Şu An Okunan
Stranger Things: Yapış Yapış Öfke

Stranger Things: Yapış Yapış Öfke

Bilimkurgu, korku ve süper kahraman filmi gibi pek çok türü birleştiren Netflix dizisi Stranger Things 80’lerin kült filmlerine referansları ve isyankâr karakterleriyle ortalığı kasıp kavurmuştu. Nostalji duygusuyla yüklü ikinci sezonda dizinin evreni, ergenlik metaforlarıyla birlikte giderek karanlıklaşıyor.

Geçtiğimiz yıl yayınlanan ilk sezonuyla kendine geniş bir hayran kitlesi edinen Stranger Things, bir tür ‘devam filmi’ olarak da görülebilecek ikinci sezonuyla günümüzün en popüler TV olaylarından biri olarak yerini sağlamlaştırdı. Dizi, 80’li yıllara dair yarattığı nostaljinin ve Spielberg’den Stephen King’e, Cronenberg’den Carpenter’a sayısız yönetmen, kült film ve popüler kültür öğesinden yararlanan anlatısının yanı sıra, iyi bir pazarlama stratejisinin de katkısıyla, özellikle sosyal medyada hakkında en çok konuşulan konulardan biri hâline geldi. Fargo (1996)ya da Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) serisi gibi kültleşmiş yapımların diziye uyarlandığı, pek çok ünlü yönetmenin dizilere yöneldiği ve Netflix, Amazon, HBO gibi şirketlerin orijinal yapımlara önem vermeye başladığı bir dönemde Stranger Things’in, değişen medya kültürünün temsilcilerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Film ile dizi arasındaki ayrımların silikleştiği bir dönemde, sinema tarihine sayısız referansla, anlatı yapısı ve estetik tercihleriyle sinemaya yaklaşan ‘Bir Netflix Orijinal Yapımı’.

Korku, bilimkurgu ve süper kahraman filmi türlerinden beslenen Stranger Things, ilk sezonunda son zamanların en çarpıcı karakterlerinden Eleven’ın ortaya çıkış hikâyesine odaklanıyordu. Küçükken kaçırılıp annesinden koparılan, üzerinde deneyler yapılan ve bir silah olarak kullanılan Eleven, telekinetik güçleri sayesinde nesneleri hareket ettirebiliyor; telepatik güçleri sayesinde istediği zamanda, istediği yerde, istediği kişinin yanında belirebiliyordu. İlk olarak kazınmış saçları ve hastane önlüğüyle tanıdığımız Eleven ilerleyen bölümlerde, elinden düşürmediği waffle’ı, pembe elbisesi ve mavi ceketiyle aklımızda yer etmişti. Henüz konuşmayı bilmeyen Eleven, sadece hayatını kurtardığı arkadaşları için değil, seyirci için de bilinmezlerle dolu bir karakterden bir süper kahramana dönüşmüştü. “Gerçek” bir süper kahramandan tek farkı ise, bir çizgi romanı, daha doğrusu bir “çizimi” olmamasıydı. Superman, Batman ya da Spider Man dendiğinde zihnimizde ana hatlarıyla beliren çizgi figür, Eleven için yoktu. Çok kısa bir süre içinde gerçek bir oyuncu tarafından canlandırılan bir karakterin ötesine geçip, ikonik bir imaja dönüştü. İkinci sezon, özellikle Eleven’ı kendisi gibi işkenceye maruz kalmış ve üzerinde deneyler yapılmış kardeşi Kali’yle karşılaştırdığı yedinci bölümüyle süper kahraman türünün kodlarından daha da fazla beslenerek, yeni punk tarzı ve isyankâr tonuyla kahramanının görsel imajını daha da güçlendirdi.

