Babygirl: Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil

Halina Reijn’in konusu itibarıyla büyük gürültü koparan filmi Babygirl, fena hâlde, rolleri tersine çeviren bir erotik gerilim olmak istiyor. Ancak yarattığı güçlü kadın karikatürünün o kadar da sıradışı olmayan “büyük” sırrıyla, bir fantezi filmden fazlası değil.
Hayatında hiç orgazm olmamış 50’lerinde bir kadının 20’lerinde bir erkekle ilişkiye girdiği bir film daha var. Ama o filmde koridorlarda yankılanan topuk sesleri, botoks iğneleri, kalem etekler, gökdelen manzaralı odalar ve ofis partileri yok. Ne var? Sadece ucuz bir otel odası, seks ve bolca dertleşme. Babygirl’ün yazar ve yönetmeni Halina Reijn, kadın ile erkek arasındaki orgazm uçurumuna dair bir film çekmek için yola çıktığını söylediğinde akla nedense ilk olarak işte bu film, İyi Şanslar Leo Grande (Good Luck to You, Leo Grande, 2022) geliyor. Yaşından ve bedeninden utanan, muhafazakâr bir kadının bir seks işçisi sayesinde yaşadığı cinsel uyanışın filmi. Bir kadının hayatta ıskaladıkları ve tatminkâr seks ihtiyacına dair son derece dürüstçe yazılmış bu hikâyede, Emma Thompson’ın canlandırdığı Nancy/Susan karakteri 55 yaşındaydı. Ancak o sıralar Thompson’ın gerçek yaşının 62 olması sebebiyle, hikâye birçok kaynağa “60’larındaki bir kadının 20’lerindeki bir erkekle ilişkiye girdiği film” olarak geçti. Filmi bahsedilmeye değer bulan (orta yaş üstü, emekli bir öğretmenin arzuları kimin umurunda?) çok küçük bir kitle Thompson’a, 60’larındayken 55 yaşında bir kadın olamayacağını anlatmak ister gibiydi.
Babygirl’ün senaryosundaysa 57’sindeki Kidman’ın canlandırdığı Romy karakteri henüz 49 yaşında. Film, güçlü kadın olmayı kusursuz olma zorunluluğuyla ilişkilendirdiği için, çok kritik bir eşik bu. Sanki biz filmi izlemeden 50’lerine girmemiş olması için tüm frenlere basılmış gibi. Pozitif ayrımcılığa benzer, sinsi bir pozitif yaşçılık vakası. İşin kötüsü, tüm bu yaş takıntısının Kidman’ın perdedeki şekilci havasıyla uyumlu bir yanı var. Sanki karakterden çıkıp oyuncunun kendisine yapışan bir şey bu. Her projeye özel imal edilen perukları da bu köşeli algıyı yıkmayı pek kolaylaştırmıyor maalesef. Uzun zamandır Kidman’ı sinemada kendisi değil de bir başkası olarak izlemek mümkün değil. Her neyse, konumuz bu değil. Asıl konumuz orgazm uçurumu bile değil. Evet, tıpkı Nancy gibi Romy de tatminsiz bir evlilikte sıkışıp kalmış, ancak yaşadığı haz yoksunluğu hikâyenin sıradışı göstermek için bolca çaba sarfettiği özel cinsel zevklerine bağlanıyor. Bu zevklerin varlığı da sıradan bir aile ortamında değil bir tarikat içinde büyütülmüş olmasına… Oysa Romy’nin günün birinde incir çekirdeğini doldurmayan evlilik seksiyle yetinmekten vazgeçme ve genç bir adamla yeni maceralara atılma ihtimali de bu kadar bahaneye ihtiyaç duymaksızın yeterince ilginç aslında. Ama Babygirl’ün ilginç olanı sıradan bulmak gibi bir zaafı var.
