Ozan Yoleri ile Başlangıçlar Üzerine Söyleşi: ‘Mutluluk Başka Yerde mi?’

Ozan Yoleri’nin ilk uzun metrajı Başlangıçlar, yurtdışında restorasyon eğitimi almış Defne’nin kök salma ve aidiyet arayışına odaklanıyor. Yönetmenle filmin ortaya çıkış öyküsünü, dramatik tercihlerini ve odaklandığı temaları konuştuk.
Söyleşi: Ekrem Buğra Büte
2019 yapımı kısa filmi Aylin’le tanıdığımız Ozan Yoleri’nin ilk uzun metrajı Başlangıçlar, yirmili yaşlarını yaşayan bir resim restoratörünün dünyasına götürüyor izleyiciyi. Fransa’daki derin yaralara sahip hayatından memleketi İstanbul’a geri dönen, aslında tam da dönemeyen Defne’nin aile ilişkilerini, arkadaşlarıyla iletişimini, işini hayatına konumlama çabasını takip ediyoruz. Ozan Yoleri’nin rejisi peşine takıldığı başkarakterinin dünyasında yaşananları büyük kırılma anlarından çok Ahsen Eroğlu’nun canlandırdığı Defne üzerindeki etkileriyle resmediyor. Yas, aidiyetsizlik, depresyon ve varoluşsal krizler Defne’nin günlük hayatının akışında anlamlanıyor. Restorasyon eğitimi alan ve işini aldığı eğitimin etik ilkeleriyle yapma gayesi taşıyan Defne’nin İstanbul’daki ilk işinde giriştiği bir Osmanlı tablosu restorasyonu ise bu hikâyenin hem bir aynası hem de diyalog alanı hâline geliyor.
Başlangıçlar, Talinn Black Nights ve İstanbul gibi film festivallerinin ardından şimdi de vizyonda seyirciyle buluşuyor. Yönetmen Ozan Yoleri’yle vizyon öncesinde bir araya geldik ve filmin peşinde olduğu anlam dünyasını kendisinden dinledik.
Başlangıçlar, isminden başlayarak ‘kaynağa’ ve geleceğin belirsizliğine işaret eden bir film. Sizin de ilk uzun metrajınız. Bu hikâyeye nasıl karar verdiniz, süreç nasıl ilerledi bahsederek başlayalım mı biz de?
Başlangıçlar, üniversiteden sonraki süreçte yaşadığım kaotik durumu anlamlandırma çabasından yola çıkan bir film. Filmde kısaca geçtiğimiz bir mezunlar günü sahnesi var. Aslında filmin altyapısını kurarken kendi aramızda sıkça referans verdiğimiz bir durumu açıklıyor. Henüz birkaç sene öncesine kadar çok benzer hayatlar yaşayan, aynı okulda, aynı sınıfta hayatının büyük çoğunluğunu geçiren aynı yaştaki insanların kısa sürede bambaşka yol ayrımlarına gelmesinde beni düşünmeye iten bir durum vardı. İlk çocuğuna hamile olan biri, hâlâ lisanstan son kalan dersini vermeye çalışan başka biri, mecburi hizmetini kimseyi tanımadığı bir şehirde yapan bir tıp mezunu, memleketteki aile işini devralmaya karar vermiş bir esnafın oğlu.. Herkesin hayatına dair bir doğrultu belirlediğini, sizin geride kaldığınızı hissettiğiniz bir dönem.
Bu fikri/hissiyatı başta yapımcılarım Alara (Hamamcıoğlu) ve Ilgım’la (Coşar), ardından etrafımla paylaştığımda bunun yaygın bir his olduğunu gördüm. Yüzeydeki planlı, yolunda giden hayatın altını biraz kazıyınca ortaya çıkan; üç aşağı beş yukarı çevremdeki hemen herkesin hayatına dair tereddüt ettiği, sorumluluklarından emin olamadığı, gelgitler yaşadığı bir periyot. O dönem Aysın (Kadirbeyoğlu) ile bu hissiyata dair çok benzer noktalarda olduğumuzu, benzer kaygılar paylaştığımızı görünce projeyi birlikte yazmaya karar verdik. Defne bu açıdan hayata dair o dönemki ortak kaygılarımızın bir ürünü. Gelecek kaygısı, aile, kayıplar, değişimler gibi temalar da sonrasında senaryoyu şekillendiren unsurlar oldu.