EVCİLLEŞMEYEN KAHRAMAN
Kahramanın yolculuğunun en ilkel hâllerinden biri olan süper kahraman hikâyeleri genelde şu şekilde gelişir: Kahramanımız acı dolu bir dönüşüm geçirir (Peter Parker bir örümcek tarafından ısırılır ve günlerce acı çeker), gücünü kontrol edebilmeye başlar (Spider Man gücünün farkına varır ve duvardan duvara zıplar), kontrolü yitirir/gücünü yanlış kullanır (Spider Man egosu yüzünden amcasını kaybeder) ve çeşitli aşamalardan geçerek doğru yolu bulur (Spider Man mahallenin kahramanı olur). Acısı ve travması sürekli birtakım içsel çelişkilere ve çatışmalara yol açsa da gitgide bu çelişkiler azalır, kahraman kontrolü ele geçirir, “olgunlaşır” ve topluma ayak uydurur. Bir süre sonra güçleriyle barışır ve kendini bu güç üzerinden var eder.

Stranger Things başından beri yabanıl olan karakterini gücü üzerinden var etmeyerek ve asla tam olarak evcilleştirmeyerek bu klasik yapıyı bozuyor. Eleven güzel kıyafetler giyse de, konuşmayı, gücünü kontrol etmeyi öğrense de, arkadaşlar edinse, bir babaya sahip olsa, kayıp annesini bulsa da, hattâ sıradan bir çocuk olarak okul balosuna katılsa da, ne travmasının izi geçiyor ne de gücünün ve bağımsızlığının da göstergesi olan yabanıllığını kaybediyor. Süper gücü sadece telekinetik yeteneklerinden değil, travmasından da beslenen bu karakter kendi yaratılış mitini, ilk bölümden son bölüme kadar bağıra çağıra, kıra döke, isyan ederek, can acıtarak inşa ediyor.

Duffer Kardeşler’in ikinci sezonda Eleven’ın asıl gücünün travması olduğunu göstermek için X-Men: Birinci Sınıf’tan (2011) bir sahne kullanmaları tesadüf olmasa gerek. Kali’nin Eleven’a acısını kullanarak gücünü büyütmeyi öğrettiği bu sahne, Charles Xavier’ın Magneto’ya anıları sayesinde gücünü kontrol etmeyi öğrettiği sahnenin neredeyse aynısı. Annesi Naziler tarafından öldürülen Magneto, acısına odaklanarak dev bir uyduyu çevirirken, Eleven annesine yapılan işkenceyi hatırlayarak bir kamyonu kaldırıyor. Eleven bir yandan Xavier’ın telepati gücünden gelen dinginliğe ve bilgeliğe sahipken, bir yandan da Magneto’nun acıdan kaynaklanan isyankârlığını ve ayrıksılığını miras almış sanki. Duffer Kardeşler, henüz yeni doğmuş süper kahramanlarından kelimeleri özellikle esirgeyerek ona olmayan “çizgisini” veriyorlar belki de. Artık yüzünü görmesek bile tanıyabiliriz Eleven’ı, üstelik bazen pembe elbiseli bir kız çocuğu, bazense siyah deri ceketli punk bir ergen olarak.

HEP BERABER TUHAF
Sadece kendi süper kahramanını yaratmakla kalmıyor Stranger Things, biraz da TV dizisi olmanın getirdiği anlatısal gerekliliklerden ötürü, kahramanını biricik tahtından indiriyor: Bu çok-karakterli evrende Eleven her zaman başrolde değil. Normal dünya ile Alt-Üst’ü birbirine bağlayan portalı kapatmayı tüm karakterlerin yardımı sayesinde başarıyor örneğin. Dizinin en büyük başarısı, Eleven’ın tersine süper güçleri olmayan tüm diğer karakterleri de aynı sahicilikle ve görsel olarak akılda kalan özelliklerle resmetmesi. Elinde çivili sopasıyla Steve, altında kaykayıyla Çılgın Max, evcil Demogorgon’uyla Dustin, yılbaşı ışıklarıyla Joyce, boyama kalemleriyle Will… Neredeyse hepsi kendilerine özgü tuhaflıklarıyla öne çıkan tüm bu karakterler, gerçekten de Alt-Üst’te yaşayan Gölge Canavarı’nın ve Demogorgonların neden bu kasabaya dadandığının kanıtı gibi. Tuhaf karakterler, daha da tuhaf şeylerle, tuhaflıkları yardımıyla başa çıkıyorlar bu hikâyede.

