Şu An Okunan
Kemikler ve Her Şey: Canıyla, Kanıyla Bir Acayip Aşk Öyküsü

Kemikler ve Her Şey: Canıyla, Kanıyla Bir Acayip Aşk Öyküsü

Kemikler ve Her Şey, Bones and All

Suspiria’dan dört yıl sonraki ilk filminde Luca Guadagnino, ustalaştığı arzu, beden ve haz temalarının bir kez daha peşine düşerken sineması için yeni bir coğrafyayı keşfe çıkıyor. Korku türüyle yol filmi unsurlarını harmanladığı Kemikler ve Her Şey, Amerika’yı -yeniden- keşfeden yönetmenin filmografisinde farklı bir yerde duruyor.

Luca Guadagnino’nun beden ve hazzı merkeze alan sinemasında korkuyu pek çok kılıkta izledik bugüne kadar. İlk aşkın korkusu, kendinden başka bir bedenin korkusu, sevilmeme ve kabul görmeme korkusu, yasaklı olanı arzulamanın korkusu… Uluslararası arenada tanınmaya başladığı Benim Adım Aşk’tan (I Am Love, 2009) itibaren arzuya dair her şeyi Guadagnino sinemasında tekinsizin, bir anlamda “korkunun” konusu olarak düşünmek mümkün. Hem ana karaktere hem de arzu nesnesine yerleşik olan o zarif ama ölümcül estetik, her filminde seyircisini bıraktığı muğlak zemini de kuran bir aparat gibi çalışır sanki. Hazzın çoğu zaman tedirgin edici karanlık doğasından beslenen yönetmen tür olarak gerçek korkuyu ise ilk kez Suspiria’da (2018) denemiş, hem Argento mirasının altından hakkını vererek kalkabilmiş hem de türün nostaljisini biçimsel olarak yeniden üreterek sinemasal yetkinliğine boyut kazandırmıştı. Kokuların, tenin, kendinden başka bedenlere iştahın kuytularına rahatlıkla sızabilen Guadagnino’nun sinemasında haz, her türlüsünü tartışmaya açtığı Kemikler ve Her Şey’de (Bones and All, 2022) ise hayati bir yerde duruyor. Temelinde kabaca “yaşamak için öldürmek” gibi bir fikri benimsese de, varlığını sürdürebilmek için başkalarından “beslenmek” üzerine toplumsal bir düşünme alanı açan, seyir zevki ve zarafeti belki de ilk kez tartışmaya açık (hatta derme çatma) bir Guadagnino var bu kez karşımızda. Doğuştan geleni, nesiller boyu DNA ile aktarılanı ve bunlar kaynaklı aidiyeti ahlaki zeminine yerleştirip korkuya has araçları kullanarak çok temel bir soru bırakıyor seyircinin kucağına: Doğuştan gelen kendi-gibiliğin sınırları nereden nereye çizilidir?

Camille DeAngelis’in 2015’te yayımlanan aynı adlı ödüllü romanından uyarlanan film, insan (eti) yeme alışkanlığından ötürü birlikte yaşadığı babası terk edince yollara düşüp çocukken onu bırakıp giden annesini arayan Maren’a (Taylor Russell) odaklanıyor (anne ve babanın gidişleri kitaba göre filmde tam tersi şekilde gelişiyor fakat neden değiştirildiğiyle ilgili bir bilgi yok). Yolda tanıştığı, yine sorunlu bir aileden benzer eğilimdeki Lee’yle (Timothée Chalamet) romantik ve “insancıl” bir bağ kurunca kendine ve dünyaya bakışı değişen Maren üzerinden “yamyamlığı” tartışmaya açıyor film. Uyarlandığı romanda da olduğu gibi film ismini, Maren ve Lee’nin bir mola sırasında tanıştıkları bir başka “yiyici”nin kendi “insan yeme” deneyimi üzerinden gerçek anlamıyla kullandığı “bir insanı kemiklerine varana kadar yiyip bitirmek” ifadesinden alıyor. Sully (Mark Rylance) ve Lee’yle tanışana kadar tüm dünyada kendi türünün tek örneği olduğunu zanneden Maren, yamyamlığın fiziksel ve psikolojik başka boyut ve deneyimlerine de rastlıyor bu yolda. Çoğu yol filminde olduğu gibi, nasıl bir gelecek tahayyül edeceğine de şehirler değiştikçe karar veriyor.

