Şu An Okunan
Passing: Kimliğini Baştan Yazmak

Passing: Kimliğini Baştan Yazmak

Passing

Rebecca Hall imzalı Passing yıllar sonra yeniden karşılaşan iki kadın arasındaki ilişki üzerinden kimlik, ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf gibi kavramları tartışmaya açıyor. Kahramanlarını yargılamaktan kaçınan bu incelikli film, cevaplardan ziyade içinden çıkılması zor soruların yakıcılığıyla ilgileniyor.

Nella Larsen’ın 1929 tarihinde yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan Passing (2021), segregasyon döneminde iki kadının öyküsüne odaklanıyor. Çocukluk arkadaşları Irene Redfield ve Clare Kendry, uzun yıllar sonra bir otelin terasında rastlaşıyorlar. İlk anda Irene, bakışlarını üzerine diken, şık giyimli ve platin sarısı saçlı bu gizemli kadını çıkaramıyor. Bu ısrarcı bakışlar, otelin terasına pek de uymayan kıyafetinden mi yoksa teninin renginden mi diye rahatsız oluyor, öfkeleniyor Irene. Çok geçmeden yanına geliyor Clare ve kendini tanıtıyor. Siyah ırktan birisiyle beyaz ırktan birisinin aynı masada oturması mümkün olmadığı için, Clare’in lüks otel dairesine geçip orada sohbete koyuluyor iki kadın. Aslında ikisi de siyah, aynı mahallede birlikte büyümüş, ancak açık renk tenleri sayesinde kimi zaman ‘beyazmış gibi’ yapıyorlar. Ancak bu karşılaşmada ortaya çıkıyor ki Clare (kelime anlamının aydınlık, ışık, berrak olduğunu da not düşelim), kimi zaman beyazmış gibi yapmaktan bir adım ilerisine gitmiş. Kendini beyaz olarak tanıttığı yepyeni bir hayat kurmuş. Zengin ve beyaz bir işadamıyla evlenip sınıf atlamış üstelik. Clare’in tüm bakışları üzerine çeken olağanüstü güzelliği, işveli edasıyla herkesi kendine hayran bırakma kabiliyeti, nazlı ısrarlarıyla her istediğini yaptıran ikna gücü bu geçişi kolaylaştıran özellikler olarak aktarılıyor Irene’in gözünden. Irene’de öfke ve hayal kırıklığı uyandıran bu rastlaşma, Clare’de ise sanki kaybettiği bir şeyi yeniden bulmuş olmanın verdiği bir heyecan yaratıyor. Siyahlığını reddetmiş olmasına rağmen, Irene’e hayranlıkla bakıyor Clare, onu bırakmak istemiyor. İki kadın arasındaki bu karmaşık duygularla daha ilk sahneden, toplumsal ile bireysel arasındaki gerilim hattında ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf kesişiminde kimlik nedir sorusu düşüveriyor zihinlere.

Passing

Romana hayli bağlı kalan film de öyküyü Irene’in gözünden aktarıyor; bu kısıtlı perspektif içinde Clare kimsenin tam olarak çözemediği bir figür. Siyah bir doktorla evli olan ve ırkından gurur duyan Irene için Clare aynı zamanda hem bir arzu hem de bir nefret nesnesi… Clare’e bakışlarında öfkenin ve tiksintinin yerini, giderek erotikleşen bir hayranlık alıyor. Fakat Clare’i kendi sosyal çerçevesine sokmaktan imtina ediyor Irene. Küçümseyici ve hafife alıcı tavrı sebebiyle, aralarında gelişen dostluğa rağmen çok önemli bir detayı gözden kaçırıyor Irene: Clare seçimlerini sorguladığı, kendine biçtiği rolden uzaklaşmaya başladığı, siyah topluluğa giderek daha yakınlaşmaya çabaladığı bir dönüşümden geçiyor aslında. 

Passing işte bu karmaşık kimlik müzakerelerini müthiş bir zenginlikle ele alıyor. Kimlik dediğimiz şeyin aslında hiçbir zaman statik, tek yönlü ve homojen olmadığının altını çiziyor. Özellikle toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf kesişimlerinde kimliğin nasıl toplumsalla bireysel arasında sıkışmış bir performans olduğunu gösteriyor. Irene için de Clare için de yaptıkları seçimler kolay ve sıradan değil. Her gün yeniden, baştan bu seçimleri müzakere etmek zorundalar. İki kadın karakter birbirinin yansıması gibi, farklı seçimlerin farklı sonuçları ve duygu hâlleri gibi aktarılıyor kimi zaman. Kimliğin çatallanışı ve bunun toplumsal imkânları yahut imkânsızlığı üzerine bir eser Passing

