Dövüşe Tutuşmak: Sivas
Kaan Müjdeci’nin ilk uzun metrajı Sivas, Yozgat’ın ücra bir köyünde yaşayan Aslan’la köpeğinin ilişkisini odağına alıyor. 2014’te Venedik’te Altın Aslan için yarışan ve Jüri Özel Ödülü’nü kazanan film MUBI Türkiye‘de yayında.
Bu yazı Altyazı’nın Kasım 2014 tarihli 144. sayısında yayımlanmıştır.
Sivas’ın (2014) Venedik’teki gösteriminin ardından meşhur Amerikan yayınlarından Variety’de çıkan bir yorumu okuduğumu hatırlıyorum, “o bildiğiniz küçük çocuk ve köpeği filmlerinden değil” demişti yazar; Sivas’ın dünyasını anlamlandırmak için “sevimli köpek” filmlerine atıfta bulunmak zorunda kalmıştı. Onlar neyse Sivas tam tersiydi. Yozgat’ın ücra bir köyündeki yaşamla Batı gramerinin içinden ilişki kurabilmenin en iyi yolu buydu belki de. Hayvanlarla, toprakla farklı bir ilişkilenme biçiminin, bozkırın, alabildiğine uzanan çoraklığın, yoksunluğun, katılaşmış ellerin, sert bakışların narinliğe, kırılganlığa pek de yer bırakmayan dünyasını anlatıyor Sivas. Atlarla, horozlarla, çoban köpekleriyle, koyunlarla insanların hemhal olduğu –ama günümüz şehirlilerine doğayla hemhal olmayı romantize edebilecekleri hiçbir şey sunmayan– bir dünyayı tasvir ediyor. Ama evet, kestirmeden ifade edeceksek, on bir yaşındaki Aslan’ın “büyüme öyküsü” bu ya da “çocukla köpeğinin hikâyesi.”
Gerçekten de Aslan’la köpeğinin ilişkisine uzun uzadıya kafa yoruyor, aralarındaki o karmaşık bağı anlamaya çalışırken bu bağın öyle hiç de masumane olmayan yanlarına girmekten de çekinmiyor film. Ama tüm bunların ötesinde, Aslan’ın, onun ailesinin, muhtarın, köy ahalisinin yaşadığı coğrafyaya ait bir ruhsal iklimin çizgilerini çiziyor Sivas belli belirsiz, niyetlice ya da niyet etmeden; kamerasıyla küçücük bir oğlanın ve onun dövüş köpeğinin peşinde koşuştururken, kadrajını genişletmeden bile hissettirebiliyor o coğrafyayı.
Müjdeci, Anadolu’da dövüş köpekleriyle kurulan ikircikli ilişkiyle, onları delicesine bir tutkuyla severken bir yandan da vahşi dövüşlere sokma haliyle Sivas’tan önce çektiği kısa belgeseli Babalar ve Oğulları’nda (2012) ilgilenmişti ilk olarak. Belgeselde konuşan köpek sahiplerinden biri “bu kadar sevince sanki ailemden biri yaralanmış gibi oluyor” diye bahsediyordu bu durumdan. Köpeğe evladıymışçasına bağlanmakla onu dövüşlere götürüp her seferinde yara bere içinde kalmasını izlemek arasındaki tezadı ilkin bu belgeselde yakalamıştı Müjdeci. Bir yandan kazanıp sahibini muzaffer kılması için yanıp tutuşmak, bir yandan da ölmesin, bir yerine zarar gelmesin diye kenarda dualar etmek.
