Şu An Okunan
Hepsi Bir Bant Kaydıydı: David Lynch’in Ardından

Hepsi Bir Bant Kaydıydı: David Lynch’in Ardından

Tehlikeli rüyaların, kolektif kâbusların, tekinsizin, dehşetin ve arzunun yönetmeni… Çoğu sinemaseverin hayatına bir yerinden dokunmuş olan David Lynch’i geçtiğimiz hafta kaybettik. Bugün ise Lynch’in 79. yaş günü. Usta yönetmenin anısına yazar ve yönetmenlere Lynch’in üzerlerinde nasıl bir iz bıraktığını sorduk.


Ahu Öztürk

Lisede TRT 2’de Fil Adam (The Elephant Man, 1980) diye bir film izliyorum. Hiç unutmuyorum izlerkenki hissimi, sırtımda bir ürperti. Sonraki filmlerini izlemem, “böyle bir dünyada ben neyim?” sorularıyla, kafamın çokça karışık olduğu gençlik zamanlarımda. Sürekli kayıp düşsem de tutunacak bir sabit buluyorum o aralar, “ben beni biliyorum da dünya tekinsiz”. Filmlerini izliyorum arada, büyülü renkler ve ürpertiler arasında, aynı bedenler, başka başka karakterler oynuyorlar. Bunlar da kim? İzlerken sorular sızıyor, “Sen kendini bildiğinden emin misin? Tekinsizin evindesin. Hâlâ güvende misin? E o zaman tekinsiz de kim?” Öldüğü gün resmine dalıp ağlarken, sezdirdiği şeyin kıymetine varıyorum bir daha. Rüya görür gibi, kendime dair bildiğimden çok bilmediğimi görmüşüm filmlerinde, öyle ki kendi rüyalarımdan sanmışım onları da. Arada hortlayan, ürperten, karşılaşmak istemediğim tekinsizin, tam da içimde olan hatta belki de ikizim olabileceğini fısıldamış filmleri. Tekinsiz olan aşinaya dönüşmüş içimde, filmleri sayesinde…O yüzden büyücü, o yüzden büyük usta… Sonsuz saygı ve şükranla…

Aslı Ildır

David Lynch’in İkiz Tepeler’deki (Twin Peaks, 1990-1991) karakteri Gordon Cole, kalıcı bir işitme sorunu nedeniyle kulaklık takar, buna rağmen kimseyi duyamaz ve hep bağırarak konuşur. Lynch’in dünyayla kurduğu ilişkinin bir özetidir sanki bu durum. Bir uzaylıdır çünkü Lynch, tıpkı Bowie gibi başka bir boyuttan gelmiştir, aramızda yaşar ve bize uyum sağlamaya çalışır. Ama yaptığı tüm gürültü, cızırtı ve patırtı aslında başka bir dildir, anlamadığımız, anlamamıza gerek de olmayan.

Bir sahnede Gordon Cole Double R Diner’a gider ve oradan çalışan Shelly Johnson’la tanışır. Yine bağırarak kahve ister Shelly’den. Shelly şaşırır ama rahatsız olmaz, ne yapacağını bilemez, gözünün ucuyla Dale Cooper’a bakar. Cooper gülümseyerek her şeyin yolunda olduğuna dair bir el hareketi yapar. Benim de Lynch sinemasıyla ve İkiz Tepeler’le tanışmam sanırım tam böyle bir andı. Hafif bir şaşkınlık, küçük bir “sakin ol, sorun yok” tesellisi ve kendini suya bırakış. Ve suyun seni kendiliğinden kaldırması.

Sonrası Gordon için büyülü bir andır, Shelly bağırmamasına rağmen Gordon onun söylediği her şeyi duyar, kulaklıklarını çıkardığında bile. Shelly onu gayet iyi duyabildiğini, bağırmasına gerek olmadığını söyler. Gordon ise şaşkındır, yine yüksek sesle şöyle der: “Anlamıyorsunuz Bayan Johnson! Şu kulaklıkları görüyor musunuz? 20 senedir insanlardan bağırarak konuşmalarını rica ediyorum ki onları duyabileyim. Ama sizi tuhaf bir şekilde duyabiliyorum. Bu bir mucize!”

