Şu An Okunan
Kızgın Güneş: Eriyen Gölgeler

Kızgın Güneş: Eriyen Gölgeler

Patricia Highsmith’in ‘Yetenekli Bay Ripley’inden uyarlanan ve başrolünde Alain Delon’un yer aldığı René Clément imzalı Kızgın Güneş, yaptığı tüm kötülükler yanına kâr kalan melek yüzlü bir şeytanın, Tom Ripley’in hikâyesini anlatır. İtalyan besteci Nino Rota’nın müzikleriyle bambaşka bir boyut kazanan film, Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımlarından da izler taşır.


Kızgın Güneş, Kundura Sinema ve Kundura Sahne’nin ortaklığında düzenlenen Bir Yaz Gecesi Festivali‘nin Nino Rota’ya odaklanan ‘Restore Klasikler’ seçkisi içerisinde Beykoz Kundura’da gösteriliyor. 4-20 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilen festivalle ilgili detaylı bilgi almak için tıklayın.


1960, sinema tarihi için ilginç bir sene. Dönüm noktası niteliğindeki birçok filmin yapım yılına baktığımızda bu tarihi görüyoruz. İlk modern Amerikan filmi kabul edilen ve korku türünde önemli bir kırılma yaratarak slasher’ları başlatan Sapık (Psycho) (Hitchcock), intikam temasını odağına alan ve istismara açık bir başka korku alt türünü başlatan The Virgin Spring (Jungfrukällan) (Bergman), Fransız Yeni Dalga’nın ilk büyük anti-kahramanıyla tanıştığımız Serseri Aşıklar (À bout de souffle)(Godard) 1960 yapımı mesela. Peeping Tom (Powell), The Apartment (Wilder), Yüzü Olmayan Gözler (Les yeux sans visage) (Franju), Spartaküs (Spartacus) (Kubrick) gibi klasikler de öyle. Ve İtalyan sinemasının üç ikonik örneği Rocco ve Kardeşleri (Rocco e i suoi fratelli) (Visconti), L’Avventura (Antonioni), Tatlı Hayat (La Dolce Vita) (Fellini) da bu yılın filmleri arasında. 

Bu yazının konusuysa yine 1960’da vizyona giren, görece daha ünsüz bir başka klasik olan Kızgın Güneş (Plein Soleil). Fellini’nin Tatlı Hayat‘ıyla ölümsüzleşen Roma’nın Via Veneto Caddesi’nde açılır Kızgın Güneş de. Ve Tatlı Hayat’ta olduğu gibi büyük besteci Nino Rota’nın insanın içine işleyen müziğiyle birleşerek başka bir boyut kazanır. 

Patricia Highsmith’in 5 romanlık Ripley serisinin ilk kitabı olan ‘Yetenekli Bay Ripley’den (1955) serbestçe uyarlanmış bu René Clément filmini konuşmaya, hikâyenin karanlık kahramanından başlayabiliriz. Yaptığı tüm kötülükler yanına kâr kalan, melek yüzlü, şeytan tüylü, paçayı kurtarma ustası bir sosyopat olan Tom Ripley’den. Tom çok yakışıklıdır, çok korkunçtur, çok yeteneklidir. On parmağında on marifet vardır: evrakta sahtecilik, imza taklit etme, manipülasyon, hırsızlık, cinayet. Ve becerilerini sergileme konusunda sınır tanımaz. 

Her şey Tom’un kendisine verilen özel görev için Amerika’dan Roma’ya gelmesiyle başlar. En ünlüsü Mission Impossible serisi olan ve sayısız örneği bulunan, zorlu bir görevi yerine getirmekle yükümlü ajanların, özel dedektiflerin, gizli polislerin hikâyelerinden bir farkı vardır karşımızdakinin. Görevi yapmak yerine, hırslarının ve takıntılarının peşine düşerek kendine yeni bir yol çizer Tom Ripley. Yani filmin alternatif bir hikâye mantığı vardır. Klasik yapıda izlenecek yol bellidir ve çatışma konusu bunu gerçekleştirmenin zorluğudur. Buradaysa çatışmayı yaratan ve seyir tecrübesini farklılaştıran, yolun belirsizliğidir. Kahramanın ketumluğundan kaynaklanmaz bu muğlaklık. O da bir sonraki adımını bilmiyordur. Sağı solu belli değildir. Güvenilmezdir. Karşısına çıkanların acılarına ve mutluluklarına karşı kayıtsızdır. 

