Şu An Okunan
Venedik Günlükleri 2022 #2: Bardo, Un Couple, Bones and All, Dirty Difficult Dangerous

Venedik Günlükleri 2022 #2: Bardo, Un Couple, Bones and All, Dirty Difficult Dangerous

Bardo

Venedik Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Alejandro González Iñárritu’nun Bardo, Frederick Wiseman’ın Un Couple, Luca Guadagnino’nun Bones and All ve Wissam Charaf’ın Dirty Difficult Dangerous filmlerine dair kısa kısa…

Venedik Film Festivali uzun kuyruklar, kalabalıklar ve alkışlar azalmadan son hızla devam ediyor. Ancak şimdilik bilet alınan siteye girmek için dakikalar boyunca yürüyüşünü beklediğimiz çöp adamı yarışma filmlerinden daha çok izlediğimizi de söylemeliyim. White Noise ve Tàr gibi büyük oranda beğeni toplayan filmlerin ardından, seyircisini ikiye böleceğini düşündüğüm Alejandro González Iñárritu imzalı Bardo, o falsa crónica de unas cuantas verdades (Bardo, False Chronicle of A Handful of Truths) izleyiciyle buluştu. Başlığını görür görmez akla Birdman veya Cahilliğin Unutulmayan Erdemi’ni (Birdman or [The Unexpected Virtue of Ignorance], 2014) getiren film, teknik ve üslup açısından da Birdman’le paralelliklere sahip. Bu detaylara değinmeden önce, Bardo’nun her sene dünya festivallerinde mutlaka örneğine rastladığımız, sanata ve sanatçıya bakışı büyük ölçüde benzeyen ‘otobiyografik kurmaca’ filmlerinden biri olduğunu belirteyim. Jodorowsky’den Cuarón’a, Branagh’tan Sorrentino’ya nice ismin yolunun düştüğü bu tarz filmlerde, yönetmenler bir süredir yüksek bütçelerle hayal dünyası yaratma konusunda âdeta bir yarış içinde. Iñárritu da bu yarışa gösterişli bir şekilde katılmak istemiş olacak ki, karşımızda yaklaşık 180 dakikalık bir ego portresi var. Silverio Gama isimli Meksikalı bir gazeteci ve belgesel yönetmeninin etrafında şekillenen hikâye, birey düzeyinde bir kimlik sorgulaması kadar, Meksika’nın İspanya ve ABD’yle ilişkilerine dair sorunları da beyazperdeye taşımayı hedefliyor. Bardo’nun değinmek istediği konular ne denli kapsamlıysa, bunları görsel düzleme taşırken benimsediği yaklaşım da bir o kadar gösterişli ve büyük ölçekli.

Filmde Silverio’nun, yirmi yıldır yaşadığı ABD’de gazetecilik ödülü kazanmasının ardından Meksika’ya geri dönmesiyle başlayan yaşam muhasebesine tanık oluyoruz esasen. ‘Bardo’, Tibet mitolojisinde ölüm ve yeniden doğuş arasındaki eşiğe karşılık gelen bir sözcük. Gerçek ve hayal, Meksika ve ABD, geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalmış Silverio da film boyunca ‘bardo’yu mesken tutuyor. Silverio gibi ailesi de bu eşik hâline mahkûm. Amerikan kültürüyle büyüyen çocuklarının aidiyet sorunları bir yana, doğumda kaybettiği oğulları Matteo’nun anısını geride bırakamamaları da bunun bir yansıması niteliğinde. ABD’de ABD’yi eleştirdiği için, Meksika’daysa ABD’nin verdiği bir ödülü kabul ettiği için topa tutulan Silverio, her iki tarafa da ‘evim’ diyebilmekten mahrum bırakılıyor.

Bardo, gerçeği hayal âleminin filtresinden geçirerek sunduğu anlatısı itibariyle Fellini’nin başyapıtı Sekiz Buçuk‘la (Otto e Mezzo, 1963) göz ardı edilemeyecek benzerliklere sahip. Silverio da tıpkı Guido gibi yaşamını meydana getiren mekânlara, insanlara ve geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyor. Ancak Iñárritu’nun anlatısında Meksika’nın İspanya ve ABD’nin müdahaleleriyle yazılmış kanlı tarihi de bir katmanı meydana getiriyor. Iñárritu, Silverio’nun çektiği kurmaca belgeselden görüntüleri anlatısı içinde eriterek özdönüşümsel bir boyut da katmaya çalışıyor Bardo’ya. Gelgelelim Iñárritu’nun yarattığı bu karakterin kişisel tarihini Meksika’nın siyasi ve toplumsal tarihiyle bir araya getirme çabasında samimi olmayan noktalar var. Tarihle yüzleşmekten ziyade tarihi kendi varoluşsal bunalımlarını yansıtmak için bir araca dönüştüren Iñárritu bunu yaparken sanatçı bakışının özgürlüğü kisvesi altında, görsel düzlemde bir tahakküm oluşturuyor. Hernán Cortés tarafından katledilen Meksikalıları üst üste yığılmış insanlardan oluşan dev bir tepe hâlinde perdeye taşımak, olayın vahşetinden çok Iñárritu’nun sinemasal becerilerini öne çıkarıyor.