Lynch’i kendimce, kendime göre, kendi rüya ve kâbuslarımın dilinde anladığım an da işte böyle büyülü bir andı galiba. Aşk biraz. Bizi bırakıp uzaya geri dönüşünün ardından yazılan veda notlarını okuyunca bir daha düşündüm, Lynch bu küçük dünyada bunca Shelly bulacağını tahmin eder miydi?

İkiz Tepeler

Berna Güler

David Lynch’in işlerinde yaşam ve ölüm hiçbir zaman birbirinden keskin çizgilerle ayrılmaz; aksine, bu iki uç arasındaki bilinmez bölge, Lynch’in yaratıcı alanıdır. Lynch, ölüme bir sınır değil, duyuların ve bilinçaltının başka bir boyuta geçişi olarak bakar. Rüyayla gerçek nasıl birbirine karışıyorsa, yaşam ve ölüm de onun dünyasında flu ama iç içedir. Eraserhead’in (1977) metalik yankıları bize ölümü çağrıştırır. Henry’nin karşısında duran deforme bebek, hem hayatın hem de varoluşun ağırlığını taşır. Lynch’in ölüm anlayışının bir veda değil, bir varoluş bilmecesi olduğunu sezeriz. Mavi Kadife’nin (Blue Velvet, 1986) mavi perdesini kaldırdığımızda, parlaklığın ardına, çürümenin dokusuna ulaşırız. Burada ölüm, sadece fiziksel sona değil, insan ruhunun maruz kaldığı içsel çöküşe de işaret eder. Lynch bu duyguyu korkutucu bir doğallıkla sunar, çünkü gerçek de tıpkı ölüm gibi çoğu zaman rahatlatıcı değildir.

Mullholland Çıkmazı’nda (Mulholland Drive, 2001) ölüm, bir yolculuğun sonu değil, anlamın ve mantığın sınırlarına meydan okuyan bir aynadır. Karakterlerin kayboluşunda, rüyaların birbirine dolanışında ölümün tekinsizliği ensemizdedir. Lynch, insanın kendiyle yüzleşme ânını, ölüm fikrinin yansıması olarak sunar. İkiz Tepeler’in puslu ormanlarındaysa ölüm her zaman bir gizemdir. Ama Lynch bu gizemi çözmekle değil, ona kapılar aralamakla ilgilenir. Ölüm, Laura Palmer’ın yüzündeki soğuk ifade gibi, hem acı hem de büyüleyicidir. Hayatı anlamlandırmaya yönelik konvansiyonel ya da düz çizgisel bir yaklaşımı sunmaz Lynch. Bunun yerine gerçeği yanılsama, başkalaşım, parçalanma ve yeniden şekillenme kodlarıyla işler. Bilinçaltının derinliklerine ve varoluşun doğasına dair kaybolmuş bir ‘gerçek’e ulaşmaya zorlanırız. Lynch’in ölümü, filmlerinde hep hissettiğim bir huzursuzluğu hatırlatıyor: İçinde tuhaf bir parıltıyı da barındıran büyük bir karanlık. Bu gerçeği anlamanın yolu Lynch’in evrenine bakmaktan geçiyor belki de.

Engin Ertan

David Lynch’in öldüğü akşam ve takip eden günlerde ardından yazılan veda notlarını okumaktan kendimi alamadım, hâlâ da alamıyorum. Çağdaşı yönetmenler, etkilediği daha genç yönetmenler, bazıları kariyerini büyük ölçüde ona borçlu oyuncular, arkadaşları, arkadaşlarım ve belki hepsinden de ilginci; bambaşka jenerasyonlardan, bambaşka türlerden bir sürü müzisyen… Okuduklarım beni her seferinde 34 yıl öncesine götürdü. Henüz 12 yaşındayken, televizyonda izlediğim İkiz Tepeler’e saplantılı bir şekilde tutulmam, soundtrack albümünü satın alıp -o kaset hâlâ duruyor- bıkmadan usanmadan sürekli dinlemem… O yaşlarda İkiz Tepeler’de beni neyin büyülediğini yeterince iyi tanımlayamıyordum; soranlara garip, karanlık falan demişimdir herhalde. Bir de tüm o tekinsizliğin arasından beklenmedik bir anda kendini gösteriveren çocuksu mizah elbette. Bugünse, İkiz Tepeler’den ve ilk ergenlik yaşlarımdan başlayarak, David Lynch filmlerindeki imgelerin ve seslerin -evet sadece müzikler değil, bir o kadar da “gürültü”ye varıncaya değin seslerin-, beni ben yapan zevklerimin gelişmesindeki temellerden biri olarak oynadığı büyük rolü çok daha iyi biliyorum. Her biri hayranlık, tevazu ve şefkat dolu o veda notlarına dönersem tekrar, belki de David Lynch’in bize kattığı en önemli şey şuydu; benzersiz zihni ve kendi dünyasını bizimle paylaşırken filmlerine yerleştirdiği her bir imge ve ses, zaman içerisinde bizlerin de kendi zevklerini, kendi özgün dünyasını keşfetmesi için birer anahtardı.

