Antoine Doinel Melodileri: Çalınan Buseler
Antoine Doinel’le tanışıklığımız çok öncelere gider. 400 Darbe’de çocukluğunu, evden ve annesinden kopuşunu izlediğimiz Doinel’in ilkgençlik yıllarında aşka düşüşünü Antoine ve Colette’te görmüşüzdür. Truffaut’nun filmleriyle birlikte perdede çocukluktan yetişkinliğe uzanan Antoine Doinel’in Çalınan Buseler’de kendine alternatif bir aile kurma çabalarına tanıklık ederiz.
Bu yazı Altyazı’nın 88. sayısında ’50. Yılında Yeni Dalga’ dosyasında yayımlanmıştır.
400 Darbe’de (Les quatre cents coups, 1959) dönüp duran bir melodi vardır, hatırlarsınız. Her çaldığında Antoine Doinel benzer bir duyguya gark olur. Siz de o melodiyle birlikte onun hissiyatını anlayabildiğinizi, onun melankoliyle karışık yaşam enerjisini paylaştığınızı düşünürsünüz. En azından ben öyle düşünürdüm, o melodi tekrarlandıkça. Çalınan Buseler’in (Baisers volés, 1968) bende özel bir yere sahip olmasında da benzer bir şey söz konusu sanırım. Bir paylaşım hissi; filme adını veren şarkı sözleri her duyulduğunda, aynı melodi farklı tonlarla çalmaya başladığında melankoliyi ve onun tonlarını anlayabilmenin verdiği bir tür paylaşma heyecanı. Antoine Doinel’in melankolisi ve onun tonları. Ki o tonların içinde bitmeyen bir insan sevgisi ve yaşama sevinci, sebepsiz bir merak ve şevk melankoliyle tuhaf bir birliktelik kurarlar. Truffaut’nun filmleriyle birlikte perdede ergenlikten yetişkinliğe uzanan Antoine Doinel’in duygusal tonu için melankolik denebilir, ama Çalınan Buseler’e melankolik diyemezseniz. Belki oyunbaz bir melankoli: Bir sürü pastiş, dedektifçilik oyunu, biraz camp. Paris aşkı. Hepsinin karışımıyla ortaya çıkan bir Yeni Dalga hissi. Melankolinin kaynağı olarak Antoine Doinel romansı; Truffaut’nun alter-ego’su olarak bellediğimiz, ama perdede serpilip gelişerek bundan çok daha karmaşık bir hale gelen Antoine Doinel’in öyküsü…
Antoine Doinel’le tanışıklığımız çok öncelere gider. 400 Darbe’de çocukluğunu, evden ve annesinden kopuşunu izlediğimiz Doinel’in ilkgençlik yıllarını Antoine ve Colette’te (Antoine et Colette, 1962) görmüşüzdür. Her iki karakteri de Jean-Pierre Léaud’nun oynamasının ötesinde bir devamlılık vardır bu iki film arasında. İlk filmde yetimhaneden kaçan Doinel’i, 3 yıl sonra çekilen bu kısa filmde tek başına yaşayıp bir plak fabrikasında çalışırken buluruz. Bir ilk aşk filmidir Antoine ve Colette. Fakat bu delikanlının aşkı klasik müzik konserlerinde tanışıp peşinden koşturduğu genç ve güzel Colette’le sınırlı kalmaz; Colette’in anne ve babasının da dahil olduğu garip bir dörtlü vardır burada. Daha sonraları bu dörtlü pek de tuhaf gelmeyecektir gerçi bize. Çocukluğundan beri tanıdığımız bu karakter, ‘Antoine Doinel Serisi’nin bir sonraki ayağı olan Domicile conjugal’de (1970) şunu itiraf edecektir çünkü: “Ben hiçbir zaman tek başına bir kadına âşık olmadım; kadınlarla birlikte onların anne ve babalarına da âşık oluyorum. Ebeveynleri seviyorum, onlar benim kendi ebeveynlerim olmadıkça.” Çalınan Buseler’de Antoine Doinel’in aşkı Christine Darbon’dur. Doinel Christine’in evine gider ve orada kendine geçici bir aile bulur. Bazen Christine’den çok Mösyö ve Madam Darbon’la sohbet eder. Christine ondan kurtulmak için arka kapıdan sıvıştığında Mösyö ve Madam Darbon onu evlerine alıp beraber yemek yerler…
Çalınan Buseler’in bıraktığı tat, Antoine Doinel serisinin diğer filmlerinden tam olarak ayrıştırılamaz elbette. Çalınan Buseler’i izlerken, 400 Darbe’deki anne-babayı (ya da onların eksikliğini) hatırlarız önce. Sonra Antoine ve Colette’te, Colette yeni erkek arkadaşıyla dışarı çıktığında Antoine’ı teselli etmek için onunla beraber televizyon izleyen anne-baba akla gelir. Antoine gözümüzün önünde büyümüştür işte. Antoine Doinel’i hissetmek sadece tekrarlanıp duran bir melodiyle değildir. O melodinin içinde bir karakterin yaşam öyküsü yatar.
