Şu An Okunan
Berlinale Günlükleri 2020 #1

Berlinale Günlükleri 2020 #1

70. Berlin Film Festivali Perşembe gecesi, Hanau’daki ırkçı katliamın gölgesinde açıldı. Toplam on sekiz filmin yer aldığı ana yarışmada ilk günlerde Kelly Reichardt, Philippe Garrel ve Christian Petzold’un yeni filmlerinin yanı sıra, Arjantinli Natalia Meta’nın ilk uzun metrajı ve Giorgio Diritti imzalı Antonio Ligabue biyografisi de izleyici karşısına çıktı.

Berlinale’nin yetmişinci yılında, ana yarışmada on sekiz film yer alıyor. Çiçeği burnunda festival yönetiminin ilk yılında getirdiği en önemli yeniliklerden biri, programa bu yıl ‘Encounters’ (Karşılaşmalar) başlıklı bir yarışma daha eklenmesi. Ancak şimdilik, spot ışıkları yine ana yarışmanın üzerinde olacak gibi görünüyor.

Ana yarışmada izleyici karşısına çıkan ilk filmlerden El Prófugo (The Intruder), Arjantin sinemasının son dönemde sıkça çıkardığı tür filmlerinin yeni bir örneği, erotik çağrışımları olan bir psikolojik gerilim. Natalia Meta’nın bu ilk uzun metrajı bir koroda soprano olan, aynı zamanda geçimini sağlamak için seks filmlerine, korku filmlerine İspanyolca dublaj yapan Inés’i (Erica Rivas) merkeze alıyor. Çocukluğundan beri gördüğü kâbusta kendisini çağıran bir adamın sesini duyan Inés’in başına, ısrarcı ve biraz da itici sevgilisi Leopoldo’yla (Daniel Hendler) çıktığı tatilde travmatik bir olay geliyor ve takip eden dönemde Inés için gerçekle hayal birbirine karışmaya başlıyor. Yakışıklı ve gizemli Alberto’yla (Nahuel Pérez Biscayart) tanışan Inés bir yandan kâbuslarının anlamını çözmeye çalışırken bir yandan da bir tür kendini keşfetme, kendiyle barışma sürecine giriyor. Tür konvansiyonlarını ustalıkla kullanan El Prófugo, aynı derece yaratıcı olmamakla birlikte, sesi ve seslendirmeyi bir anlatım öğesi olarak kullanma biçimiyle akıllara Peter Strickland imzalı Berberian Sound Studio’yu (2012) da getiren, vaatlerini yerine getirmeyi başaran bir film.

Giorgio Diritti’nin Volevo Nascondermi’si (Hidden Away), 20. yüzyılın en önemli naif ressamlarından Antonio Ligabue’nin yaşamına odaklanan biyografik bir yapım. Zürih’te doğan, babasını hiç tanımayan ve erken yaşta annesinden ayrılmak zorunda kalan Ligabue, filmde tam olarak tanımlanmayan sosyal ve psikolojik sorunları nedeniyle çocukluğu boyunca hor görülüyor, gençlik yıllarında İsviçre’den sınır dışı ediliyor ve yaşamını İtalya’da sürdürüyor. Bir süre sonra resme ve heykele merak salan Ligabue, hiçbir sanat eğitimi almamasına rağmen muazzam bir üretkenlikle sürekli çalışıyor ve zaman içinde saygın, eksantrik bir sanatçıya dönüşüyor. Yönetmen Giorgio Diritti, Ligabue’yi kimi zaman başına buyruk bir yaban adamı, kimi zaman da çevresiyle iletişim kurmaktan aciz bir zavallı olarak resmediyor. Eliptik bir anlatımla, zamanda gidip gelmelerle işlenen bu inişli çıkışlı yaşam öyküsü ressamın çocukluk anılarına, toplum tarafından kabul görme arzusuna ve isyankârlığının saklayamadığı çaresizliğine dair tahmin edilebilir açıklamalara girişiyor. Bu rol için ciddi bir fiziksel dönüşüm geçiren ve gösterişli bir performans ortaya koyan Elio Germano, En İyi Erkek Oyuncu ödülü için öne çıkan adaylardan biri olabilir.

Yarışmanın merakla beklenen filmlerinin başında gelen First Cow, Kelly Reichardt’ın önceki filmleri gibi Oregon’u mesken tutuyor. Gerek kadraj oranıyla, gerekse Amerikan tarihinin Altına Hücum dönemine odaklanan bir western olmasıyla yönetmenin önceki filmlerinden Kestirme Yol’u (Meek’s Cutoff, 2010) akla getiren, iki erkek arasındaki samimi dostluğu konu almasıyla da Geçmiş Zaman Olur Ki’yi (Old Joy, 2006) anımsatan filmin merkezinde, iyi niyetli ve naif aşçı Cookie (John Magaro) ile Çinli göçmen King Lu (Orion Lee) arasındaki tesadüfi karşılaşma, kurulan beklenmedik dostluk ve kazançlı iş ortaklığı yer alıyor. Jonathan Raymond’ın Vahşi Batı’nın dönüşümünü farklı ülkelere ve dönemlere uzanarak anlatan romanının bir kısmından uyarlanan First Cow sakin ve ağırbaşlı anlatımıyla, küçük anlardan derin duygular çıkarma becerisiyle Reichardt’ın tüm filmleri gibi özünde şefkat ve dostluk üzerine bir film. Yönetmenin izleyiciyi ağır ağır hazırladığı final sahnesi de, unutulması kolay olmayan buruk bir tat bırakıyor ardında.

Philippe Garrel’in son filmi Le Sel des Larmes (The Salt of Tears) ise, yönetmenin alışılageldik meselelerine geri döndüğü siyah-beyaz bir ilişki filmi. Marangozluk yüksek okulu sınavına girmek için taşradan Paris’e gelen Luc’ün (Logann Antuofermo) farklı kadınlarla kurduğu duygusal ilişkileri takip eden film aşk, ihanet, kıskançlık gibi temalar etrafında dolaşırken tematik olarak uzaktan Fransız Yeni Dalgası’nı hatırlatıyor. Ne var ki demode anlatımı ve kendini fazlasıyla ciddiye alması yüzünden ölüm, ayrılık, eski sevgiliyle karşılaşma gibi en “dramatik” anlarda izleyiciyi güldürmekten kurtulamıyor.

Berlinale’nin gediklilerinden Christian Petzold merakla beklenen Undine’de, bir önceki filmi Transit’in (2018) başrol oyuncuları Paula Beer ve Franz Rogowski’yi yeniden bir araya getiriyor. Sevgilisi tarafından terk edilince “onu öldürmek zorunda kalacağını” söyleyen müze rehberi Undine (Beer) ile yeni tanıştığı endüstriyel dalgıç Christoph’un (Rogowski) fantastik bir kazayla başlayan ilişkisine odaklanan film, mitolojik metinlerden beslenen ve sade öyküsünü mistik dokunuşlarla kesintiye uğratan bir aşk filmi. Başrol oyuncularının performanslarından kuvvet alan filmde Petzold, iki başkarakterden hangisinin realist hangisinin hayalperest, hangisinin saf hangisinin tekinsiz olduğu konusunda izleyicinin beklentileriyle oynayarak gizemli bir atmosfer kurmayı başarıyor. Aynı zamanda Berlin’in tarih boyunca geçirdiği dönüşüme dair paralel bir metni de olan Undine, Petzold’un en iyi filmlerinden biri olmayabilir ama şimdilik yarışmanın favorileri arasında görünüyor.

Berlinale Günlükleri 2020 #2 >>>

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.