Aileyi Ye(n)mek

Filmde belli aralıklarla büyük puntolarla eyalet ve zamanı bildiren yazılar geliyor ekrana. Zaman ve mekânın haritasını çıkarmak istercesine görünür ve ritmik bir hâl alan bu yazılara Maren’ın onu terk eden babasının ses kaydını dinlediği kısımlar da dâhil oluyor bir noktadan sonra. Hikâyenin 80’lerde geçtiğini imlemekten daha fazlası olan bu walkmen ve kaset detayları, geçmişteki vakalarını onunla birlikte öğrendiğimiz Maren’ın hikâyesinde geçmişe doğru da genişleyen bir ayna işlevi görüyor. Film ilerledikçe biz de Maren’le birlikte hem geleceğe hem de geçmişe yol alıyoruz. Geçmişini dinledikçe biraz daha “bütün” olmaya, bir beden ve vicdan geliştirmeye başlıyor Maren. Geçmişe doğru aydınlanması, kendi seçebileceği “normal” bir geleceği de mümkün kılıyor belki de. Guadagnino için de yeni sayılabilecek bir coğrafyayı arşınlarken ilkgençliklerini yaşayan, hayata henüz yabancı Maren ve Lee de sanki ilk kez “normal” bir yemek yer gibi kabarık bir iştahla yiyor, birbirlerini ve yollarını koklayarak buluyor. İştahları birbirlerinin hayatlarına girmesiyle açılırken vicdan ve etik gibi kavramlar da er ya da geç kendi aralarında konuşulmaya muhtaç hâle geliyor. Varlıklarını sürdürmek için başkalarının ölmesi gerekir mi? Ahlaksız birini kurban etmek her şeye rağmen onları daha ahlaklı biri yapar mı? Böyle olmamayı hür iradeyle seçmek mümkün mü? Genetik olarak aileden geçen bu anomalinin doğasına karşı koyulabilir mi? Nihayetinde, ailemize dönüşmemek elde mi?

Kemikler ve Her Şey, Bones and All

Bu sorular etrafında ilişkileri derinleşirken Maren’ın filmin başında tanıştığı Sully karakteri de önemini sıklıkla hatırlatıyor bu hikâye için. Başta ona bir yoldaş gibi sunulan Sully, giderek Maren’in kendinden ve hayatından söküp atmak istediği her şeyi temsil eder hâle geliyor. Aile ve geleneğin lanetini kırmak istediği noktadan itibaren, zekâ yaşı çocuklukta kalmış Sully tıpkı kasetten dinlediği çocukluğu gibi kilometrelerce takip ediyor Maren’ı; ve sonunda Lee’yle “normal insanlar gibi yaşadıkları”, kendilerinden ilk kez nefret etmedikleri yeni hayatlarında ortaya çıkıyor. O gelenekten kopamayışı, tıpkı kurbanlarından kestiği saç örgüleri gibi geçmişe halatla bağlı olmayı temsil ediyor Sully tüm o çürük dişleri ve deforme bedeniyle. Maren ise babasından kalan kasetin bantlarını, bütün o geçmişi gözünü kırpmadan söküp fırlatabiliyor oysa.