Mullholland Çıkmazı

Fatih Özgüven

‘Dick Laurent öldü.’ Kayıp Otoban’ı (Lost Highway, 1997) açan ve kapatan cümle. Bize ‘hikâye’nin bir soy kütüğü dökümü (‘Alp Er Tunga Öldü mü/ Issız acun kaldı mı?’) ya da birinin şahsi macerası (Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.) gibi çizgisel değil, bütün filmlerinde olduğu üzere içinden iplikler bulup çekebileceğimiz yuvarlak, tehlikeli, yumuşak bir şey olduğunu söyleyen David Lynch’in şahane buluşu.

Fırat Yücel

Eşyaları yerinden eden sürrealizmden de; balık gözüyle çekilmiş yakın planın dehşet anlamına geldiği ucuz korku filmlerinden de; pop kültür fetişizminden de; soap operaların vıcık vıcıklığından da; Amerikan avangardının film materyaline yönelik pelikülü yakma hevesli merakından da; çizgilerin, stop motion’ın ve hamur oyunlarının sonsuz ihtimalli tekinsiz şekerliğinden de; alelade bir böceğin duvardaki yolculuğunu kamerayla takip etme ya da bir sinemacı olarak her gün hava durumunu verme gibi banal fikirleri kitleselleştirme ihtimalinin çekiciliğinden de; atom bombası testlerinin yapıldığı çöllerde beliren dumanları, bahçesi kırmızı güllerle çevrili banliyö ırkçılığını, arabaların egemenliği adına upuzun yapılmış otobanların upuzunluğunu, bir Nina Simone şarkısının büyük göçünü, mahzen gibi odalarda komplo teorileriyle kafayı bulan altrightların radyo frekanslarını, emeği göstermeyip dumanını bacadan kusan gökyüzünde-söz-sahibi fabrikaların atıklarını, zengin kızına âşık Elvis Presley kılıklı adamların Oz büyücüsü tılsımlı fantezilerini, ağzında sigara güneş gözlüğüyle sette dolaşıyor diye kendini bir şey zanneden, oysa bir oyuncuyu kadroda tutacak kadar bile söz sahibi olmayan cevval yönetmenlerin nevi-Los Angeles’a-münhasır zavallılığını, Amerika denen yerin bilinçdışının tüm çer çöpünü, dumanını kimyasalını anlatı sinemasının kadrajına, “rolü bu kız oynayacak” diye komutlar savuran Hollywood mafyalarının dikdörtgen çerçevesine taşıma sevdasından da parçalar taşıyordu David Lynch evreni. Ancak, en sıradan Amerikan ismiyle doğmuş, soyadıyla hasbelkader beyaz-ırkçı tarihi imleyen şımarık bir erkek-izci çocuğun (“masumiyet”) kendi şımartılmışlığının altında gizlenenlere bakma cüreti göstermesi (“dehşet”) sonucu oluşabilecek ayrıcalıklı şaşkınlığın ürünü bir korku kolajı. No hay banda. Hepsi bir bant kaydıydı.

Hakan Bıçakcı

Altyazı’nın 2010 yılında yayımlanan 100. Özel Sayısı’nda David Lynch üzerine kişisel bir yazı yazmıştım. On beş sene sonra ‘Kayıp Otoban’da ne buldum?’ başlıklı bu metne göz atınca ilk paragrafta şu cümleye rastlıyorum: “Ve hikâye anlatma konusunda (tüm disiplinler arasında) beni en çok etkileyen sanatçı David Lynch.” Bu ne ilk ne de son tutkuyla David Lynch övüşüm. Her söyleşide, her etkinlikte, yerli yersiz her fırsatta en çok etkilendiğim isim olarak andım kendisini. O kadar çok andım ki bazen kendi benzer cümlelerimden sıkıldım. Değişiklik yapıp başka sanatçılardan da bahsedeyim dedim, her seferinde listeye yine David Lynch eklendi.