Tuhaflıklarıyla ya da dışlanmışlıklarıyla bir araya gelen bu karakterlerin beslendiği pek çok sinemasal kaynak var elbette. Bir grup arkadaşın kayıp bir çocuğun peşinden gittiği Benimle Kal (Stand by Me, 1986)göndermelerinin izini sürmek mümkün mesela. Ya da, E.T.’nin (1982) uzaydan gelen ve özel yetenekleriyle herkesi kendine hayran bırakan yaratığının yerine Eleven’ı koyabiliriz örneğin. Bir grup çocuğun hazine avladığı Define Adası (The Goonies, 1985) filminin çocuk başrolü Sean Astin’in yıllar sonra Bob rolüyle karşımıza çıkması ve Will’in çizdiği haritadaki X’i bulması da tesadüf olmasa gerek, ama dışlanmış karakterleri birleştiren, onlara hep beraber isyan etmeyi öğütleyen, Stephen King’in korku hikâyesinde bu yıl yeniden sinemaya uyarlanan O (It, 2017), Stranger Things’in en çok ilham aldığı hikâyelerden biri. Özellikle kasabayı ele geçiren karanlık gücü sadece çocukların ‘görebilmesi’, Pennywise’ın saldırılarını sadece çocukların görebildiği, yetişkinlerinse inanmayı reddettiği O’yu çokça anımsatıyor. Ancak O’dan farklı olarak Stranger Things ‘çocuklaşabilen yetişkinler’ de yaratıyor.

YETİŞKİNLERİN OYUNLARI
Stranger Things yapısını temel olarak üç grup ve üç yan hikâye üzerinden kuruyor. Çocuklar, ergenler ve yetişkinlerden oluşan bu üç grup yer yer iç içe geçiyor. Bu geçişlerin olduğu sahneler hem görsel olarak, hem de karakterlerin geçirdiği değişimler açısından dizinin en akılda kalıcı anlarını oluşturuyor. Joyce Byers, bu geçişleri mümkün kılan kilit karakter. ‘Meczupluğu’ nedeniyle yetişkinler arasında kendine pek de yer bulamayan ama bekâr bir anne olarak fazlaca yetişkin olmak durumunda kalan Joyce, ilk sezonda oğlu Will’in ölmediğine inanarak bu geçişi sağlıyordu. Ellerinde renk renk yılbaşı lambaları, Will’den aldığı işareti yazıya dökmeye çalışan Joyce, kimse ona inanmazken oğluna ulaşmak için evinin duvarlarını çekiçle parçalıyordu. Bu sezondaysa oğlunun içine giren Gölge Canavarı’nın varlığını ilk olarak keşfeden, Will’in yaşadığı nöbetlerin kendilerine söylendiği üzere travma sonrası stres bozukluğu olmadığını anlayan yine o oluyor.