Yaşayan Kamera

Kamera arkasında, daha çok kısa filmlerdeki çalışmalarıyla tanınan henüz 29 yaşındaki görüntü yönetmeni Arseni Khachaturan’ın bulunduğu film, Amerika kırsalının resmedildiği bir dizi çizimle başlıyor. Kameranın geniş plana geçmesiyle bir okul koridorunda olduğumuzu fark ettiğimiz bu giriş sekansını, okul bahçesinde yakın takibe aldığımız bir grup gencin “sıradan” yürüyüşü takip ediyor. Tam o sırada kamera, pek de alışık olmadığımız keskin bir pan hareketiyle ana karakter Maren’ın olduğu boş bir amfiye dönüyor. Bu tarafta kayda değer daha ilginç bir hikâyenin olduğuna karar veren filmin odayı dinleyen, hatta “koklayan” bu tavrı tüm film boyunca göreceğimiz şekilde bir bilinç aşılıyor tüm teknik tercihlere. Bir insan gibi davranan bu görüntü yönetimi ve kurgu tercihleri elbet Guadagnino’nun fazlaca kafa patlatılmış stilist anlarla dolup taşan kariyerine ters düşerken, bir yandan aynı kariyeri tanımlayan pek çok unsuru da “öğrenmiş” bir yapıyı takip ediyor. Kademeli zoom’lar, deneysel rüya sekansları, omuz kamerasında sallanan kadrajlarıyla film, 70’lerin Yeni Hollywood sinemasından hem tematik hem de biçimsel olarak bolca faydalanıyor. Kimi zaman Malick’in Kanlı Toprak’ını (Badlands, 1973) ya da Wenders’ın unutulmaz Robby Müller görüntüleriyle bezeli Paris, Texas’ını (1984) anımsatan atmosferiyle film, meczup karakterleriyle kurduğu ilişkiyi de ele veriyor. Hazzın gizemli kuytuları kadar, havasıyla suyuyla dünyanın nimetlerine de sıkı sıkıya bağlı karakterlerini, tam da onlarla nefes alıp, rüya görüp, koklayarak “ete kemiğe” büründürüyor yönetmen bu kez, tablovari sinemasına ara vererek.

Kanlı Toprak’ın pek çok yönetmen ve döneme ilham veren şahikası, yalnızca o dönemin taze yönetmeni Terrence Malick’in sinemasını müjdeleyen biçimsel yetkinliğinde değil elbette. Kemikler ve Her Şey’de yollara düşen “ölümcül” ikilinin köklerini Kanlı Toprak’ın genç çöp toplayıcısı Kit Carruthers ile kız arkadaşı Holly Sargis’in Güney Dakota’dan Montana’ya uzanan romantik ve şiddet dolu yolculuğunda aramak mümkün. Aynı şekilde tüm Amerika’yı öldürerek arşınlayan Bonnie ve Clyde’ı da (Bonnie and Clyde, 1967), biraz daha ileri sardığımızda topluma sığmaktansa ölümün sonsuz boşluğuna atlayan Thelma ve Louise’i de (Thelma & Louise, 1991) bu çerçevede düşünebiliriz. Özetle âşıklar ilk kez yolda dehşet saçmıyor elbette ama Guadagnino’nun bu hikâyeyi seçmesinde, hem Amerika kırsalına hem de Amerikan sinemasından miras aldığı kanlı yolculuklara “dışarıdan” bakmanın özgürleştirici motivasyonu sezilebiliyor. Bu anlamda haz ve arzunun korkusunu bu kez bir yol filminde aramak kusursuz bir tercih bile sayılabilir yönetmen için.

Finaldeki dehşet verici kan banyosu sahnesinin hemen ardından iki karakteri bir çayırda sarılmış olarak buluyoruz şimdi. Kamera bu kez bir vahşi yaşam belgeseli temkiniyle, varlığını onlara sezdirmeden, güvenli bir alandan yavaşça zoom’luyor karakterlerine. Kendi-gibiliğin yurdunu şimdilik toplumsal sınır ve kabullerin çok ötesinde bir yerde, en başta resimlerle hayalini kurduğu uçsuz bucaksız kırsalda arıyor film. Lee’nin birkaç sahne önce “Ben kötü bir insan mıyım?” diye sorması üzerine Maren’ın “Onu bilmiyorum, tek bildiğim sana âşık olduğum” cevabında arıyor sanki o yurdu. Seni “kemiklerine varana kadar” canı ve kanıyla yiyip bitiren bir aşkın yurdu belki de burası.


Kemikler ve Her Şey‘in sinemalardaki gösterimi sürüyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.