Öyle de olmalı. Bu tercihimiz biraz seyir alışkanlıklarımızla ilgili gibi geliyor bana. Bu yüzden farklı gelebiliyor seyirciye de, ama her şeyden bağımsız, sade bir duyguyla filmi bitiriyor seyirci. Karakterlerden, insanlardan öte bir duygu; bunu Ölü Mevsim’le yakaladığımızı düşünüyorum.

Film Adana’dan itibaren özellikle oyuncuların performansı ve oyunculuk yönetimi bağlamında çokça beğenildi. Tiyatrodan geliyor olmanın oyunculuk yönetiminde bir etkisi var mı? Oyuncularınla çalışma sürecinden bahsedebilir misin?

Yönetmen öncelikle işini yapabilmek için doğru bir ekip kurmalı. Oyunculardan bağımsız söylüyorum. Yalnızca hikâyeme ve oyuncu yönetimine odaklanmamı sağladığı için Burak Kaplan’a bu vesileyle teşekkür ediyorum. Bu yazıyı okuyunca küçük bir tebessüm edecektir. Bunu hak ediyor.

Oyuncularla çalışma şekline gelince, tiyatrodan aslında çok beslendiğim söylenemez. Son yıllarda değişmeye başlasa da, tiyatro oldum olası kaba gelmiştir bana. Hayatın gündelik akışındaki hiper realist anlar ilgimi daha çok çekiyor. Gerçeğin aşığıyım… Ama tiyatrodan bir disiplin olarak faydalandığımı söyleyebilirim. Bu da prova disiplini. Sahneleri, duyguları sette aramadım. Oyuncularla -sağ olsunlar- aylar öncesinde prova almaya başlamıştık. Her sahneyi defalarca okuduk. Yine senaryoya ekledik, çıkardık. Onlar da kendilerinden çok verdiler ve ödül alan almayan tüm oyuncularımdan övgüyle bahsediyorum.

Tabii oyuncu seçimi, yönetmenliğin ilk başladığı yer aslında. Harika Uygur doğru oyuncu havuzunu önümüze açınca işimiz rahatladı. Zor ama güzel bir audition sürecinin ardından cast’a uygun oyuncularla yola devam ettiğimizi düşünüyorum. Yine bu vesileyle projeye audition veren ve çalışamadığım kıymetli oyuncu arkadaşlarıma da teşekkür etmiş olayım. Zaman ve emeklerini ayırdıkları için.

Sonuç olarak, iyi bir prova süreci, oyuncu yönetimi konusunda beni rahatlattı. Kafamdaki, hayal ettiğim oyunculuğa bu şekilde ulaştırdığını söyleyebilirim.

Film, Öznur ve Nimet’in ilişkisi üzerinden aslında oldukça zorlu bir alan açıyor. Bir kız kardeşlik hikâyesi anlatırken, bu ilişkinin içerdiği çatışmaları ve haset gibi daha “karanlık” duyguları dürüstçe ortaya koyabilmek büyük bir emek ve özen istiyor. Film bunun altından çok başarılı bir şekilde kalkıyor. Bu ilişkideki dengeyi nasıl kurdun? Yazar-yönetmen olarak yazarken ya da çekerken herhangi bir karaktere daha yakın hissettiğin oldu mu?

Bu kardeşler çokça gördüğüm ve gözlemediğim kişiler. İkili ilişkilerde bu tarz hasetlikler, imrenmeler, kardeşler arasında rahatça olabiliyor aslında. Hattâ sıradan ve gündelik ikili ilişkilerimize oranla kardeşlerin birbirine karşı daha acımasız olduklarını da söyleyebilirim. İnsan kendiyle dürüst bir şekilde konuştuğunda; zaman zaman kendisinin haset eden, zaman zaman da haset edilen olduğunu görebilir. İnsanın içinde her şey var ve bu da beni büyülüyor. Haliyle bir karaktere yakın hissetmekten çok, insanın yapabileceklerine ya da maruz kalabileceklerine dair ortada sınırsız olasılık olması ve sürekli çelişki içindeki kaygılı hallerimiz her şeyden önce insan olduğumuzu hatırlatıyor. Yazar-yönetmen olmanın tek ve güzel tarafı da göğsünüzde size ömür boyu eşlik eden hissinizin çizdiği yolda devam edebiliyor olmanız. Onun dışında sorumluluğu yüksek; her bir karaktere, sahneye, filme ve seyirciye karşı. Eldekilerle bir his yaratmak istiyorsak, gelebilecek her soru ve sorunun karşısında durabilmeniz gerek. 

Filmde pek çok önemli ya da kritik an boşluklarla anlatılmış. Örneğin Öznur’un muhtemelen taciz edildiği sahne ya da Ali’yle gitmeye karar verdikleri sahne gibi dönüm noktası niteliğinde bölümler. Bu bir yandan seyirciye alan açan bir tercih, bir yandan da filmin fazla melodramatik bir yere kaymasını engel oluyor. Böyle bir anlatı kurmanın sebebi neydi? Sonradan atılan sahneler oldu mu yoksa bu boşluklar baştan belli miydi?