Ölüm haberini aldığımdan beri içimde Lynch’e yakışacak tuhaflıkta bir hüzün var. Hiç tanımadığım bir yakınımı kaybetmenin can sıkıntısı. Bir daha asla yeni bir üretimini görüp duyamayacak olmanın içime oturan katı bilgisi. Büyük sanatçıların kaybında hep o teselli ortaya çıkar: Eserleri her zaman bizimle. Doğru ama değişen bir şey var yine de. Dünyamı değiştiren sanatçıyla aynı dünyayı paylaşmıyorum artık. Hayatta en sevdiğim yönetmen hayatta değil. Ardında öyle görkemli ve uğultulu bir boşluk bıraktı ki. Yeri dolmaz. 

Kayıp Otoban

Müge Turan

Aynı anda hem pop kültür ikonu hem de film endüstrisinin yabancısı olan David Lynch hep bizim yönetmenimizdi. Belki başka bir yerden gelmiş olduğu için. Tüm filmlerini tek bir film olarak düşünürsek kendi bilinçaltından bizimkine açılan bir yol açtı bize. Bu yolda öğrendik, büyük, çelişik duyguların aşırı tanıdık ve aşırı tuhaf bir etki yaptığını. İzle izle, dinle dinle, doyumuna tam ulaşamadığın, anlat anlat yetmeyen bir dünyamız var: Lynch evreni, Lynchistan! Bugün daha sık kullandığımız tekinsiz ve süblim kelimelerinin kadim esrarlarıyla yüklü bir yer. Doğup büyüdüğü Amerikana’ya dair fikirlerinin, gerçeğin üstünde, iyi ve kötünün bir teorisi varsa eğer, onun yaratıcı enerjisiyle bizi o evrene âşık etti. Kendi de sanatı gibiydi: Meditasyondan marangozluğa, resimden müziğe hiçbir yere sığmayan bir adam. “Sanatın neden mantıklı olmasını beklediklerini bilmiyorum. Hayatın mantıklı olmadığını kabul ediyorlar.” dediği bizlere bir de boyutlar arası bekleme odası bıraktı: Kırmızı Oda. Lynch evrenine ve belki diğer evrenlere de açılan miras bir portal. Bence dönüp dolaşır, sağda solda kaybolur, sonra yine orada buluşuruz gibi. 

Öykü Sofuoğlu

David Lynch denilince birçoklarının aklına, Türkçeye çevirmekte hayli zorlandığımız o ele avuca sığmaz Unheimlich sözcüğü gelse de, gözlerimi kapatıp içime döndüğümde bir monolit imgesi canlanıp duruyor nedense. Belki de onun sinemasına baktığımda, imge dünyasının kendi kendisine gönderme yaptığını düşündüğüm ve bu sebeple sanatsal ve estetik bir soyağacı çizmekte zorlandığım içindir bu. Ben, Americana’nın içine doğan, onun sembollerinin, figürlerinin, tabularının ve şiddetinin tüm gerçekliğiyle özümsenerek farklı bir surette karşımıza çıktığı bu evrende dolaşmayı hep çok sevdim.

İlk izlediğim Lynch filminin Kayıp Otoban olduğunu hatırlıyorum. Lisede iştahla sinemaya dair her şeyi öğrenmeye ve bilmeye takıntılı olduğum, Žižek ve Lacan arasında mekik dokuyarak zihnimi kavramlarla doldurduğum bir dönemdi bu. Yön tariflerini iyi öğrenirsem Lynch’in sinemasını da avucumun içi gibi bilebileceğime dair bu naif yanılsama Inland Empire’ı (2006) izleyince bir daha geri gelmemek üzere yok oldu. Yerini birbiri içine geçen bölük pörçük görüntü parçaları ve gri bir bulanıklık aldı. Kaybolmuştum. Uzun yıllar boyunca onun sinemasını hafızamda yarattığı bu korkutucu, adı konulması da tarifi de imkânsız bulanıklık hâliyle özdeşleştirdim. Kırılma anı David Lynch’in ölümüyle beraber geldi. Ne kadar uğraşsam da kendimi tutamadım ve gözlerim sızlayıncaya kadar ağladım hafta sonu boyunca. Mulholland Çıkmazı’nda Betty ve Rita’nın Club Silencio’da Llorando’yu dinlerken döktükleri gözyaşları geldi aklıma. Naif ve coşku dolu keşif arzumun ve Lynch sinemasındaki ilk yolculuğumun yasını tuttuğumu fark ettim. Korsan CD’lerin, aldığım dergilerin, kitapların, altı çizilen cümlelerin, filmleri izledikçe önümde açılan yeni ufukların yasını. Ne absürt bu söylediğin; filmler, sahneler, kitaplar, dergilerin bir yere gittiği yok diyeceksiniz. Yine de yitip giden bir şeyler ve birileri var işte. En başta da O olmak üzere. Elveda David, senin sinemanda kaybolmayı çok özleyeceğim.