Kızgın Güneş, suç ve kötülük dolu hikâyesine inat güneşli sahnelerle, iç açıcı pastel tonlarla, geniş ufuklu manzaralarla doludur. Özellikle ilk bölümü bir Tenten serüveni gibi akar. Fransız-İtalyan ortak yapımı olan filmde, Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Yeni Gerçekçilik etkileri bir arada görülebilir. Konusu, türü ve genel tonu itibariyle bu iki dönemin yapımlarından epey farklılaşsa da Tom’un balık pazarındaki avare gezintisi sırasında İtalyan Yeni Gerçekçilik’in izleri, yatta geçen bölümlerin alışılmadık akışında da Fransız Yeni Dalga etkileri hissedilebilir. René Clément’in hikâyeyi aktarmakla yetinmeyip ona her aşamada görsel bir katman, parlak bir fikir ekleme konusundaki hüneri bu bölümlerle sınırlı değildir tabii. 

Şu özel görevin ne olduğu ve kahramanın onun yerine neler yaptığını biraz açalım. Tom Ripley’in görevi, beş yıldır görmediği çocukluk arkadaşı zengin playboy Philippe Greenleaf’in San Francisco’ya dönüp aile işinin başına geçmesini sağlamaktır. Karşılığında beş bin dolar alacaktır. Ancak arkadaşını bulduğunda onun ABD’ye dönmek gibi bir niyeti olmadığını görür. 

Roma caddelerindeki başıbozuk gezintilerinden sonra birlikte Philippe’in evine giderler. Genç adam burada nişanlısı Marge ile yaşamaktadır. Tom’un bu evde Philippe’in kıyafetlerini giyip aynada kendisiyle öpüştüğü sahne ilk izleyişte öylesine, saçma ve komiktir. Ancak film bittikten sonra hatırlanırsa tüyler ürperten ve her şeyi özetleyen tekinsiz bir sahnedir. Bu kısacık anın içinde Tom’un hem Philippe’e hem Philippe’in sevgilisi Marge’a hem de Philippe’in servetine olan yoğun ilgisi saklıdır. Tom, genç çifte usulca sokulmaya ve arkadaşının hayatına sinsice sızmaya devam eder. Birlikte Philippe’in Marge adlı lüks yatına geçerler. Philippe bir süre sonra dostça mı düşmanca mı baktığını anlayamadığı Tom’un gözlerinin sürekli üzerinde olmasından bıkar. Ona peşine takılmış bir köpek gibi davranmaya, hatta eziyet etmeye başlar. Tom’u yata bağlanan ipin ucundaki küçük sandalla sürükleyerek saatlerce kızgın güneşin altında kavrulmaya terk etmesi ise bardağı taşıran son damladır.

Yata dönen Tom, Philippe’i öldürüp onun yerine geçmeyi planlar. Basit bir numarayla, Roma’daki gezinti sırasında cebine atmış olduğu küpeyi Marge’ın bulacağı bir yere bırakarak kadının kıskançlık krizi geçirmesini ve yatı terk etmesini sağlar. İki adam baş başadır artık. Tom, Philippe’in banka evraklarını sakladığı yeri bulmuştur ve planını açık ederek meydan okur. Hikâyenin en alışılmadık noktalarından biri de Tom’un her aşamada karşısındakiyle açık açık konuşmasıdır. İlk buluştuklarında görevinin ne olduğunu ve karşılığında alacağı paranın miktarını, sonrasında da onu öldürüp imzasını taklit ederek bankadaki paralarına konacağını söyler. Yarı şaka yarı ciddi bir havada ilerleyen bu gergin akışın sonunda Tom ne kadar ciddi olduğunu gösterir. Philippe’in halata bağlı cansız bedenini denize atar ve halatın ucunu keser. Deniz bir anda kabarır, dalgalar şiddetlenir. Tom, bir başkasına dönüşmek üzere yeni bir hayata yelken açar. 