Alnına düşen perçemlerinin altından kara gözleriyle öfkeli öfkeli bakan Aslan’la onun dövüş köpeği Sivas’ın ilişkisi de benzer bir şekilde, bir abi-kardeş ya da baba-oğul ilişkisini andırıyor. Filmin yakaladığı en güçlü noktalardan biri, onların arasındaki bağın öyle hemencecik çözümlenecek denli yalınkat bir sevgi olmayışı. Aslan, köpeğini bedeninin bir parçası gibi koruyup sahiplense, herkesten yüzünü çevirip gece gündüz ona gözü gibi baksa da, aslında aralarındaki şey safiyane bir duygusal bağlılıktan ibaret değil. Aslan için bir dövüş köpeği sahibi olmak, köyde isminin cisminin olması demek. Erkekliğe sokakta oynadığı arkadaşları Osman’dan ve Hasan’dan önce adım atması demek. Tesadüf eseri bulup sahiplendiği Sivas’ı bir kez köye getirip onunla etrafta caka sattıktan sonra, köpeğinden vazgeçemiyor bir daha Aslan. Köpek onun köydeki nüfuzu, bu topraklarda adının bir değerinin olması için tek varlığı haline geliyor. Bunun içindir ki, abisi Şahin köpeği satmaya çalıştığında, filmin o en unutulmaz sahnesinde, dama yarı çıplak çıkıp tüm gücüyle küfrediyor, tüm benliğiyle abisine ve babasına meydan okuyor Aslan. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağza gelinmeyecek lafları ciğerlerini yırtarcasına haykırıyor. “Getireceksin lannn, getir onu oğlummm” diye dikleniyor abisine; o topraklarda bir hiç olmamak için ne yapması gerektiğini öğreniyor ufaktan.
Köyde oğlanlar arasında oynanan küçük oyunlarla, abisi Şahin’in ona verdiği öğütlerle eril rekabetin bin bir suretinden birkaçıyla daha küçük yaşta tanışan Aslan, köpeği Sivas dişlerini gösterdikçe, rakiplerini alt ettikçe köy meclisinde adından söz ettirebileceğini seziyor o çocuk haliyle. Başka türlü bu eril hiyerarşide esamisinin okunmayacağını, basit bir çobanın iki karış boya sahip cılız oğlu olduğunu biliyor; muhtarın oğlu Osman’a karşı hiçbir kozu olmadığını seziyor; bu dünyada Sivas gibi bir köpekten başka şansı olmadığını anlıyor içten içe. Muhtarın oğluyla köyün en güzel kızı Ayşe için yarışa tutuşacaksa eğer, Sivas’ın tüm gücüyle rakiplerine saldırması gerekiyor. Sivas dövüşten kanlar içinde döndüğünde yüreği sızlasa da Aslan’ın, ona bir şey olacak diye sürekli içi gitse de, muzaffer olma hissiyle tanışmış oluyor bir kez.
PRENS VE CÜCELER
Feza marka bir oyuncak füzenin (hani şu bayramlarda mahalle aralarında patlatılan cinsten) havaya fırlatıldığı sahneyle başlıyor Sivas. Beş oğlan yan yana gelmişler, füzeyi kim kaç seferde fırlatabilecek, kimler bu işi becerip kendini kanıtlayacak, onun yarışına girmişler. Göğe doğru bir nesne göndermenin, bir şeyi uçurmanın kadiri mutlak hissinden ziyade bir yarışma hali, daha bacak kadarken öğrenilen bir rekabet duygusu var bu sahnede. Annelerinden ayrılıp avlanmaya başlamadan önce güçlerini birbiri üzerinde sınayan, sürekli kavgaya tutuşur gibi yapıp dişini ötekine hafiften geçiren yavru kediler, köpekler gibiler tüm sevimlilikleriyle. Açılış sahnesini izleyip de beş kafadarın film boyunca birbirlerinden ayrılmayacağı, sürekli bir dayanışma içinde birbirlerini kollayacakları tahminini yürütmek mümkün. Ne var ki Sivas köyde birbirine yoldaşlık eden çocukların öyküsü değil. Beş oğlanın birbirlerine meydan okuyup şakayla karışık güreştiği sahnenin kardeşçe bir dayanışmanın değil, hayatları boyunca dozu artarak devam edecek bir yarışa tutuşma halinin habercisi olduğunu çok geçmeden sezdiriyor film.