Filmde yirmili yaşlarındaki bir karakterin temel aidiyet duygusuyla mücadelesini izliyoruz. Bilhassa belirli bir kuşak ve toplumsal statü sahibi gençler için fenomenleşmiş ‘yurtdışına gitme’ meselesi temel bir izlek olarak yer alıyor. Defne’nin aidiyet meselesi neden önemliydi sizin için?
Genel anlamda mekânlara dair bir aidiyet hissine, bilhassa eğitim ve iş hayatımın önemli bir kısmını geçirdiğim İstanbul’a karşı bir “evde olma hissine” sahip değilim. Bu yüzden kendi deneyimim Defne’ninkinden farklı olmasına karşın İstanbul’da kök salmayı başaramayan bir karakteri yaratırken elimde üzerine çalışabileceğim bolca malzeme vardı. Senaryoyu beraber yazdığımız Aysın ise bu aidiyet meselesini yirmili yaşlarını birçok farklı yerde geçirdiği için bilfiil deneyimlemişti. Bu iki perspektifin kesiştiği yerden filmin sözünü ettiğiniz bağlamını kurduk.
Yurtdışına gitme meselesini iki farklı noktadan düşünüyorum. İlki demin bahsettiğim aidiyetsizlik hissi. Yurtdışında yaşayıp geri dönen bir karakter aidiyetsizlik temelini kurmak için bize bir başlangıç noktası oluşturuyor. İkincisi ise daha genele yayılabilecek “mutluluğun başka bir yerde olduğu” fikri. Bu iki duygu yirmili yaşlarda sıkça elele hareket ediyor. Buradaki açmaz insanın gittiği her yere kendisini de götürüyor olması. Bu açıdan gitmek kendi başına bir çözüm sunmuyor. Filmde onunla geçirdiğimiz süreçte Defne’nin bunu deneyimlemesini ve bizim şahsi tecrübelerimizin de şekillendiği üzere bir noktada da bunu kabullenmesini istedik.
Filmin henüz başlarında Fransa ve Türkiye’deki Defne arasında dramatik vurgudan kaçınan bir geçiş tercih ediyorsunuz. Defne’nin memlekete dönüşü belli belirsiz bir geçişle yaşanıyor. Bu karakterin arada kalmışlığına dair bir vurgu yaparken bir yandan da seyirci için kafa karıştırıcı olabilecek bir tercih. Bu fikirden bahsedelim mi biraz?
Filmdeki zaman geçişleri arasında belirli bir ritim olmaması senaryoda planladığımız bir yaklaşımdı, kurguda da bunu devam ettirdik. Değişimin gerçekleştiği bilgisini verip bu değişimin nasıl ve ne yönde olduğunu sahneler ilerledikçe detaylarda belli olacağı bir yol tercih ettik. Bu, izleyicinin oryantasyonunu bir anlığına sekteye uğratma riskini taşıyor, ama film ilerledikçe çapa atılabilecek referans noktaları beliriyor. Filmin ilk kısmındaki bu keskin geçişin izleyiciyi filmin bundan sonra gelecek bölümdeki yaklaşımına hazırlamak gibi pratik bir amacı da var.
Bu, hayatında keskin dönüşler yaşayan bir karakterin kafa karışıklığıyla da bir anlamda paralel bir izleme tecrübesi sunuyor diye düşünüyorum; neredeyiz, ne yapıyoruz, neden buradayız sorularını bazı anlarda izleyici de hissedebilir.
Defne’nin okuduğu okul, yaptığı iş ve filmde izlediğimiz restorasyon görevi temel dramatik unsurlardan biri. Restorasyon gibi niş bir mesleği seçmenizin sebebi neydi? Defne’nin film boyunca uğraştığı Osmanlı tablosu nasıl bir anlam zemini açıyor sizin için?
Defne gibi hayatını rayına oturtmakta zorlanan bir karakterin mesleğinin restorasyon olmasının çelişkisi senaryo sürecinden itibaren üzerinde durduğumuz, kendini de bir anlamda açıklayan bir mesele. Mesleğin kendisine gelecek olursak; neredeyse obsesif bir dikkat ve çalışma isteyen bir yanının olması Defne’yi dramatik olarak farklı alanlara çekmek için kullanabileceğimiz bir oyun alanı açtı. Sinemada pek işlenmemiş ama görsel olarak çok olanak sağlayan bir alan olması da bizi cezbetti diyebilirim.