Joyce, iki sezonda da oğluyla iletişim kurarken çocuksu nesneler kullanıyor. Alt-Üst’te mahsur kalan Will annesinden yılbaşı ışıkları aracılığıyla yardım isterken, içine giren Gölge Canavarı’nı yüzlerce kâğıda resimler çizerek anlatıyor. Joyce, resimlerin anlamını çözmek için erkek arkadaşı Bob’u yardıma çağırıyor. Ona bunun bir oyun olduğunu, soru sormamasını söylüyor. Bob ise büyük bir zevkle bulmacayı çözüyor ve tüm resimlerin aslında bir harita oluşturduğunu anlıyor. Düğümler, yetişkinler oyun oynarken çözülüyor. Joyce da Eleven gibi, evcilleşmiyor, ‘normalleşmiyor’, tuhaflığından asla ödün vermiyor. Hattâ gerekirse kelimenin gerçek anlamıyla evini paramparça edecek kadar deli Joyce. İki sezon boyunca Byers’ların evi parçalanıyor, Demogorgonların saldırısına uğruyor, duvarları resimlerle kaplanıyor, yetkililer tarafından talan ediliyor. Bob gerçekleri öğrendiğinde şöyle diyor Joyce’a: “Böyle şeyler sadece filmlerde oluyor sanıyordum. Bunların senin gibi birinin başına geleceğini hiç düşünmemiştim.” Joyce cevap veriyor: “Ya da senin gibi biri.” Bir yandan naif, bağımlı, kırılgan ve evcil anne/kadın rolünü reddederken, bir yandan da asla ağlamaktan, bağırmaktan, deli yaftası yemekten korkmayan biri.

YAPIŞKAN GEÇİŞLER
İkinci sezonda gruplar arasındaki geçişkenliği ilk sezondan farklı kılan ise Will, Mike, Lucas, Dustin ve Eleven’ın yavaş yavaş ergenliğe adım atmaları. Alt-Üst ve Gölge Canavarı, bir nevi ergenliğin metaforu ve dışavurumu gibi işliyorlar bu sezonda. Kasabanın tamamına sirayet eden, Will’i ev sahibi olarak benimseyen üst akıl Gölge Canavarı, ergenliğin zihinsel ve soyut bir temsiliyken, kelimenin tam anlamıyla bir bilinç “altı” gibi işleyen Alt-Üst ise ergenlik sürecinin daha bedensel ve somut bir temsili oluyor. Kült korku filmi Şeytan’dan (The Exorcist, 1973) esinlenen pek çok sahnede Gölge Canavarı Will’i ele geçirirken, sessiz ve sakin bir çocuk olan Will’in gitgide saldırgan ve kaba bir yabancıya dönüştüğünü görüyoruz. Annesine ve etrafındakilere hiç olmadığı biri gibi davranan Will’in bu değişimi, biraz da ergenlik sancılarını anımsatıyor. Will, Bob’un tavsiyesine uyarak ilk defa korkmaktan ve saklanmaktan vazgeçip canavarın karşısına dikildiğinde, gölge bir virüs gibi tüm bedenini sarıyor. Bu noktadan sonra emir vermeye, manipüle etmeye, yalan söylemeye başlayan Will’in aklının Gölge’yle eşleştiğini görüyoruz. Gölge, kendisini yakmaya çalışan tüm yetişkinleri Will’in yardımıyla Demogorgon’lara yediriyor. Kendine ergenliğe geçiş aşamasındaki bir zihni ve bedeni seçmesi de elbette tesadüf değil. Zihnin her şeyi sorgulamaya başladığı ve isyankârlaştığı, bedenin bu sürece ayak uydurduğu ve zaman zaman yetersiz kaldığı bu dönem Gölge için biçilmiş kaftan. Ona inanacak, sabit fikirli olmayan bir zihne ve güçsüz bir bedene ihtiyacı var Gölge’nin.