Bu bol itiş kakışlı, gürültülü açılışın hemen ardından gelen saklambaç sahnesi, birazdan peşine takılmaya başlayacağımız Aslan’ın ruh halini ustaca çiziveriyor perdede. Aslan’ı köy evlerinin arasında tek başına görüyoruz bir sonraki sahnede. Az önce birbirine meydan okuyup laf dalaşına giren oğlanların hepsi kaybolmuş, karanlık çökmüş, saklambaçta ebe olan Aslan yüzünü duvara yaslayıp saymaya başlamış. “Sağım solum arkam…” deyip yüzünü döndüğünde ne muhtarın oğlu Osman ne yakın arkadaşı Hasan var etrafta. Herkes kaybolmuş sanki. Aslan bir süre zifiri karanlıkta dolanıyor, kimseyi bulamıyor… Kaan Müjdeci, gün ışığındaki o bol devinimli ve tantanalı Füze fırlatma sahnesinden, durağan, karanlık ve rüyamsı bir sıkışmışlık hissi veren bu sahneye ustalıkla geçiyor. Çocuklar arasındaki masumane görünümlü bu iki oyun arasındaki hissiyat farkı, filmin anlattığı duygu dünyasının da cevherini barındırıyor içinde.
İlk sahneyle yavaştan sezdirilen, gündelik oyunların, ritüellerin arasına sızmış o rekabet, valiliğin emriyle yörenin okullarında sahnelenecek Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler temsiliyle iyiden iyiye açığa çıkıyor: Aslan, sevdiği kız Ayşe’nin prenses, kendisinin ise cüce seçilmesini yediremiyor bir türlü kendine (hele ki arkadaşı/baş rakibi/muhtarın oğlu Osman prens seçilirken). Tüm gururunu ayaklar altına alıp öğretmeninin evine bile gidiyor itiraz etmeye, utana sıkıla “ben prens olmak istiyorum” demeye. Ondan sonra da “film kopuyor” Aslan’ın çocuksu algı evreninde; okuldan da, ailesinden de, köy ahalisinden de uzaklaşıyor Aslan. Küsüyor dünyaya. Kaan Müjdeci’nin kamerası, erken tanışılan bu eril rekabet içindeki melankoli ve yalnızlık hissini Aslan’ın çocuksuluğunu es geçmeden, tüm doğallığıyla tasvir etmeyi başarıyor. Onun yalnızlaşıp etrafına bilenmesini, öyle fazla söze gerek duymadan, birkaç güçlü imgenin yardımıyla, görselliğe sırtını yaslayarak anlatmasını biliyor. Filmin kırılma ânı da burada yatıyor. Aslan’ın yaralı Sivas’ı bulup sahiplenmesiyle birlikte, onun çocukluktan çıkıp köyün erkekleri arasına girmesiyle sonuçlanacak “büyüme” yolculuğu da başlamış oluyor. Bu kırılmanın şematik ve zorlama bir öykü hamlesi olması hayli mümkünken, Müjdeci’nin Aslan’ın yüzünü, bakışlarını, bedenine sirayet eden öfkeyi kullanışındaki usta işi sezgileri sayesinde (ilk filmini çektiğini söylemeye bin şahit ister!), teyel yerleri gözükmeyen şeffaf bir geçiş halini alıyor bu anlatısal kopuş.
Sonrası malum; Aslan, girdiği dövüşte yenik düşünce bir önceki sahibi tarafından terk edilen gururu kırılmış Sivas’ı sevgisiyle canlandırıyor. Onu bir şampiyona dönüştürüyor. Sivas güçlendikçe Aslan’ın köydeki mevcudiyeti de artıyor. Sivas diğer köpekleri yenip adını duyurdukça Aslan da köpek dövüşlerine gitmeye muktedir bir erkek mertebesine erişiyor. Bir yandan aklının bir köşesini kurcalasa da okulunu, cüce rolünü, hatta Ayşe’yi bile geride bırakıyor. Artık muhtarın evinde kurulan erkek meclislerine kabul edilen biri Aslan.