Kitabın yazarı Nella Larsen da tıpkı eserdeki iki kadın karakter gibi, benzer bir ara bölgede konumlanıyordu. Annesi Danimarkalıydı, babasıysa Danimarka’nın Batı Hint Adaları’ndaki sömürgelerinden gelen bir göçmendi. 1891 yılında Şikago’da dünyaya gelen Larsen’ın, kendi yaşamından birçok detayı, deneyimi ve duyguyu romanına attığını görürüz. Tıpkı Clare ve Irene gibi, ‘beyazmış gibi yapabilecek’ kadar açık renk tenli, ancak beyaz aile üyeleri tarafından hor görülecek kadar koyu renk tenliydi. Hemşirelik eğitimi gören Larsen, dönemin önde gelen siyah entelektüellerinden Elmer Imes’la evlenerek Harlem’e taşınmıştı. 1920’lerin Harlem’ini, siyah kültürünün kutlandığı, entelektüel ve sanatsal üretimin tavan yaptığı, ırkçılıkla mücadeleye yönelik siyasi stratejilerin konuşulduğu, tartışıldığı bir ortam olarak hayal etmeliyiz. Larsen bu entelektüel ortamda ‘Harlem Rönesansı’ olarak bilinen akımın öncülerinden W.E.B. Du Bois, James Weldon Johnson ve Langston Hughes gibi isimlerle yakın temas içindeydi.

Passing’de de bu çevrenin fikirlerinin, felsefi ve politik tartışmalarının izlerini görmek mümkün. Örneğin W.E.B. Du Bois’nın çifte bilinç (double consciousness) kavramı, yüzyıllardır baskı altındaki siyah ırkın kendini nasıl sürekli beyaz ırkın gözünden görüp, ölçüp, tarttığını; beyaz ırkın siyah ırk hakkında neler düşünüp hissettiğini bildiğini tarif eder.1 Buna karşılık beyaz ırk, kendini siyah ırkın gözünden görmez; siyah ırkı anlamak veya okumak zorunda hissetmemiştir. Kendini norm, renksiz ve görünmez olarak konumlandıran beyaz ırka karşılık siyah ırk, bir tür normdan sapma olarak kurulmuştur: colored, yani ‘renkli’. Du Bois ırksal kimliğin, iktidara içkin bir siyasi, toplumsal, tarihsel kurgu olduğunu 1909’da yazmıştır. Larsen’ın eserinde, işte bu siyasi, toplumsal ve tarihsel konumların ürettiği kimlikler masaya yatırılır. Sadece ırk değil, toplumsal cinsiyet kimliğinin de tıpkı böyle bir kurgu olduğunu net bir şekilde resmediyor Passing. Hattâ Clare ve Irene sanki toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf kategorilerinin kesişim noktasındaki kimliğin hem toplumsal alandaki performansı hem de içsel müzakerelerinin beden bulmuş hâlleri gibi bile okunabilir.

Sınırlar, Kapılar, Sokaklar ve Geçişler

Passing’in ilk sahnesi yakın plan adımlarla başlıyor, sokakta yürüyen kadın, erkek, burjuva, işçi ayakkabıları yavaşça odağa yerleşiyor (1914 tarihli L’Amor Pedestre filmine tatlı bir göz kırpma mı bu acaba?). Filmin bu sahneyle açılması, Langston Hughes’un 1925 tarihli ‘Passing’ adlı kısa öyküsünü akla getiriyor. O öyküde de Hughes bizi bir sokaktaki (nahoş) bir karşılaşmaya götürür. Mektup formunda yazılan öyküde, anlatıcı annesine seslenir. Sokakta birbirlerinin yanından geçerken, annesi kendisine seslenmediği için ve kendisini tanıdığını çaktırmadığı için teşekkür eder ona. Çünkü ‘beyazmış gibi yapmaktadır’ ve sevgilisinin yanında siyah olduğunun ayyuka çıkmasını istemez. Burada ‘-mış gibi yapmak anlamındaki’ passing ile birisinin yanından geçip gitmek (passing by) arasında bir kelime oyunu yapar Hughes. Yani görünmez yahut görülmez olmak. 

Bu kelimenin birkaç anlamını daha açalım yeri gelmişken: Siyah ırkın istediği gibi hareket edemediği, her yere giremediği, siyahlara ayrılmış kısımlar haricindeki mekânlara alınmadığı segregasyon düzeninde passing, kapılardan ve sınırlardan geçebilmek anlamında bir ayrıcalık yahut özgürlük çağrışımına sahip. Bununla birlikte passing, ölümü de ifade eder. Sanki bir kimliğini terk edip, ötekini benimsemek aslında içinde birisini öldürmektir. Hughes’un öyküsünde tüm bu anlamları görebiliriz. Beyazmış gibi yapan başkarakter, annesini inkâr ederek onun yanından geçip gider sokakta. Bununla birlikte işyerindeki başarılarından bahseder mektubunda: Bir siyahın asla ten rengi ve ona bağlı önyargılar nedeniyle bu basamakları tırmanamayacağını, bu aşamalardan ‘geçerek’ bu kadar yükselemeyeceğini belirtir. Yani bugün yapısal ırkçılık dediğimiz şey, Hughes’un metninde apaçık anlatılmıştır. Son olarak anlatıcı, bir başka kente göç ederek ortadan kaybolmak istediğinden bahseder. Siyah benliğini öldürmeyi, tamamen beyaz olarak yeni bir yaşam kurabileceği bir kuzey kentine gitmeyi tasarlamaktadır.

