Şu An Okunan
Gizli Kusur: Kafası Dumanlı Noir

Gizli Kusur: Kafası Dumanlı Noir

Inherent Vice

Paul Thomas Anderson, Thomas Pynchon’ın aynı adlı romanından uyarladığı Gizli Kusur’da, 70’ler Kaliforniya’sında oradan oraya savrulan bir dedektifin hikâyesini anlatıyor. Gizli Kusur klasik kara filmlerdeki sisli rıhtımların yerini dumanlı kafaların aldığı, kayıp bir zamanın noir’ı.


Bu yazı, Altyazı’nın Mayıs 2015 tarihli 150. sayısında yayımlanmıştır.


Postmodern edebiyatın büyük isimlerinden Thomas Pynchon kimileri tarafından, çok sayıda karakter barındıran, takip edilmesi zor olay örgülerine sahip okunamaz romanlar yazmakla eleştiriliyor. Aynı şekilde Paul Thomas Anderson’ın, yazarın aynı adlı eserinden beyazperdeye uyarladığı Gizli Kusur’a (Inherent Vice, 2014) da bir çırpıda “izlenemez bir film” yaftası yapıştırılabilir. Konvansiyonel kalıpları yıkarak kendine has bir dünya kuran Gizli Kusur sinemadan, klasik bir hikâye dinlemenin ötesinde beklentileri olanlara hitap ediyor.

Her filminde farklı üslup denemeleri yapan Anderson’ın, ‘sinemaya uyarlanamaz’ romanlar kaleme aldığı söylenen bir yazarın kitabını beyazperdeye aktarmaya kalkışmasına pek de şaşırmamak gerek. Ne var ki Gizli Kusur, Anderson’ın yönetmen olarak kendini nispeten geride tuttuğu bir film. Bir doktor muayenehanesindeki ofisinde gizemli olayları çözmeye çalışan, pasaklı, uyuşturucu bağımlısı, hippi dedektif Doc’un içine düştüğü karmaşık olaylar zinciri üzerine kurulu olan Gizli Kusur’da, biçimci filmleriyle bilinen Anderson, elindeki anlatım araçlarını mümkün olduğunca ekonomik kullanıyor. Bu filminde yönetmen her şeyden önce anlatıyı ve diyalogları öne çıkarmaya çalışıyor. Bir röportajında, bir yerlerde oturup dakikalarca muhabbet eden insanların yer aldığı bir öyküde öncelikle konuşulanlara dikkat çekmek istediğini söyleyen yönetmen, filmini çoğunlukla uzun plan hâlinde çektiği sahnelerle örüyor. Anderson bu sahnelerde kesme kullanmayarak, tıpkı Pynchon’ın romanında yaptığı gibi, izleyicinin çoğunlukla geyik muhabbetinden oluşan diyalogların içinde kaybolmasını istiyor. Diyalog sahnelerinde konvansiyonel açı-karşı açı tekniğine pek başvurmayan yönetmen, böylece seyirciye nereye bakması ya da neyi dinlemesi gerektiğini dikte etmemiş oluyor. Seyirci, içinde yönünü kolay kolay bulamayacağı bir bilgi bombardımanına tutuluyor. Filmin anlatı yapısı, kafası dumanlı gezen Doc’un zihninin bir yansımasına dönüşüyor böylece.