Antoine ve Colette’te ilkgençlik aşkı acısıyla bıraktığımız Antoine, Çalınan Buseler’in başında karşımıza bir asker olarak çıkar. Otoriteyle her zaman derdi olan bu çocuk ondan beklenildiği üzere “ordunun yüz karası”dır. Komutan onu azarlayıp ordu ve ülkesi için bir utanç kaynağı olduğunu söylerken Doinel’in yüzünde beceriksizce saklamaya çalıştığı bir tebessüm belirir. Komutan ona neden orduya katılmayı seçtiğini sorduğunda, Antoine “kişisel sebeplerden” diye cevap verir. Onun otoriteyle olan tüm sorunlarına rağmen, âşık olacak bir kadın (ve bir anne-baba) bulamadığı müddetçe, herhangi bir yere ait olmak için her türlü gruba, orduya bile dahil olabileceğini bilirsiniz. Doinel’le biraz tanışıklığınız varsa. Sonra âşık olmak için her yolu deneyeceğini; kadınlara sığınamadığında yeni bir iş bulup kendini o işe adayacağını; işten kovulduğunda hayat kadınlarında teselli arayacağını da tahmin edebilirsiniz. Tahmin edilebilirlik Çalınan Buseler’in seyir zevkinden hiçbir şey eksiltmez. Antoine Doinel’i tanımanın, onun filmlerde vücut bulan hayatını takip etmenin verdiği haz, filmin bir sonraki hamlesini merak etmekten çok farklıdır. Doinel’in bir kadından diğerine, bir işten ötekine savrulmasını izleyip durursunuz. Derken filmin başında duyduğunuz o melodi tekrar ses bandını kaplar: Doinel trafik ışıklarını beklemeden arabaların arasından koşarak sokağın karşısına geçer. Doinel’le birlikte Paris sokaklarında büyüdüğünüzü hisseder gibi olursunuz o anda. Filmin Yeni Dalga tadı da bu tip bir şeydir daha çok. Jump-cut’lar, ansızın donuveren kareler ya da sokaklarda sallanarak koşturan kameralar falan ararsanız onlar da vardır gerçi filmde. Klasik Hollywood tür sinemasını alıp bununla da oynar Çalınan Buseler. Ama Piyanisti Vurun’un (Tirez sur le pianiste, 1960) aksine, filmde öne çıkan şey ne teknik numaralar ne de film noir’ı alıp oyuncaklı hale getiren parodimsi yandır bu sefer. Tüm bunların yanında, daha doğrusu üstünde, Antoine Doinel’in daha önceden anlatılmaya başlanmış ve yarım kalmış öyküsü yer alır. Ve bir o kadar baskın olan da, Doinel’in aracılığıyla ekrandan taşarcasına hissedilen bir Paris tutkusudur. Truffaut Paris’i göstermek için adeta her fırsatı kullanır; açılan her pencereden, her bir kapının ardından şehri gösterir. Hatta bir ara Paris pnömatik postasını kullanarak yeraltından Paris’in sokaklarını tek tek dolaştırır.
Sokaklara çıkmak için can atan kamera biraz da Truffaut’nun o dönem yaşadıklarıyla ilintilidir elbette. 68 hareketinin kıvılcımını çakan olayların göbeğinde çeker filmi Truffaut. Haliyle set dışında yaşadıkları filmin tonuna sirayet eder. Hep bir grev lafı dolanır arkada. Antoine’ın âşık olduğu kadınlar (ve o kadınların aileleri) yürüyüşlere giderler, televizyondan protesto gösterilerini seyrederler. Truffaut, filmi Paris Sinemateki’nin, yani Yeni Dalga yönetmenlerinin mabedinin kurucularından Henri Langlois’ya adamıştır zaten en baştan. Langlois’nın Sinematek’ten kovulmasının ardından, Truffaut ve Godard başta olmak üzere protestolara başlayan birçok sinemacı, önce Paris sokaklarına ardından da tüm dünyaya yayılacak olan ateşin kıvılcımlarını çakarlar. Ama Çalınan Buseler 68 ateşinin filmi değildir. Antoine Doinel Truffaut’nun alter-ego’suysa bile eğer, Truffaut ona çehrelerinden yalnızca birkaçını bahşetmiştir. Doinel kadınları sever, Balzac’ı sever, ama etliye sütlüye pek karışmaz. O, çocukluğundaki Eksiklik’i doldurmak için savaşır durur bireysel olarak. Büyük ölçekli bir hareketin parçası olmaz hiç. Ama Doinel’i severiz yine de. Çünkü 68’in ateşi, ondakine benzer bir yaşama sevinci olmadan düşünülemez katiyetle. (Abbas Bozkurt)
1984’te İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji ve Kültürel Araştırmalar eğitimi gördü. 2008 yılından bu yana başta Altyazı olmak üzere pek çok mecrada sinema yazıları yazmaktadır.