Filmin sunduğu, “iş hayatında zirvede kalmaya devam etmek için kusursuzluğunu koruması gereken güçlü kadın” temsili fena hâlde naftalin kokuyor doğrusu. Romy’nin cam tavanların altında kalmamak için, yaşıyla, fiziksel görüntüsüyle ve gerçek hisleriyle olan yoğun mücadelesinden hep galip ayrılmak zorunda gibi çizilmesi, siyah takım elbiseli erkeklerle dolu bir asansöre bej mantosuyla binen tek kadın olması kadar sıkıcı bir tasvir şekli. Kadının etrafındaki erkeklerden daha güçlü olduğu bir senaryoda, kendisine yüklenen bu koşullu başarı illüzyonu sinemada o kadar çok tekrar ediliyor ki, ciddiyetinin komik durmaya başladığı bir seviyeye ulaştık. Romy, bir botoks randevusunu kaçırırsa tepedeki kurtlar tarafından alt edilecek gibi davranırken, asıl sorununun etrafındakilerin kendisi hakkındaki düşüncelerini yönetme çabası olduğuna dair herhangi bir emare yok. Erkeklerin dünyasında binlerce farklı yansıması olabilecek bir güç tasvirinin kadınların dünyasında ancak kusursuz bir Barbie ya da narsist bir Nazi şeklinde ete kemiğe bürünmesi biraz haksızlık değil mi? Filmin birkaç sahnesinde Romy’nin bir robota benzediği imalarına da rastlıyoruz. İşinde kullandığı robot teknolojisinden tutun da tavırları, takıntıları ve itaate odaklanmış haz anlayışıyla da, sadece karakterlerin değil filmin de karaktere seve seve atadığı, tuhaf bir yakıştırma bu. Bir hakaretten çok bir iltifat gibi hissettiriyor. 20 yıl önce Stepford Kadınları’nda (The Stepford Wives, 2004) Kidman yine gerçek duygularını saklayarak tepede kalabilen, çok başarılı bir yöneticiyi canlandırıyordu ve o filmdeki robot yakıştırması kadının aile cehennemindeki konumuna dair yapılabilecek en tek boyutlu eleştirinin aracıydı ama en azından bir iltifat değildi.
Yönetmen, güçlü kadınların sistem tarafından bir kusursuzluk kafesine hapsedildiğine dikkat çekmek isterken, Romy’nin kendi kafesini kendi başına inşa ettiğini gözden kaçırıyor. Her alandaki kusursuzluk takıntısını cinsel hayatına da bulaştırmış, arzularını kafasında sapkın bir konuma oturtmuş ve kişisel imajına bir türlü yakıştıramamış bir kadın. Başkalarının yargılarına kurban olmamak için kendi yargıları tarafından paramparça edilmeye razı. Filmin de bu sorunu olabildiğince büyütmek ve koca dünyalara sığdırmak gibi bir eğilimi var. Babygirl aslında dünyanın en ilkel ve basit hissi olan arzuyu derinleştirecek bir arka plandan yoksun olduğu için, sinema için daha gösterişli, daha dikenli ve olduğundan çok daha karmaşık hâle gelme çabasıyla bir parça göz tırmalıyor; ana karakterini de ısrarla bu yokuşa sürüyor. Böyle bir yokuşu tırmanmak zorunda kalmasaydı, Romy de elbet orgazm uçurumunun kurbanlarından biri olmayacak, hükmedilmek için stajyerinden medet ummayacaktı demek istemiyor belki ama vardığımız nokta bu. Bu şartlarda, 80’ler ve 90’lar erotik gerilimlerinin zavallı kadın karakterlerinin hatırına, Babygirl’ün erotik gerilim olma talebini geri çevirmek zorundayız. Alex Forrest geçmişte bir yerlerde gözü dönmüş bir şekilde evin tavşanını haşlarken, bir evlilik terapistinin itiraf seansıyla pekâlâ mutlu sona erecek bir sırrın varlığını gerilim unsuru olarak kabul edemeyiz. Eski erotik gerilimlerin aileye karşı tehdit unsuru oluşturan, sonunda da acımasızca cezalandırılan yırtıcı ve yapayalnız kadınları bir yana; sorunlarını çözmek için olduğu kişiyle barışmak zorunda olan güçlü kadın karikatürü Romy bir yana.