Neyin gerçek neyin halüsinasyon olduğundan emin olamadığımız bir sahneyle başlıyor Gizli Kusur. Doc’un eski kız arkadaşı Shasta, bir anda dedektifin evinde beliriyor. Hatta filmin (ve kitabın da) ilk cümlesi doğrudan bu muammanın altını çiziyor. Doc, eski kız arkadaşı karşısında belirdiğinde “Sen misin Shasta?” diye soruyor tereddütle, Shasta ise Doc’a “halüsinasyon gördüğünü zannediyor” diye cevap veriyor. Ardından ikili, filmin öyküsünü tetikleyecek uzun bir sohbete başlıyorlar. Yeni sevgilisi Mickey Wolfmann’ın kaçırıldığını düşünen Shasta, Doc’tan onu bulmasını rica ediyor. Bir sonraki sahnedeyse ofisine gelen Siyah Gerilla Ailesi üyesi Tariq Khalil, Doc’tan Wolfmann’ın kendisine borçlu olan korumasını bulmasını istiyor. Bu iki sahnenin ardından, Doc’un olayları çözmek adına yol kat edeceğini düşünsek de her şey tam tersi yönde ilerliyor. Öyküsüne ardı ardına yeni gizemler katarak ilerleyen Gizli Kusur, ilk yarım saatinde anlatısına o kadar sıkı bir düğüm atıyor ki filmin sonunda o düğüm ancak birazcık gevşeyebiliyor, ama hiçbir şey tam olarak bir sonuca bağlanmıyor. Sahneler arasında neden-sonuç ilişkisi kurmakta zorlanacağınız, halüsinatif bir sinemasal dünya kuruyor Anderson. Filmdeki buğulu sahneler de bu dünyayı kurmaya yarayan en kuvvetli unsur. Örneğin, Doc’un gizemli ticaret örgütü Altın Diş (Golden Fang) ile ilgili bilgi almak için gittiği sisle kaplı liman ya da The Boards grubunun parti yaptığı dumanaltı ev, filmdeki en dumanlı iki mekân olarak akıllarda yer ediyor.

Neo(n) Noir

Esrarkeş bir hippi dedektifin 70’lerin başında, ne olup bittiği belli olmayan bir dünyada geçen, 2009 tarihli bir romandan uyarlanan öyküsü, 2015 yılının seyircisiyle nasıl bir ilişki kuruyor? Bu sorunun cevabını filmin ikonografisinde gezinerek bulmak mümkün. Gizemli olayları çözmeye çalışan dedektifi, yol kenarı barlarında geçen sahneleri, sisli sokakları, femme fatale’lerle akraba kadın karakterleriyle Gizli Kusur, gerek tematik gerek biçimsel olarak film noir özellikleri taşıyor.

Arka planına İkinci Dünya Savaşı’nda ve ertesinde Amerikan toplumunun içine düştüğü buhranı alan noir’lar savaşların, yoksulluğun ve toplumsal yozlaşmanın hüküm sürdüğü bir zamanın ruh hâlini yansıtır. Varoluşsal krizler yaşayan ve ahlaki ikilemler içinde debelenen dedektiflerin toplumun karanlık yüzüyle çatışmasını anlatan bu öyküler, tüm bu karanlığı yansıtacak şekilde keskin gölgeler oluşturan yüksek kontrastlı ışıkla resmedilir. Karakterler çoğu zaman otel odası, bar, yol kenarı restoranı gibi ‘bekleme mekânları’nı mesken tutar. Bu ‘bekleme mekânları’, karakterlerin içinde bulundukları dünyaya yabancılaştıklarının da bir göstergesidir aynı zamanda. Karakterler, kendilerini ait hissedebilecekleri bir evdense bu araf mekânlarında vakit geçirirler.(1)

Inherent Vice

Gizli Kusur’un klasik noir’la güçlü bağları olduğunu söylemek zor. Doc’un, en ünlü noir’lardan Derin Uyku’nun (The Big Sleep, 1946) alkolik dedektifi Philip Marlowe’la benzer bir tarafı olduğunu, filmin neler döndüğünü anlayamadığımız anlatı yapısının da Howard Hawks’un başyapıtını anımsattığını söylemek mümkün. Fakat Gizli Kusur’un köklerini Vietnam Savaşı’nın yaşandığı, Watergate skandalının patlak verdiği, ABD’nin başka bir toplumsal buhrana sürüklendiği bir dönemde ortaya çıkan neo-noir’da aramak gerek. Noir’ın gölgeler ve karanlıklarla örülü atmosferi yerini gün ışığına ve aydınlığa bırakır neo-noir’da, tıpkı Gizli Kusur’da olduğu gibi. Artık suç, sadece şehrin arka sokaklarında ya da karanlık mekânlarında vuku bulmamaktadır. Her şey apaçık bir şekilde, gün ışığında yaşanır. Yozlaşma, bürokrasinin en tepesinden toplumun en alt kademesine kadar bir virüs gibi yayılmıştır. Suç, gündeliğin bir parçası hâline gelmiştir.

