Şu An Okunan
İyi ki Doğdun Çiğdem!

İyi ki Doğdun Çiğdem!

Bugün 6 Ağustos, doğum günün. O gözlerin göremeyeceği, kulakların duyamayacağı, ellerin dokunamayacağı bir şeyi sana getirmek isterdim. “Anlatılmaz ama yaşanır” olanı… Gezi’deki hâlimizi.

Sevgili Çiğdem,

Okuduğun mapushane kitapları üzerinden Bianet’te bir yazı yazmıştın. Orada Kemal Tahir’in ‘Esir Şehrin İnsanları’ndaki bir cümlesini alıntılıyordun: “Mahpusluğun anasını yemekle, uyumak ağlatır…” Kemal Tahir bunu hapistekiler için söylemiş ama mahpus yakınları için de bir açıdan geçerli. Şöyle ki, sevgili arkadaşım, keyfime ve ihtiyacıma göre yemek yerken ve istediğim saatte yastığa başımı koyup kaldırırken boğazımda bir düğüm gibi aklımdasınız. Bu iki temel ihtiyacın, aynı zamanda bir iktidar aracı olarak hapishanedeki yaşamın düzenlenmesinde önemli rolü olduğunu bilmek, daha da can acıtıyor.

Biliyorsun ben tecrübeli bir görüşçüyüm, hapishanelere gidip gelmişliğim var. Bir zamanlar mektup da çok yazardım. Ne yazık ki sana pek yazamıyorum. Çünkü uzun bir süredir mektuplarla aram bozuk. Bunu hapishanedeki birine söylerken de utanıyorum elbette. Orada mektupların dünyayla kurulan en kritik ve güçlü bağ olduğunun az buçuk farkındayım. 2019 sonuna kadar sık sık mektuplaşıyordum, sonra gittikçe zorlaştı bunu sürdürmek ve mektuplarım seyreldi. Artık elime kalem alınca tıkanıyorum. Boğazımdaki o düğüm ellerime dolanıyor. Nedenini anlamaya çok çalıştım. Kişisel boyutunu bir kenara bırakırsak, geriye dönüp en son ne zaman ağız dolusu güldüğümü, ne zaman kendimi çok güçlü hissettiğimi, ne zaman umudun (edebiyatçılık tasladığımız cümlelerde değil gerçekte) içimi doldurduğunu hatırlamaya çalıştım ve tabii her seferinde Gezi’ye vardım.

Biz hep beraber Gezi’ye vardık. Bunun gururu, sevinci, “bunu da gördük ya…”sı bize yeter! Hepimiz oradaydık. Bizi içine alacak hapishane inşa edemeyecekleri; F’si, S’si, alfabesi yetmeyeceği için ülkeyi hapishaneye çevirdiler, yaşama kastettiler. Şehirlerimiz, evlerimiz yıkıldı; seçilmişler hapiste, kayyumlar yağmada. Ne katliamlar, ne cinayetler gördük birbiri ardına şu son yıllarda! Pandemiler, depremler, yangınlar gördük! Adalete aç olarak ölenler oldu. 2020’deki ölüm oruçlarıyla, bedenimi terk eden bir can değildi belki ama içimde artık iyice incelmiş bir şeyin kopuşunu gerçekten hissettim.

Şimdi mektup yazmak için önüme beyaz bir sayfa koyunca, sayfaya uzun uzun bakıyorum. Kalemi o kadar sıkı tutuyorum ki yazarken parmaklarım kasılıyor, elime koluma ağrı saplanıyor. “Sevgili arkadaşım…”la başlıyorum, “nasılsın?” diyorum, “bir ihtiyacın var mı?” derken, onu böyle sormak içime dokunuyor, siliyorum. Böyle başlıyor yazamamak. Sonra yazamamaya devam ediyorum. Kupkuru cümleler seçiyorum. En ufak bir süse tahammülüm yok. Olanı olduğundan farklı gösteren hiçbir şeye sabrım yok. İyisiyle kötüsüyle gerçeği istiyorum! Kurgulanmış bir akışta cümleleri sıralamaktan, “yanlışları” silip temize çekmekten, alıntılarla doldurmaktan, şairanelikle süslemekten kaçınıyorum. Bir yanılsama içinde olmaktan korkuyorum. Hapishaneler arkadaşlarla doldukça tüm çıplaklığıyla apaçık bir yaşamın kendisine hasret kaldık; onun bir anlatıcıya, aracıya ihtiyaç duymadan içimizde hissetmeye… Senem (Aytaç) bu seriye hazırladığı yazısında ne güzel ortaya koymuş soruyu: “… sokakta yürürken birinin bir cümlesinden rastgele kopan bir parçayı duymanın, sel gibi akan tanımadık insan yüzleri arasından yürümenin, burnuna çarpıveren bir kokunun, hayatın o anlatısız, anlatıdan kaçan, paramparça esasını sana nasıl getireceğiz?”