Gölge Canavarı’nın yaşam alanı olan Alt-Üst’ün görsel tasarımı bu ergenlik, değişim/dönüşüm ve geçiş temasını destekler nitelikte. Ergenliğin bedensel bir temsili olarak işleyen, sürekli yapış yapış sıvılarla dolu, her yerinde sarmaşıkların kol gezdiği, zehirli tozların havada uçuştuğu bu mekân, vücuda benzerliği ve organikliği nedeniyle Cronenbergvari bir tekinsizliğe de sahip. Cronenberg’ün Sinek (The Fly, 1986) filminde bilimci Seth Brundle, bir sinekle genetik olarak birleşmesinin ardından ikinci bir ergenlik yaşıyor ve yavaş yavaş ne sinek, ne de insan olan bir yaratığa dönüşüyordu. Kolektif bir bilinçaltı ya da ruh hâli gibi işleyen Alt-Üst’ün görsel tasarımı da aynı yapışkanlık hissini uyandırıyor seyircide. Alt-Üst’te mahsur kalmanın yarattığı hisse benzer, ne olduğu rasyonel olarak kavranamayan ama içinde hapsolunan bir deneyim sanki ergenlik: hormonal değişimlerin getirdiği ter, koku, yeni çıkan kıllar, yeni keşfedilen arzular, biçimsizleşen/biçim değiştiren beden… Bu deneyim Yaratık’taki (Alien, 1979) yaratığın yapışkan, anne rahmini andıran kıvrımlı yapısına benzeyen tünelleriyle daha da belirginleşiyor. Alt-Üst, üst dünyanın içi olarak hem çok tanıdık hem de çok tuhaf bir yer. Tam da bu nedenle vücudumuzdan çıkan sıvıların abject’liğine sahip, artık bize ait olmayan, dışarı attığımız bir parçamız gibi.

Öte yandan, ergenlik dizi boyunca sadece genç zihinleri ele geçiren karanlık bir ruh hâli olarak temsil edilmiyor elbette. Diğerleri gibi ergenliğin ilk aşamalarını deneyimlemeye başlayan Eleven üzerinden sıradışı bir baba-kız hikâyesi anlatılıyor örneğin. Doğumundan itibaren hiç bitmeyen bir travmatik deneyimin içinde yer alan ve dilin sembolik dünyasından yoksun olan Eleven için “baba” kavramı otorite, işkence ve acıyla özdeşleşiyor. Sadece ‘evet’, ‘hayır’ ve ‘baba’ gibi temel kelimeleri kullanabilen küçük bir çocuk olarak, kendisine işkence yapan adamı babası zanneden, dile ve bildiğimiz anlamıyla ‘kültüre’ sahip olmayan Eleven; toplumsal kodların, çocukluğun, kadınlığın, erkekliğin, ayıbın, kötünün, ahlakın ne olduğunu bilmiyor ama kim olursa olsun ‘baba’ kavramının otoriteyle ilişkisini anlıyor. Bu nedenle bir nevi babası yerine geçen polis memuru Hopper onu korumak için eve kapattığında ona isyan ediyor, odasına saklanıyor, içine kapanıp ağlıyor belki ama bunu yapmadan önce babasının önündeki tabakları kırıyor, her şeyin altını üstüne getiriyor, babasını korkutuyor. Odasına saklanmasının nedeni karşısındaki güçlü addedilen yetişkinden korkması değil, kendi tercihi oluyor. Çünkü biliyor ki istese kapatıldığı evi Hopper’ın başına yıkabilir, tıpkı kendisine dayatılan toplumsal kodları da yıkabileceği gibi.

Stranger Things’in kendisini de tuhaf olduğu kadar tanıdık kılan, sayısız sinema referansına rağmen sahici karakterler yaratabilmesi. Duffer Kardeşler bir yandan anlatının her ayrıntısını tanıdık bir sahne, bir nesne, bir replik veya bir mekânla süslerken, bir yandan da kendi mitolojilerini yaratmayı ve ‘orijinal’ olmayı başarıyorlar. Gerçekliğini inandırıcılık üzerinden değil, bir tanıdıklık hissi üzerinden kuran Stranger Things, tam da günümüzün sarkastik karakterlerine ve alaycı diyaloglarına alışmışken, “ne diyorsa onu kast eden” karakterleriyle bize iyi gelmiş olsa gerek. Cadılar Bayramı günü Hayalet Avcıları kostümleriyle okula gelen kahramanlarımızla “Kimi arayacaksınız? İnekleri!” diye dalga geçilirken, bizse bu fazlaca tanıdık sahneyi gülümseyerek izliyoruz çünkü otuz yıl öteden bakıyoruz ve biliyoruz ki bu kostümler artık “hiç de tuhaf değil”.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.