Gizli Kusur’un dikkat çeken özelliklerinden biri neo-noir’ın kalıplaşmış anlatım kodlarıyla da oynamayı başarabilmesi. Film, polislerin havuz partilerinde hovardalık yaptığı, akıl hastanelerinin İsa kostümü giymiş makineli tüfekli adamlar tarafından korunduğu, neon ışıklarla süslenmiş mekânların dört bir tarafı sardığı bir dünya tasvir ediyor. Noir’ın, zaaflarına rağmen karizmatik olabilen dedektifinin yerindeyse kendine bile hayrı dokunmayan, kafası iyi bir ‘kaybeden’ var. Kısacası artık anlam arayışının da anlamsızlaştığı, mantığın işlemediği, çivisi çıkmış bir dünya var Gizli Kusur’da.

İrrasyonel Zamanlar

Gizli Kusur artık toplumsal mücadelelerden bir kazanım elde edilemeyeceğinin düşünüldüğü, Roman Polanski’nin eşi dahil yedi kişiyi katleden sözde hippi Charles Manson’ın işlediği cinayetlerin ABD’yi kasıp kavurduğu, karşı kültürün çöküşte olduğu bir dönemde geçiyor.(2) Artık hippilerle neo-Nazilerin aynı uyuşturucuyu kullanıp kafayı bulduğu, kendilerini düzenin akışına beraberce bıraktığı bir zamanın hikâyesi anlatılıyor. Film, her ne kadar muzip bir mizah anlayışıyla uçuşkan bir öykü anlatsa da, dönemin ruh hâlini yansıtan melankolik ve nostaljik anlarıyla yorucu hikâyesine zaman zaman nefes aldırmayı da başarıyor. Öykü, bir yandan Mickey Wolfmann etrafında dönen gizem üzerinden ilerlerken diğer yandan geçmişin bıraktığı izlerin peşine düşüyor. Örneğin Doc’un Mickey Wolfmann’la ilgili bilgi toplamak için gittiği genelev, yıkılan eski bir mahallenin yerine inşa edilen lüks villaların olduğu yerde karşımıza çıkıyor. Doc’un geçmiş güzel günleri hatırladığı bir sahnedeyse, Shasta ile uyuşturucu almaya gittikleri dükkânın yerine Altın Diş’in fallik binasının dikilmiş olduğunu görüyoruz.

Teorisyen Dean MacCannell film noir üzerine bir makalesinde, klasik noir’ın arka planını oluşturan mekânların yerini neo-noir’larda soylulaştırılmış mekânların aldığını söyler.(3) Neo-noir’larda işçi sınıfının yaşadığı mahallelerde lüks villaların yükselmesi, dedektiflerin havalı ofislerinin yerini köhne mekânların alması gibi, Gizli Kusur’un Doc’unu da muayenehaneden bozma derme çatma bir ofiste görürüz. Filmin başlarında karşımıza çıkan Tariq Khalil, yaşadığı mahallenin emlak devi Wolfmann’ın inşa edeceği toplu konutlara yer açmak için yok edildiğini söyler. Filmde yer alan bütün bu kaybolmuşluk hissini, mülksüzleştirmeyle beraber düşünmek de mümkün. Kaybolmuş bir idealin, kaybolmuş mahallelerin, kaybolmuş bir zamanın geride bıraktığı ruh hâline bakıyor Gizli Kusur biraz da.