Bu yazıyı okumanın üzerinden bir iki gün geçmişti ki bir çayevinin yanından geçerken birinin diğerine şöyle dediğini duydum: “Gönül hoşluğudur ha, oturup bi’ bardak çay içmek.” Hiç zorlanmadan, içinden geldiği gibi ağızdan dökülen ne güzel bir ifade! Bu kendiliğindenliği zarflayıp sana taahhütlü postalayamayacağıma göre, yazmak ancak eksik bir cümleden ibaret. Belki o nedenle mektuplara bu yetersizliği hissettirdikleri için günden güne küsüyorum. Bizi buna mecbur bırakanlara ve içten geleni paylaşırken ihtiyaç duyacağımız mahremiyet hakkımızı ihlal edenlere karşı korkunç öfkeliyim. Öte yandan bir güzellik ve incelikten yoksun, tek tük yazdığım bir sayfayı geçmeyen mektuplardan da utanıyorum. Ve utanmaktan da çok yoruldum, bu da ayrıca öfkemi katlıyor. Dışarıdakileri hep buruk, içeridekileri hep mahrum bıraktıkları için öfkeliyim. Mektuplarımız gözlerle taciz ediliyor. Camlar ardından telefon ahizeleriyle görüşmeye mecbur kalmak; sürekli dinlenirken ve gözetlenirken nasıl olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmak bir işkence. Hayatın her yanına sirayet eden şiddet bizi orada özellikle iletişimle kontrol etmeye çalışıyor. Keyfî sebeplerle hapishane yönetimi tarafından kısıtlanabilecek, hattâ 6 ay yasaklanabilecek bir hak, iletişim hakkı. Görülmüş mektuplar içinde bir tür mahremiyet sağlamaya; onlara inat, bu iletişimde en azından bir şeyin de benim kontrolümde olduğunu hissetmeye ihtiyacım var belki. Belki içten içe bunun için direniyorum. Başka yollar arıyorum kendimi ifade ederken, bizi attıkları bu “koşullu iletişim” hücresinden çıkmak için. Ve özelimizi ortaya sererken işlerini kolaylaştırmak istemiyorum! Örneğin bir mektup geldi hapishaneden bu hafta, suskunluğumu merak eden bir dosttan. Mektuba cevap yazdım, “nasılsın?”ı cevapladığım sayfayı fakat, bir puzzle’ın parçaları gibi keserek zarfa koydum. Zaman zaman böyle renkli anlar yaşattığım doğrudur mektupları okuyanlara. Öte yandan “nasılsın?” sorusu karşısında tam olarak hissettiğim de bu.

Bugün 6 Ağustos, doğum günün. O gözlerin göremeyeceği, kulakların duyamayacağı, ellerin dokunamayacağı bir şeyi sana getirmek isterdim. “Anlatılmaz ama yaşanır” olanı… Gezi’deki hâlimizi. Yaşamın önündeki duvarları yıkıp akışındaki o güzelliği size, yani hapishanedeki tüm siyasi tutsaklara, yeniden ve yine hep beraber getirelim isterdim. Öyle güzeldik ki, o birlikteliğin güzelliğine ne pahasına olursa olsun sahip çıkmaktan başka bizi daha da insan kılacak bir şey bilmiyorum.

Sana bu özlemle sımsıkı sarılıyorum. İyi ki doğdun Çiğdem.


Elif Ergezen’in, Altyazı Fasikül’ün İçeriden Dışarıya (2021) video serisi için yaptığı İçeriden adlı kısa filmi sadece hapistekilerin değil imkânı olan herkesin içeride olduğu bir zamanda içerisi ve dışarısını, hapishane ve dış dünyayı, tutukluluk ve özgürlük gibi mefhumlar arasındaki sınırları sorguluyor. İzlemek için tıklayınız.


Sinemacı dostumuz Çiğdem Mater, diğer Gezi Davası tutsakları Mine Özerden, Can Atalay ve Tayfun Kahraman’la birlikte 25 Nisan 2022 tarihinden beri hapiste. Osman Kavala ise kendine yöneltilen suçlardan defalarca beraat etmesine rağmen 1 Kasım 2017’den beri tutuklu. Hayal Havuzu’nu bu karanlık günlerde Çiğdem’e ve tüm Gezi tutsaklarına hayallerimizle yoldaşlık etmek için açtık.

Diğer Hayal Havuzu yazılarına ulaşmak için tıklayınız.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.