Ancak bu karikatürün filmin lehine işlediği anlar da var. En önemlisi, güçlü kadınların sırf tepede yalnızlar diye erdemli ve kapsayıcı davranmak zorunda olması beklentisini, ego ya da koltuk sevdasıyla ilişkilendirmeden, etkisiz hâle getirmesi takdire şayan. Romy’nin asistanı Esme, rol modeli olarak aldığı yöneticisinden zirvede yürürken tüm kadınları gururlandırmasını bekliyor gibi görünüyor, ama aslında tek istediği bir emsal teşkil etmesi. Çünkü iş hayatında birini rol modeli almak, günün birinde onun yerinde hatta üzerinde olmayı istemenin kibar versiyonu sadece. Esme’nin yaşadığı hayal kırıklığı da aslında bunca zaman hissettiği hasedin boşa gitmesinden kaynaklanıyor. Oysa güçlü kadınların da güçlü erkekler kadar yoldan çıkmaya hakkı var. Romy’nin büyük kızı Isabel’le arasındaki engebeli ilişki de Romy’nin içinde bulunduğu ortamın en faziletli kişisi gibi davranmayı bırakmasıyla yeni, dürüst bir aşamaya geçiyor. Filmin kadının iktidar alanına dair yaptığı en isabetli tespit bu.
Gerçek bir şirkette yolları bir kez bile kesişmeyecek bir CEO ile bir stajyerin sıklıkla yalnız kalabildikleri ortamlarda karşılaşması inandırıcılık sorunları yaratsa da, yönetmenin hedeflediği gibi Babygirl’ü koca bir fantezi film olarak kabul edersek, pekâlâ görmezden gelinebilir. Bu bir fanteziyse, Romy ve Samuel’in flörtleşmesi için tüm şirketin uygun alan açmak için çabalar gibi görünmesi sorun değil. Bu fantezide olumlu anlamda dikkat çekilmesi gereken başka bir konu var. Reijn’in ilk filminden beri birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Jasper Wolf’la birlikte kaydettiği çok özel bir başarı söz konusu: Sinemada kadın-erkek fark etmeksizin, çok az yönetmenin becerdiği kameranın “erkek bakışı”ndan (male gaze) kaçınabilmek, hatta bu konuda nasıl ustalaşılabileceğine dair nice “usta”ya ders verecek seviyede üstün bir iş çıkarmak. Seyircinin cinsel arzularını gıdıklamaya çalışan bir film olarak, bu görevi olduğu gibi seks sahnelerine yükleme tuzağına da düşmüyor Babygirl. Sınırlı sayıdaki seks sahnelerinde de kameranın kadın bedeniyle kurduğu ilişkiyi çok iyi yönetiyor. Kusursuz çekilmiş açılış sahnesindeki sevişme sahnesinden başlayarak, Romy’nin bedenini bir an için bile “bakılan nesne”ye çevirmeden seyircinin hazzını diri tutmanın başka bir yolunu buluyor. Üstelik madalyonun diğer yüzüne de tamah etmiyor. Filmin en olgun karakteri olarak çizilen ve yer yer koca şirket tarafından istismar edildiğini düşündüren Samuel’ın (Harris Dickinson) bedeni de kameranın metası değil. Oyunculuktan gelen yönetmen Halina Reijn’in bir kadın oyuncu olarak perdede metalaştırılmaya dair mutlaka hatırı sayılır deneyimi var. Umalım da gelecekte kameranın erkek bakışını aşmak için illa bir zamanlar bu bakışın kurbanı olmaya gerek olmasın.
Babygirl‘ün sinemalardaki gösterimi sürüyor.

Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.