Tabloların gerçekten aynı ressam tarafından yapılmış olmasını ilginç buluyorum, filmdeki bu kısım kurmaca değil. Diğer yandan doğrudan kendi düşüncelerimi aktarmak yerine izleyiciyi tabloların görsel olarak kendilerinin açtığı diyalog alanına davet etmeyi tercih ederim. Geçmiş-Gelecek, Doğu-Batı bizim yüzyıllardır arasında gidip geldiğimiz, çıkışını ya da harmanlandığı alternatiflerini hâlâ aradığımız düzlemler. 1900’lerin başında bunun resim gibi tamamen görsel bir sanat dalında ortaya konmuş olması bu tartışmaların tarihselliğini de imliyor. Bu açıdan tabloların hem kendi aralarında hem de filmde bugünkü Defne’ye dair konuştuklarını düşünüyorum.
Başlangıçlar belki de gösterdiklerinden çok sakındıklarıyla öne çıkan bir film. Hem yasın hem de hayatla ilgili büyük kararların yükselme anlarına değil, bu gelişmelerin karakter üzerindeki uzun erimli etkilerine odaklanıyor. Bu tercihten bahsedelim mi biraz?
Bu film özelinde bu alan üzerine çalışmak en başından beri beni heyecanlandıran bir unsurdu. Sürecin kendisi yerine süreç sonrasına, “aftermath”e odaklanmak. Filmin parçalı yapısı da bana bunu birkaç kez yapma şansı verdi. Kırılma anlarından sonra da hayat bir şekilde devam ediyor, fakat biten bir şeyin hüznünü taşıyarak devam ediyor sıklıkla. Bu bir ölüm olabilir, sevilen bir şehirden taşınmak olabilir, sevgiliden ayrılmak olabilir… Bunun sızısıyla günlük hayatın rutini ve beklentilerinin mikro kontrast anlarına mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım.
Örnek vermem gerekirse; özel hayatında kalp kırıklığı yaşarken ertesi sabah ofiste patronundan iş performansı sebebiyle eleştiri alan bir karakter bana fazlasıyla kırılgan ve dramatik anlamda ilgi çekici -ve yeterli- geliyor. Bu karakterin ofis tuvaletine gidip ağladığını ya da duvara bir bardak fırlattığını -en azından bu filmin dünyasında- görmeye ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum. Bu iki durumun yüküyle karakterin kafasını dağıtmak için kendisini işine gereğinden fazla vermesi ya da gece bir türlü uyuyamamasının duygularımızın gerçek hayattaki dışavurulan şiddetini daha iyi karşıladığını hissediyorum. Fakat dediğim gibi, bu projenin evreni için belirttiğim bir durum bu, genelleme yapmak doğru olmaz.
Film sinemasal miras bakımından pek çok büyüme hikâyesini hatırlatan bir yapı çiziyor. Bir yandan yetişkinliğin ilk evrelerini aşmış, doktora öğrencisi bir bireyi takip ediyoruz aslında filmde. Siz bir büyüme hikâyesi olarak görüyor musunuz Başlangıçlar’ı?
Evet, Başlangıçlar’ı bir geç-büyüme (late-coming-of-age) hikâyesi çatısı altında düşünebiliriz diye düşünüyorum. Bunu içinde bulunduğumuz yüzyılın şartlarıyla şekillenen, büyümeyi erteleyen Y-Z kuşağını anlatan bir alt tür olarak görüyorum. Bu bağlamda filmi, benim de izleyici olarak çok sevdiğim büyüme hikâyeleri başlığında konumlandırmış olmanız beni mutlu etti, teşekkür ederim.
Büyük kırılmalardan çok küçük anlara ve gündeliğin içine gömülmüş kişisel bağlamlara odaklanan bir sinemanız var. Filmin başrolünü üstlenen Ahsen Eroğlu da buna uygun biçimde duyguları genelde sakin anlarda ifade etme görevi üstleniyor. Oyuncu yönetimi bakımından nasıl yaklaştınız bu filme?
Filmde, bahsettiğiniz gibi, duygusal pik ve dip noktaları arasındaki mesafeyi bilinçli olarak kısa tuttuk. Bu biraz Defne karakterinin yapısıyla, biraz da filmin odaklandığı gelip geçici anlarla ilgili. Büyük kırılmalardan sonra yaşanan idrak süreci, bu sürecin dinginliği ve içe dönme hâlini göz önünde bulundurarak böyle bir tercihte bulunduk. Şöyle bir benzetme yapabilirim: Sessiz ortamlarda etraftakileri rahatsız etmemek için ses tonunu dikkatle ayarlayarak konuşmaya dikkat ederiz; ortam uğultusunda eriyip gidecek, dikkati üzerine çekmeyecek seviyede konuşmaya çalışırız. Genel olarak filmdeki kırılgan havayı kırıp dökmeyecek, bu sınırların bilincinde performansları hedefledik.