Mavi Kadife

Övgü Gökçe

20’li yaşlarımda (büyük harflerle) Amerika benim için bir fikirken, David Lynch’i anladığımı, anlaşılacak bir yanı olup olmadığına dair net bir fikrim olduğunu ya da buna önem atfettiğimi pek sanmıyorum. Belki de bu yüzden Ortabatı Amerika’nın bir banliyösüne ayak bastığım ilk gecenin sabahında, kendimi bugüne dek izlediğim tüm Amerikandan çok Amerikan şeylerin içinde en çok onun dünyasında bulmuş gibi hissettim. Herkesin uykuda olduğu o ilk erken sabahta Irak işgali ikinci yılındayken, salon penceresinden dışarı, sokağa baktığımda tüm müstakil evlerin ve önlerindeki arabaların bir köşesine iliştirilmiş küçük Amerikan bayrakları ve ölen Amerikan askerleri için bazı pencerelere yerleştirilmiş yalancı mumlar beni şaşırtmıştı. Belli bir hayat standardının yarattığı tektip sıkıcı bir yüzey; başka da görecek pek bir şey yoktu. Oysa kalın halıfleksin üzerinden sessizce yürüyüp havalandırma kokusunu aşıp ağır kapıları iterek ‘arka bahçe’ye çıktığımda başka bir şey oldu. Kusursuz bir veranda, kusursuz çimler, sessizlik ve o sessizliğin içinde komşu evde bir adamın çalıştırdığı yavaş ve sinir bozucu sesiyle bir çim makinası- başrolde. Kamera hızla yılan gibi kıvrılarak çimlerin arasında ilerledi. Tam o an orada, o kusursuz manzarada, kesik bir kulak görmek üzere olduğumuza yemin edebilirdim. David Lynch pekâlâ toplumsal gerçekçiydi! Bir ürpertiyle gelen bu aydınlanma anı, beni Lynch filmlerine ve dünyasına neredeyse kardeşçe diyebileceğim bir şekilde ilelebet bağladı. O arka bahçeye en detaylı haliyle bakabilme cesareti ve gördüğü şeyi her zaman ilginç kılma becerisi, Lynch’e hep duyacağım hayranlığın kaynağı.

Senem Aytaç

Herhalde çoğu insan gibi ben de, beni kendi gördüğüm rüyalardan daha filtresiz görünen bir evrene davet ettiği için tutuldum Lynch’e. Korkarak da olsa bir kapıyı aralayarak ardındakine, bir kutuyu açıp içindekine bakma merakı, arzusu ve cesaretinin ham hâli gibi bir şeydi. Bir delikten gözetlediğimiz, gündeliğin tekinsizliği ile evrenin biteviye uğultusunun, gülünç olanla dehşet verenin, arzu ettiklerimizle ödümüzü koparanların el ele tutuşup kol gezdiği bu tuhaf evrende (sadece filmlerinden de ibaret değil, en geniş haliyle Lynch evreni), sadece sinema ile değil bizzat gerçeklikle başka türlü ilişkiler kurulabileceğine dair hisler ve ipuçları vardı.

Bunca laftan sonra, aslında kelimelere boğmaktan korkacağım da bir evren bu. Ulus Baker’in bu aralar sıkça alıntılanan ‘anlamak dünyayla ilişkimizin yalnızca bir yüzeyinden ibaret, tümü değil’ cümlesinde Lynchvari bir yan da var elbette. Anlamsızlığa savrulmadan, dünyayla yüzeydeki anlamların ötesinde bir karmaşıklıkta ilişki kurabilmenin, güzel dolambaçlı yollarından biri Lynch.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.