Hughes’un karakteri ile Clare’in ortaklıkları çok, kuşkusuz. Ailesini küçük yaşta kaybeden Clare, dinine bağlı beyaz teyzeleri tarafından büyütülmüş, babasının siyah olduğu gerçeğini herkesten saklamıştır. Şikago’ya (Hughes’un öyküsünün mekânı) giderek orada yepyeni bir hayata başlamış, siyah mirasını ve kimliğini reddederek beyaz bir yaşam kurmuştur. Clare’in kocası John Bellew ise siyahlardan kıyasıya nefret eden bir ırkçıdır (Hughes’un karakterinin dalga geçtiği tipler gibi). Bir sahnede “zencilerden nefret ederim” dediğinde, Irene kendini zor tutar, adamın suratına haykırmak ister kendisinin bir zenci olduğunu. Ama yapmaz.

Aynı sahnede John Bellew, Clare’in giderek karardığına, her gün daha bir kara çaldığına dair bir espri yapar. Bu an, filmin anlatımında ve görsel dünyasında müthiş bir öncülleme olarak kullanılmış. Bu söz, Clare’in, Irene’le beklenmedik karşılaşmasının onda tetiklediği dönüşümün bir ipucunu veriyor. Beyaz ırka ait olma çabasından yavaş yavaş uzaklaşacağının, siyah topluma yakınlaşarak ırksal kimliğini yeniden inşa etmeye girişeceğinin bir habercisi… Her ne kadar olaylar Irene’in gözünden anlatılsa da, Clare’in bu dönüşümü filmin tüm görsel estetiğine sirayet ediyor âdeta. Irene’in gözünden kaçsa da, biz hissediyoruz ve sezinliyoruz bu dönüşümü. Bu sayede Irene’in kısıtlı perspektifinin yanından ‘geçerek’ (bypass) bir bağ kuruluyor Clare’le aramızda. Bir yaz gününün göz kamaştıran güneş ışığının altında, aşırı pozlanmış (overexposed) yahut negatif gibi görünen bir siyah-beyaz estetikle başlayan film, sonlara doğru giderek kararıyor. Kadrajın büyük kısmını kaplayan beyaz alanların yerini siyahlar almaya başlıyor. Clare’in ırksal kimlik çizgisinin öteki tarafına geçme arzusuyla yaptığı ısrarcı müdahaleler arttıkça 180 derece kuralı da sık sık kırılıyor.

Sözün Görüntüye Tercümesi

Rebecca Hall’un bu ilk yönetmenliğinde Larsen’ın romanının dünyasını ve ruhunu başarıyla kurduğunu söyleyebiliriz. Romanda Irene’in iç monologlarıyla okura aktarılan zengin bir derinlik var. Onun etik kuralcılığı ve yüzeysel yargılayıcılığının yanı sıra kendi cinsel, sınıfsal ve ırksal kimliğine dair kafa karışıklıklarını müthiş bir üslupla aktarıyor Larsen. Yazarın iki kadın kahramanıyla kurduğu ilişki asla yargılara saplanmıyor, cevaplardan ve öğütlerden ziyade içinden çıkılması zor soruların yakıcılığıyla ilgileniyor. Bu gibi ince anlamlar filmde harikulade bir şekilde tercüme ediliyor görsele. Kimi zaman bir sembol, bir motif, bir kamera açısıyla, Irene’in kendi içindeki karmaşasını da yakalamayı ve yansıtmayı başarıyor yönetmen.

Passing

Tek Başına Bir Adam (A Single Man, 2009) ve Diren! (Suffragette, 2015) gibi filmlerdeki çalışmalarıyla tanınan görüntü yönetmeni Eduard Grau da 1920’lerin görsel estetiğini müthiş bir şekilde kuruyor. 4:3 orandaki siyah-beyaz görüntülerde, kullanılan objektifin de katkısıyla sağlanan tuhaf bir derinlik etkisi var. Dönemin üç boyutlu izlenimi veren stereoskopik imajları gibi yadırgatıcı bir alan derinliği bu. Kuşkusuz stereoskopik imajların ikili çekilmiş olması, Clare ile Irene arasındaki tuhaf ikizliği yahut ikircikliği de yansıtan bir tercih. Hem birbirinin aynısı, hem birbirinin zıddı, hem de aradaki onlarca belirsiz mesafenin çeşitli uçlarında gidip geliyor Clare ve Irene.

1920’lerde geçmesine rağmen, özellikle kimliğin performans boyutuna dair gösterdikleri ve düşündürdükleriyle Passing asla eskimiş bir metin değil. Sunduğu kesişimsel perspektifle Larsen, yerleşik kimlik kategorilerine kapılmamamız gerektiğini fısıldıyor, bir asır kadar öncesinden.


NOTLAR

1 Daha sonraları Frantz Fanon’un ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’ kitabında da kullanacağı çifte bilinç kavramı, ırksal kimliğin konumlandırma ve performans boyutuna ışık tutar. Yani siyahlık ve beyazlık birer toplumsal konumdur bu açıdan.


Passing, Netflix Türkiye’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.