Ahsen’le daha önce çalıştığımız ve benzer tonda bir film yapmış olduğumuz için Defne karakterini yaratırken nasıl bir çıktı hedeflediğimiz konusunda büyük oranda hemfikirdik. Provalarda karakterin farklı sahnelerde inip çıkabileceği sınırları netleştirdikten sonra sette rahat ilerlediğimizi söyleyebilirim. Hazal (Subaşı) ve Zeynep’le (Dinsel) de bu tonu takip edecek şekilde çalıştık.
Sizi kısa filminiz Aylin’in yanı sıra Vigo Film’in kurucu ortaklarından biri olarak da tanıyoruz. Vigo Film son dönemde ürettiği işler kadar onları üretme biçimiyle de sektörde kendine has bir yer kazanmış durumda. Aynı isimleri farklı projelerde işbölümünün farklı parçalarında görebiliyoruz. Nasıl bir çalışma biçiminiz var, Vigo Film neleri hedefler bahsetmek ister misiniz?
Vigo Film’i 2018’de kurmuş olsak da yaklaşık on yıla uzanan bir birlikte çalışma pratiğimiz var. İlk kez bir araya gelen bir kadronun birbirini tanıma, projeye alışma gibi zaman alan ve genelde verimliliği düşük olan süreçlerini kendi aramızda hızlı bir şekilde çözüme ulaştırabiliyoruz. Bu muhtemelen dışarıdan “herkesin her işi yaptığı” bir model olarak görünüyor. Fakat temelde bir projeden sorumlu olan bir kişi var, diğerleri gerekli noktalarda devreye giriyor. Elimizde genelde birden fazla proje olduğu için bu roller zaman zaman flulaşıyor, ancak özünde belirli bir görev dağılımı ve disiplin gerektiriyor.
Vigo Film’in hedefi bağımsız sinema üretimini sürdürülebilir kılarken farklı alanlarda da üretime devam etmek. Film üretimi yıllara yayılan bir süreç olduğundan bunu mini dizi gibi, reklam gibi diğer işlerle de dengeleyerek ilerliyoruz.
Seyirci tepkisinden bahsederek bitirelim mi? Filmin hem yurtdışında hem de yurtiçinde gösterimleri oldu, şimdi de Türkiye’de vizyona giriyor. Bilhassa Türkiye’deki ve yurtdışındaki seyircilerden aldığınız tepkiler arasında nasıl farklar var merak ediyorum.
İkisi arasında büyük farklar olduğunu söyleyemem, en azından benim gördüğüm kadarıyla. Filmin gösterildiği ülkelerde genel olarak yirmili yaşlarda yaşanan bunalım, ya da popüler tabirle çeyrek yaş krizinin ortak bir nokta olduğuna, farklı kültürlerde benzer hislerin paylaşıldığına dair geri dönüşler aldık. Öte yandan film hem Türkiye’de hem de yurtdışında bizim öngörmediğimiz bir kitlede de karşılık buldu: Ebeveynler. Söyleşi boyunca da konuştuğumuz üzere odağımız hep Defne ve onun perspektifiydi. Fakat her gösterimin sonunda söz alan ya da film çıkışında yanımıza gelen bir ebeveyn mutlaka vardı. “Çocuklarımız için durmadan çalışıyoruz, en iyi okullar, en iyi şartlar olsun istiyoruz ama bizi asla anlamıyorlar,” gibi tepkiler aldık. Bunu konu edindiğimiz için teşekkür edenler de oldu, Aysel (Defne’nin annesi) karakteri için devam filmi isteyenler de oldu, filme beraber geldiği kızına bizim yanımızda sitem edenler de oldu. Filmin yolculuğunda aklımda kalan en ilginç tepkiler genelde bunlar oldu diyebilirim.
Başlangıçlar, 13 Aralık itibariyle Başka Sinema salonlarında gösterimde.

1988'de İstanbul'da doğdu. İstanbul ve Mimar Sinan üniversitelerinde sosyoloji eğitimi aldı. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı, sinema ve edebiyat üzerine yazılar yazdı. 2017 yılında yazmaya başladığı Altyazı’da editör ve yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. SİYAD ve FIPRESCI üyesi.