Bana boşluk gibi gelmiyor. İzleyenler kendilerine göre bir şekilde her şeyi tamamlıyor. Ölü Mevsim, seyircisine çok güvenen bir film. Onların kafalarında ön gördüğü şeyler aslında kendi hayatlarından bazı deneyimler. Hâlâ yazıp yönettiğim filmle ilgili aslında yaparken düşünmediğim yorumlar alıyorum. Bunlar o “boşluk” dediğimiz anlar sayesinde gerçekleşiyor bence. Ayrıca, düşünülenin aksine atılan sahneler boşluk hissettiğimiz anlardan değildi. Hikâyeden başka akslar gitti. Çok da önemli değil artık aslında. Kimse izleyemeyecek nasılsa.

Biraz Ali karakterinin hikâyeye nasıl dâhil olduğundan bahsedebilir misin? Hem ırkçı şiddete maruz kalan hem de en güvencesiz koşullarda çalışıp yaşayan karakter Ali. Bu da diğer taraftaki yoksulluğa ya da sınıfsal eşitsizliğe bir alt basamak daha ekliyor sanki. Öznur ve Ali’nin arasındaki bağı, kadın ve göçmen olmakla ya da sınıfsal bir tür dayanışmayla açıklayabilir miyiz?

Göç üzerine çok çalıştım. Tezim de göç üzerineydi üniversitede. Herkes göçmen adayıdır günümüz dünyasında. Göç dediğimiz şey, illa bir savaş ya da ekonomik sıkıntılardan olmuyor. Öznur daha mikro bir yerden aile içi bir olaydan ötürü göçmen pozisyonuna geçebiliyor mesela. Ali karakteri aslında alışılagelmişin dışında bir göçmen profili. Görece okuyan, kendini geliştiren biri ve “ben de göçsem böyle göçerim” dedirtecek biri. Yine onun da üstünde toplumsal bir baskı mevcut. Aslında burada şunu da görüyoruz. Toplumsal baskı herkese, her kesime farklı bir şekilde sirayet ediyor. Muhtemelen o ırkçı saldırıları yapanların da üstünde bir baskı, o baskının da üstünde bir baskı mevcuttur.

Ali’yle Öznur bir dayanışma içinde mi bilmiyorum ama, aralarında bence kendilerine ait bir saflıkta, aşka dönüşen bir duygu olduğunu söyleyebilirim. Aşk dediğimiz olgu, steril ortamlarda filizlenmek durumunda değil her zaman.

Biraz yapım kısmına geçecek olursak, Türkiye’de ilk film yapmanın zorlukları malum, festivallerde ödül konuşmanda da bahsetmiştin bundan. Uzun yıllar alan, meşakkatli bir süreç. Biraz bu sürecin nasıl ilerlediğinden ve karşılaştığın zorluklardan bahsedebilir misin?

Hangi kısmını, hangi zorluğunu anlatayım bilmiyorum. Ama bunu okuyan genç sinemacı arkadaşların da gözünü korkutmak istemem. “Doğuş yapıyorsa ben de yaparım” diye geçirsinler içlerinden. Ülkemizde sinemanın geleceği beni ürkütüyor. Şartlar zorlaşıyor ama bir şekilde üretim devam etmeli. Zorlukları kolaylaştıracak, kilit çözen iş arkadaşlarını projelerine dâhil etsinler. Onlar kadar emek verecek, filmi benimseyecek birilerini… Tek bahsetmek istediğim bu olurdu sanırım.

Son olarak festival sürecini konuşabiliriz belki. Film Adana’da açtı ve sonrasında Ankara ve İstanbul’da gösterimlerine devam etti, şimdi de vizyonda. Nasıl tepkiler alıyorsun seyirciden ya da eleştirmenlerden? Festivaller arası farklar gözlemledin mi?

Eleştiri ya da yorumların kimden geldiğini önemsiyorum. Gözüne, zihnine güvendiğim çok insan var. Bu bakımdan onların olumsuz eleştirileri de benim için çok kıymetli, ama filme dair yorumların geneli de tahmin ettiğimden iyi. Bakalım vizyondaki seyirci nasıl bulacak, onu göreceğiz. Onların tepkilerini, yorumlarını da merak ediyorum. Bu hafta herhangi bir salonda, kendi filmimi seyirci gibi girip izlemek istiyorum.

Festivallerden ödüllerle dönmekse güzel, filmin önemli jürilerin takdirini alması iyi hissettiriyor tabii! Ama aksi olsa da kötü hissetmezdim. Ne yaptığımı biliyorum çünkü. Bunu söylemek yüz kaslarımı gevşetiyor…


Ölü Mevsim, Başka Sinema salonlarında vizyonda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.