ERKEK MECLİSİ
Sivas’ı en önemli dövüşlerinden birine götürecek olan köyün erkek ahalisinin toplaşmalarından birini uzun uzadıya izliyoruz. Az sonra arabanın içine tıkış tıkış doluşup Ankara’ya, izbe bir alandaki büyük köpek dövüşüne gidecek olan adamlar bir evin salonunda oturmuş şakalaşıyorlar. Aslan’ın ilk sahnede Feza marka füzeyi fırlatmak için yarışa tutuştuğu oğlan çocuklarını hatırlıyoruz hemen. Aradan fazla zaman geçmemiş, ama Aslan şimdi Sivas sayesinde bu yetişkin meclisinde oturuyor. Onların da ilk sahnedeki çocuklardan pek farkı yok; aralarından birini seçip ona takılarak eğleniyorlar, gözü bağlıyken altıpatlarını dolduramayacağını söyleyip ona meydan okuyorlar; Feza marka füzeyi tek seferde göğe fırlatamazsın diyen ilkokul oğlanlarının büyümüş hali bu. Bu kez fiziksel itiş kakış, oradan orada yuvarlanmak yok; ağız dalaşı var, öğrenilmiş birkaç kalıp söz yankılanıyor erkeklerle dolu salonun içinde. Bu salonda bir araya gelişlerinde, dayanışma ve birbirine duyulan güvenden ziyade sürekli omzunun üzerinden arkasını kollama, kendi onurunu, değerini ispat etmek için tetikte olma, gerektiği anda diğerinin gırtlağına sarılarak güçsüz olmadığını erkek meclisinin önünde ispat etme tedirginliği var.
Kaan Müjdeci, birazdan arabanın içine doluşup köpek dövüşü izlemeye gidecek bu erkek güruhunu ne yargılıyor ne de seyirciden onlara şefkat göstermesini bekliyor. Onun kamerası bu coğrafyaya dair haddini aşacak sözlerin peşinde değil; daha çok Aslan’ın yüzüne ve Sivas’ın gözlerine odaklanması da bundan belki; kadrajını mümkün olduğunca dar tutsa da o coğrafyaya yönelik perspektifi hiç de küçümsenecek cinsten değil. Arabanın içinde, köpek dövüşünden dönüşte muhtar ve köyün erkekleri önde, Aslan ve Sivas arabanın arkasında bavullara ayrılan yerde giderlerken kameranın yakaladığı birkaç karenin yüklülüğünde yatıyor bu filmin esas gücü. Boynu ve kulakları kurumuş kan lekeleriyle dolu Sivas’ın başını lastiğin üzerine koyup etrafı seyreden hüzünlü gözlerini yakalayabiliyor Müjdeci’nin kamera sezgileri. Radyoda Neşet Ertaş’ın ‘Hata Benim’i çalarken Sivas’ın arabadakilere hafiften küskün ama görevini yapmış olmanın mağrurluğuyla dışarıyı seyreden hüzünlü gözleri filmin özeti. Ve elbette, hemen onun karşısında, belki de bu hüzünlü gözlerin etkisinde kalarak “ben köpeğimi bir daha dövüştürmiycem” diye çekine çekine, kısık sesle arabadakilere meydan okuyan Aslan’ın yüzündeki ifade.
Aslan’ın bu isteğinin arabadaki erkek meclisinin duvarına çarpacağını, Aslan’ın da Sivas’ın da bir daha bu döngünün dışına çıkmaya güçlerinin yetmeyeceğini sezdiriyor Sivas. Nihayetinde, bozkıra dair büyük bir söz söylemeye kalkışmıyor, “Bozkırın Tezenesi”nin sesiyle köpeğin bakışının bileşiminden oluşan bir duygu kümesi bırakıyor boğazda düğümlenen.
1984’te İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji ve Kültürel Araştırmalar eğitimi gördü. 2008 yılından bu yana başta Altyazı olmak üzere pek çok mecrada sinema yazıları yazmaktadır.