Birdman’de dikkat çeken plan sekansların yanı sıra hareketli ve akışkan kamera kullanımı öyle hesaplı bir sinema dili meydana getiriyor ki Bardo, bir yönetmenin değil de kukla oynatıcısının elinden çıkmış gibi hissettiriyor. Çoğu insanın bu filmi auteur sinemasıyla ilişkilendireceğini bilsem de auteur’lüğün hakikat karşısında sessiz kalmasını bilen mütevazı duruşunun karşısında Iñárritu’nun bu yaklaşımına ben ‘demiurgos sineması’ demeyi tercih ediyorum. Bardo’nun Altın Aslan’ın favorilerinden olacağını düşünenlerin sayısı epey fazla. Benim açımdansa teknik yetkinliğine ve işçiliğine şapka çıkardığım, ancak söylemine, duruşuna ve benmerkezci diline göz devirdiğim bir sinemanın ötesine geçemiyor.

Un Couple
Un Couple

Iñárritu’nun üç saatlik ego bombardımanının ardından izlediğimiz Frederick Wiseman imzalı Un Couple (A Couple) ise doksan iki yaşındaki ustanın ikinci kurmaca filmiyle bizleri hâlâ şaşırtabildiğini kanıtlar nitelikteydi. Sophia Tolstoy’un günlükleri ve mektuplarından hareketle eşi Lev Tolstoy’la yaşadığı fırtınalı ilişkiyi merkezine alan film, monoloğa dayalı son derece yalın bir dile sahip. Tam da bu sebeple salondan çıkarken kulak misafiri olduğum “Kameraya çekilmiş tiyatro filmi gibiydi” ya da “Wiseman değil de başkası çekseydi beğenir miydin?” yorumlarına şaşırmadığımı söylemeliyim. Sophia’yı canlandıran Nathalie Boutefeu ve Wiseman’ın ortaklaşa hazırladığı bu monoloğun perdede teatral bir biçimde hayat bulduğu doğru. Ancak bu teatrallikte otuz altı yıl boyunca kocasının yazar kimliğinin gölgesinde kalmış, kendi özgürlüklerinden fedakârlık yapan bir kadının isyanı ve serzenişi saklı. Sophia’nın sesi ve sözü suskun kaldığı geçmişi delip geçiyor âdeta. Filmin adı bize bir çiftin hikâyesini dinleyeceğimizi işaret etse de, bu beraberliğin diğer yarısına yalnızca ikinci tekil şahsa seslenişlerde tesadüf ediyoruz. Büyük Lev Tolstoy, burada öfkeyle altı çizilen bir ‘sen’den ibaret. Gıyaben yani yokluğuyla var edilen yazar, Sophia’nın sözlerinde biricikliğinden sıyrılıp erkeklik havuzunda bir damla hâline geliyor: Karısını ve çocuklarını ihmal eden, mesleği dışında sorumluluk almayan ve kendi buhranlarını da eşinin sırtına yükleyen herhangi bir koca. 

Sophia film boyunca ağaçların, çiçeklerin ve türlü yeşilliklerin arasında dile getiriyor isyanını ve öfkesini. Ve duygu yüklü, ateşli sesinin tam karşısında sessizliğiyle ona tanıklık eden doğa bulunuyor. Susmak zorunda kalan bir kadın konuşmaya başladığında, yapılması gereken tek şeyin susmak olduğu düşüncesi vücut buluyor bu sahnelerde. Film ayrıca Sophia’nın konuşması ile falezlere vuran dalgaların, çiçeklerin, suda zıplayan kurbağaların ve buna benzer doğa manzaralarının yakın plan görüntüleri arasında bir ritim meydana getiriyor. Lev Tolstoy’un suskunluğu mekânın hafızası varmışçasına bu manzaralarda karşılık buluyor âdeta.

Un Couple’un manzara ve monolog biçimi arasında kurduğu ilişki aklıma Straub-Huillet ikilisini getiriyor ister istemez. Hele de dehâ addedilen bir kocanın gölgesinde kalmış bir kadının, yani Anna Magdalena Bach’ın hikâyesini anlatan Die Chronik der Anna Magdalena Bach’ı (1968) düşününce bu karşılaştırma daha da anlam kazanıyor. Ancak Wiseman ve Straub-Huillet ikilisinin manzara-söz ilişkisine yaklaşımı son derece farklı. Yine de her iki yaklaşımın da bizi sinemada çoğunlukla basite indirgenen ve göz ardı edilen bu unsurlar üzerine düşünmeye davet ettiği kesin!

