Belfast: Görevimiz Naiflik
En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar ödülü kazanan Belfast, ele aldığı dönemi yansıtmaktaki tercihleri ve Kenneth Branagh’nın formüllere dayalı anlatımı nedeniyle, özellikle senaryo açısından tökezleyen bir film.
Neredeyse şaşmaz bir kural: Filmlerde sinema salonunu mesken tutan sahneler yönetmenin kendi hikâyesine bakışının oldukça berrak ifadeleridir. Film, kahramanının naifliğinden mi etkilenmemizi istiyor? Hedefte hayal gücüne övgü mü var? Söz konusu sahnelerde –genelde suratı projektörün ışığıyla aydınlanan– karakterin ifadesinden tüm bu niyetler okunabilir.
1960’larda geçmesi ve yarı otobiyografik özellikleri nedeniyle Belfast (2021) de kaçınılmaz bir şekilde böyle sahneler içeriyor. Yazar-yönetmen Kenneth Branagh kendi çocukluk anılarıyla şekillendirdiği kahramanı Buddy’yi (Walter Hill) film boyunca iki kere sinema salonuna gönderiyor. Her ikisinde de çocuğu ya görsel efektlerden ya da yıldız oyuncuların etkisinden gözleri fal taşı gibi açılmış hâlde seyrediyoruz.
Aynı ifade, Buddy sinema salonundan çıkıp da Kuzey İrlanda’daki Katolik ve Protestan çatışmasının göbeğine düştüğünde de baki. Branagh, kahramanının saflığını, etrafını saran çatışmaya ancak bir oyunun kuralları çerçevesinde yaklaşabildiğini bir an bile unutmamızı istemiyor. Oyuncu yönetiminde de, şiddete bulanmış günlük hayatın dönüştüğü “sihirli anlarda da” bu tavır baskın. Başka bir deyişle tarihî süreçleri çocukluğun tanıklığından aktarmanın denenmiş formüllerinin neredeyse tümü Belfast’te yeniden devrede.
Ne var ki, hedefi bulduğunda tarihî süreçlerin sinema temsillerine yeni bir boyut ekleyebilme gücüne sahip bu formüller, Branagh’nın uyguladığı şekliyle aynı etkiye ulaşmaktan uzak. Zira yönetmenin tanıklığına başvurduğu kahraman, bir çocuktan ziyade yetişkin kafasındaki çocukluk fikrinin ete kemiğe büründürülmüş hâli. Bunca olayın ortasında Buddy’nin payına düşen, sadece etrafını şaşkın gözlerle tarama ya da yetişkinlerin gönlünü alacak naif sorular sorma görevleri… Hisseden, tepki veren bir karakterden ziyade, ayrımcı zihniyeti tarihselleştirmeye, etkisiz hâle getirilmiş bir tehlike olarak sunmaya yarayan bir araç gibi. Belfast’ten yola çıkarsak, saf bakışımızı korusak yeter; o zaman çekirdek ailenin masalsı dünyasını dışarıdan tehdit eden Katolik-Protestan çatışmasının benzerini bir daha yaşamayabiliriz.
Yönetmenin Bakışı
Tabii ki yaratıcısının üzerine basa basa “kişisel” diye nitelendirdiği bir projede, çocukluğunda kurduğu dünyanın peşine düşmesi pek şaşırtıcı değil. Dil cambazı yakışıklı baba (Jamie Dornan), her şeye muktedir güçlü anne (Caltrione Balfa) ve huzur kaynağı nine ile dede (Judi Dench, Ciarán Hinds) hikâyenin kişisel boyutundan gelen bir cazibeye sahip. Zaten aksaklık da filmin bir çocuğun hayal dünyasını sunma niyetinden değil, ele aldığı dönemi yansıtma tercihlerinden kaynaklanıyor. Zira yüzümüze bir tebessüm yerleştirerek çatışmanın anlamsızlığını kavramamızı sağlamaya yönelik her mizahi dokunuş, bir çocuğun dünyasından çok Branagh’nın bugüne ait bakışının yükünü taşıyor. Yoksa ister Belfast gibi çocuklar ile masumiyet arasında doğrudan bir ilişki kursun –mesela Fidel’in Yüzünden!’in (La Faute à Fidel!, 2006) yaptığı gibi– isterse de suça o kadar da uzak olmadıklarına işaret etsin –örneğin Lynne Ramsay imzalı Sıçan Avcısı’nı (Ratcatcher, 1999) düşünelim– tarihî bir dönemi çocukların gözünden aktaran çoğu film onların bakış açılarını cendereye almadıkları sürece hedeflerine ulaşabiliyor. Branagh ise formüllere dayalı yaklaşımıyla ta en baştan kendi elini kolunu bağlıyor.
Hareketli görüntünün olanaklarını seferber ettiği Shakespeare uyarlamalarıyla yıldızlaşan, sonrasında bu birikimiyle popüler sinemanın işbilir yönetmenleri arasına giren Branagh’nın değişken kariyerinde tutarlı olduğu yönlerden biri de mekânı hikâyenin emrinde kullanabilmesiydi. Doğu Ekspresinde Cinayet’in (Murder on the Orient Express, 2017) yapaylığı belirgin tren dekoru ile Kuru Gürültü’nün (Much Ado About Nothing, 1993) Akdeniz dekoru arasındaki fark, yönetmenin birbirinden çok farklı dünyalar kurmakta ne kadar başarılı olduğunun kanıtı. Görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos’un yarattığı karelerle Belfast de böyle. 1969’da askerlerin kuşatması altında çatışmaların yaşandığı Kuzey İrlanda sokağı tam da Branagh’nın amaçladığı gibi kendi üzerine kapanan bir dünya olarak perdede hayat buluyor. Ancak yönetmenin diğer çoğu filminin aksine, tam da bu özelliği dolayısıyla hikâyeyi güçlendireceğine aksaklıkları daha da açığa çıkarıyor. Genelde hikâyelerinin sağlam temellerinin hakkını veren, hattâ en çok bu özelliğiyle anılan Branagh’nın tam tersi bir zayıflıktan mustarip ender filmlerinden birinin En İyi Özgün Senaryo Oscar’ını kazanması ise, neden Akademi’den umudun kesildiğini bir kez daha hatırlatıyor.