Inherent Vice

Filme sinen bu melankolik havaya rağmen, Gizli Kusur’un kendini ciddiye almayan tonunu hiç elden bırakmadığını da belirtmek gerek. Doc’un hem baş belası hem de ‘kankası’ olan polis memuru Koca Ayak’ın film boyunca yediği muzlu dondurmaya benzer bir şekle sahip fallik Altın Diş binası, filmin her yerine sinen “erkeklik” hicvinin mekânsal bir tezahürü gibi. Klasik noir’da erk(ekliğ)i zarar gören karakterlerin “kötü kadın”ın cazibesine kapılma endişesi Gizli Kusur’da yok. Evet, Doc’u yoldan çıkaran cazibeli bir Shasta var ama onun da öyküde Doc’u yolculuğa çıkarmaktan başka bir işlevi bulunmuyor. Gizli Kusur’da erkekleri yoldan çıkaran sarışın kötü kadınlardan ziyade, güçlü görünmeye çalışırken komik duruma düşen ve kendi kendini yoldan çıkaran, tüketen bir erkeklik var. Maço tavırlarıyla Doc’a film boyunca “adam” olmayı öğreten Koca Ayak’ın film boyunca fallik dondurmaları emdiğini gördüğümüz sahneler, filmin en absürd anları arasında yer alıyor. Koca Ayak ile Doc’un iki sevgili gibi sürekli telefonda konuşmaları, Koca Ayak’ın karısının sonunda isyan ederek telefonu kocasının elinden alıp Doc’u azarlaması, Doc ve Koca Ayak arasındaki homoerotik gerilimin altını çiziyor. Hatta Anderson işi daha da ileri götürerek bir sahnede Doc’u, ofisinde kürtaj koltuğunda otururken gösteriyor. Yönetmen, filmde güç sahibi olmasını beklediğimiz iki erkek karakterin karizmalarını yerle bir ediyor.

‘Gizli kusur’ (inherent vice), sigortacılıkta bir nesnenin niteliğinin kendisine verdiği hasarı tanımlamakta kullanılan bir terim. Bu terimi kendi kendini tüketen bireylerin, kendini tüketen bir neslin metaforu olarak görmek mümkün. Tüketim kültürüne, savaşlara, ayrımcılığa karşı gelen çiçek çocukların toplum tarafından soğurularak normalleştirildiği bir dönemi ele alıyor Gizli Kusur. Romanın yazarı Pynchon’ın kendi gençliğiyle yüzleşmesi olarak görülen anlatı, kafayı bulmaktan başka bir şey düşünemez hâle gelmiş bir neslin parodisine de dönüşüyor. Pynchon’ın ve Anderson’ın neden 2000’li yıllarda böyle bir hikâye anlatmak istediklerinin ipucu da burada yatıyor olabilir. Her şey gün gibi ortada olmasına rağmen, gerçeklerin hiçbir anlam ifade etmediği bir dünyayla baş etme yöntemi kimileri için belki de kendi kendini tüketmekten geçiyor. Savaşların, katliamların, yolsuzlukların ardının arkasının kesilmediği, yozlaşmış hükümetlerin gün geçtikçe otoriterleştiği, sermayenin bekası için çalışan bu kocaman, ‘akıl almaz’ gezegene dair belki de en güzel sözü Shasta söylüyor filmin sonunda: “Neredeyse su altında olmak gibi… Dünya, her şey, başka bir yere gitmiş.”


NOTLAR

(1) Vivian Sobchack, “Lounge Time: Post-War Crises and the Chronotope of Film Noir,” Refiguring American Film Genres: History and Theory, haz., Nick Browne (Berkeley: University of California Press, 1998), 129-170.

(2) Kitabın epigrafında yer alan, Mayıs ‘68’in ünlü sloganı ‘Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var’ı Paul Thomas Anderson, kapanış jeneriğinin sonuna saklıyor.

(3) Dean MacCannell, “Democracy’s Turn: On Homeless Noir,” Shades of Noir,
haz., Joan Copjec (London: Verso, 1993), 288.


Gizli Kusur, BluTV’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.