Bones and All
Bones and All

Ana yarışmanın seyirci tarafından merakla ve sabırsızlıkla beklenen bir diğer filmi ise Luca Guadagnino imzalı ve başrolde Timothée Chalamet’yi izlediğimiz Bones and All oldu. Tabii seyircideki bu heyecanın filmin kendisinden çok Chalamet’ye yönelik olduğunu söylemeye gerek yok. Üstelik Beni Adınla Çağır’daki (Call Me by Your Name, 2017) rol arkadaşı Armie Hammer’a yöneltilen yamyamlık suçlamalarının ardından yamyamlık üzerine bir filmde başrol oynaması filmin daha gösterilmeden magazin malzemesi olmasını da sağladı. Guadagnino bu teorileri kesin bir dille reddetse de, filmin gündemde kalmasına katkı sağladığı için bir anlamda bundan faydalandığını da düşünüyorum. Zira, yamyamlık içgüdülerine sahip Maren ve Lee isimli iki gencin hayatta yer edinebilme çabalarına odaklanan bu yol filminin kendisi merak uyandırmayacak kadar yavan ve özgünlükten uzak. Yamyamlık yerine vampirlik motifini koyduğunuz zaman popüler kültürden teker teker örneklerini bulup çıkarabileceğimiz film, elindeki potansiyelleri değerlendiremeyen bir anlatı koyuyor ortaya.

Maren ve Lee’nin mustarip olduğu bu güdü, bireyi toplum dışına iten, marjinalize eden koşullara dair bir metafor olarak sunulmuş gibi gözükse de Guadagnino birey-toplum ilişkisini arka plana itip tamamen Maren ve Lee’nin aşkına odaklanıyor. Filmde yamyamlığın genetik olarak aktarılması, aile ve çocuklar arasındaki sorumluluk ve bağlılık ilişkilerini sorgulamaya imkân sağlayacakken, yönetmen bu temanın yüzeysel biçimde etrafında dolaşmakla yetiniyor. Maren, filmin başında babası tarafından terk edilip annesini bulmak için yola düştüğünde karşısına Sully isimli bir yaşlı adam çıkıyor. Güneyli aksanı, kovboy kıyafetleri ve yediği kurbanlarının saçlarından yaptığı iki buçuk metrelik iple filmin belki de en özgün karakteri olabilecek Sully, hikâyesini nereye götüreceğini bilemeyen Guadagnino’nun elinde bir anda takıntılı ve sapkın kötü karakter rolüne bürünüveriyor.

Filmde en çok eksikliğini hissettiğim unsur ise yamyamlık motifinin kendisinden başka hiçbir bağlamla ilişkisinin olmaması. (Mesela Julia Ducournau’nun Raw’u [2016] bunu başaran filmler arasında gösterilebilir.) Elbette yönetmenler film çekerken ele aldıkları konuyu gerekçelendirmek zorunda değil. Ancak “Neden yamyamlık?” sorusunu sorduğumda filmin verecek bir cevabı olduğunu düşünmüyorum. Bones and All bir süre seyirci nezdinde yarattığı heyecan ve meraktan beslenip kısa sürede unutulacak bir magazin bombası yalnızca. 

Dirty Difficult Dangerous
Dirty Difficult Dangerous

Günlüğümü noktalamadan, bu yıl festivalin yan bölümlerinden Orizzonti (Ufuklar) seçkisinin festival fabrikalarında seri olarak üretilen sosyal dramaları bir araya getirdiğini düşündüğüm için, jüri başkanlığını Céline Sciamma’nın üstlendiği Giornate degli Autori filmlerine programımda daha çok yer verdiğimi söylemeliyim. Seçkinin açılış filmi olan Dirty Difficult Dangerousın özetini okuduğumda vücudu giderek metalle kaplanmaya başlayan Suriyeli bir göçmenin hikâyesini anlattığını görüp son derece heyecanlanmıştım. Ancak izledikten sonra Wissam Charaf’ın yönetmenliğini üstlendiği filmin tanıtımında, bu unsurun seyirci çekmek için özellikle öne çıkarıldığını düşünmeden edemedim. Zira film Etiyopyalı göçmen Mehdia ile Suriyeli mülteci Ahmed’in Lübnan’da zorluklar içinde aşklarını yaşama çabalarını anlatan mütevazı bir drama. Film kimi noktalarında Aki Kaurismäki’nin toplumsal sorunlara sırtını dayayan deadpan mizahından izler taşısa da konunun derinlikli biçimde işlenemediğini ve etkisinin sınırlı kaldığını da not düşeyim.


79. Venedik Film Festivali’ni takip eden Eren Odabaşı ve Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Venedik Günlükleri 2022

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.