Nihayet karaya ayak basan Tom, Marge’a Philippe’in onu terk ettiğini söyler ve Roma’daki oteline döner. Kendi resmini öldürdüğü adamın pasaportuna yapıştırır, imzasını taklit etme konusunda ustalaşır. Çantasında bankadan çektiği Philippe’in parası, üzerinde Philippe işlemeli gömleği, ayağında ölü adamın ayakkabıları, cebinde onun fotoğrafı değiştirilmiş pasaportu vardır. Ancak bu bir adamın bir başka adamın yerini alması kadar basit bir akış değildir. Tom bir kendisi olur bir Philippe. Bir kimlikten diğerine stratejik manevralarla sıçrar.

Bilindiği üzere bir cinayet, mutlaka bir başkasına neden olur. Tom, Philippe’i ararken kendisini bulan Philippe’in arkadaşı Freddie’yi de öldürmek zorunda kalır. Kendisi artık Philippe olduğuna göre katil de Philippe’dir. Ve cinayeti üstüne yıktığı rahmetli adına bir vasiyet bir de intihar notu hazırlar. Genç adamın tüm servetini Marge’a bağışlar. Sıradaki hamle bellidir: Marge’ı kendine aşık etmek. Bay Ripley, gönül hırsızlığı konusunda da yeteneklidir. 

İtalyan polisi başından beri Tom’un ensesindedir ama o asla açık vermez. Ta ki satış işlemleri için Philippe’in yatının karaya çekildiği ana kadar. Cinayetten hemen sonra denize atılan halat yatın pervanesine dolanmış olduğu için sürükleyip durduğu ceset ortaya çıkmıştır. Tom bütün ipuçlarını yok etmiştir ama sonunda Philippe’in çürümüş bedeni bir ipin ucunda çıkagelmiştir. Tom için her şey bitmiştir. Ancak film, bundan habersiz Yetenekli Bay Ripley’in yüzünün gülmekte olduğu bir sahneyle sona erer. 

Kimlik değiştirme, sinemada sıkça karşımıza çıkan özel bir kategoridir. Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör‘ünden (The Great Dictator, 1940) bir dönemin fetiş teması olan yüz nakli filmlerine ve deliren ana karakterin yavaş yavaş kafayı taktığı bir başkasına dönüşmesi anlatılarına kadar uzanır örnekler. Kızgın Güneş’te olduğu gibi tüm akışın bunun üzerine kurulduğu hikâyelerse daha sınırlıdır. Yakın bulduğum ikisini anmak isterim. 

Düşük bütçeli bir kara film olan Detour’un (1945) kahramanı Al, otostopla seyahat etmektedir. Ve onu otomobiline alan Charlie ile kaynaşıp arkadaş olur. Charlie’nin nedensiz ölümüne kadar her şey yolundadır. Paniğe kapılan Al, ölümün üzerine kalacağından korkup telaşla Charlie’nin yerini alır. Direksiyonuna geçtiği lüks araçla uyumlu olsun, şüphe çekmesin diye ölü adamın ceketini giyer, ehliyetini de cebine koyar. Cesedi yol kenarına bırakarak yeni kimliğiyle yola devam eder. Ve yoluna çıkacak olan kadın, ölü adamın karısıdır. Kızgın Güneş’teki gibi, birinin ölü olduğu aşk üçgeni kurulmuştur. 

Güneşin daha da kızgın olduğu, daha varoluşsal bir “ölü adamın kimliğiyle yola devam etme hikâyesi” de Yolcu’dur (Professione : Reporter, 1975). Gazeteci David Locke, bir gerilla savaşı haberinin peşinden Kuzey Afrika’ya gider. Sahra Çölü’nün yakınındaki otele yerleşir. Burada tanıştığı, yan odasında kalan ve kendisine çok benzeyen adamın ölmesi üzerine tekdüze yaşamından kaçarak onun yerine geçmeye karar verir. Resepsiyona kendi ölüm haberini verip ölü adamın pasaportunu cebine koyar. Ancak David Locke, Bay Ripley kadar yetenekli sayılmaz.


Kızgın Güneş, Kundura Sinema ve Kundura Sahne’nin ortaklığında düzenlenen Bir Yaz Gecesi Festivali‘nin Nino Rota’ya odaklanan ‘Restore Klasikler’ seçkisi içerisinde Beykoz Kundura’da gösteriliyor. 4-20 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilen festivalle ilgili detaylı bilgi almak için tıklayın.


© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.