Cannes Günlükleri 2023 #5: Asteroid City, Fallen Leaves, The Pot au Feu, A Brighter Tomorrow
Bu akşamki ödül töreniyle sona erecek olan Cannes Film Festivali’nde yılın merakla beklenen filmleri seyirciyle buluştu. Ana Yarışma’da seyirci karşısına çıkan Asteroid City, Fallen Leaves, The Pot au Feu, A Brighter Tomorrow‘a dair kısa kısa…
76. Cannes Film Festivali, bu akşam gerçekleşecek olan ödül töreniyle sona eriyor. Genel olarak pek de parlak bir seçki sunmayan Ana Yarışma’da öne çıkan ve ödül alması olası filmler arasında Nuri Bilge Ceylan imzalı Kuru Otlar Üstüne, Jonathan Glazer imzalı The Zone of Interest, Justine Triet imzalı The Anatomy of a Fall ve Aki Kaurismäki’nin çokça beğenilen yeni filmi Fallen Leaves yer alıyor. Festivalin son günlerinde gösterilen bazı filmlere dair kısa kısa…
Wes Anderson’un yine yıldız oyuncuları bir araya getiren ve western’den bilimkurguya pek çok türü harmanlayan yeni filmi Asteroid City, 1955 yılında ABD’deki bir çölün ortasında geçen, hem hüzünlü hem de mizahı tarafı güçlü bir hikâye anlatıyor. Yönetmenin oyuncaklı dünyasının ve stilize estetiğinin yine ön planda olduğu filmde, bilimsel icatlarıyla dikkat çeken dahi çocuklarını çöldeki kasabaya getiren birkaç ebeveynin hikâyesine odaklanıyoruz. Kasabaya bir uzaylının uğramasıyla bambaşka bir yöne evrilen film, çok temelinde ise annesini yeni kaybetmiş olan bir çocuğun ölümü anlamlandırma sürecini ele alıyor. Filmdeki mizansen ve set tasarımının, Anderson sinemasına göre bile oldukça plastik ve stilize olduğunu söyleyebiliriz. Hatta filmde “Wes Anderson tarzında” bir oyuncak kasabanın kurulduğunu, oyunculara ise yönetmenin önceki filmlerindeki karakterleri taklit etmeleri söylenmiş gibi. Tipik bir Anderson filminden beklediğimizden biraz daha özdönüşümsel (self-reflexive) ve dolayısıyla yönetmenin görsel dilini özellikle öne çıkaran bir yapısı var filmin. Anlatıdaki oyun içinde oyun ya da film içinde film yapısı da bu kendi kendini taklit halini biraz açıklıyor. 1950’lerde bir televizyon programının ekranıyla açılan filmdeki anlatıcı, bir oyun yazarının hikâyesini anlatmaya başlıyor. Bu ilk “film içinde film” katmanı siyah beyaz olarak resmediliyor ve yer yer 1950’lerin televizyon estetiğinden yararlanıyor. Oyun yazarının yazdığı metin ise filmdeki ana hikâyeyi oluşturuyor, yani Asteroid City’de yaşanan olaylar. Bu rengarenk oyuncak kasaba, hiçbiri -Anderson sineması içerisinden düşünecek olursak bile- derinleşmeyen çeşitli tiplemelerin bir araya geldiği bir sirk alanı gibi. Özellikle erken dönem filmleriyle karşılaştırdığımızda Anderson’un – biçimsel olarak kendi içinde anlamlı da olsa- kurduğu estetik dünyaya fazlaca sıkışmış olduğunu söylemek mümkün. Oyuncakların ve görsel üslubun hikâyenin önüne geçtiği, karakterlerle ve onların iç dünyasıyla olan bağlantısını gitgide yitirdiğini görüyoruz. Hikâyenin ve karakterlerin hareket alanını kısıtlayan bu biçimci yaklaşım, Anderson’un fazlaca kontrollü dünyasının çatlaklarından sızan beklenmedik duyguların da önünü tıkıyor.
Bir diğer nevi şahsına münhasır yönetmen Aki Kaurismäki’nin ana yarışmanın en beğenilen yapımları arasına giren yeni filmi Fallen Leaves (Kuolleet lehdet) ise, yarışmanın en “küçük”, sade ve sakin filmlerinden biri. Yönetmene has donuk oyunculuklar, ifade bulamayan duygular ve minimalist mizansen tasarımıyla yine hem çok eğlenceli hem de dokunaklı bir hikâye anlatıyor film. Güvencesiz işlerde çalışarak hayatta kalmayan çalışan bir adamla kadının arasındaki romantik ilişkiye odaklanan Fallen Leaves, temelinde iyi ve kötü tesadüflerle ilerleyen ve sürekli geciken bir aşkın izini süren, Kaurismäki üslubuyla çekilmiş minimalist bir “melodram”. Bolca romantik parçanın eşlik ettiği filmde yönetmen, melodram gibi duygunun abartılı ifadesi üzerine kurulu bir türü kendine has bir biçimde dönüştürüyor. Kaurismäki’nin “İşçi Sınıfı Üçlemesi”nin dördüncü bölümü olan filmin mizansen tasarımı ise pek çok farklı dönemi iç içe geçiren yarı analog bir ruha sahip. Eski bir radyodan Ukrayna’daki savaşla ilgili haberlerin duyulduğu, bu “sızıntılarla” filmin güvenli, kendi içine kapalı ve iyimser dünyasının sürekli olarak kırıldığı bir anlatı kuruyor Kaurismäki. Karakterlerinin güvencesiz, değişken ve sürekli sallantı halindeki dünyasını dünyadaki kriz haliyle iç içe; bu iki gerçekliği kimi zaman birbiriyle çarpıştırarak, kimi zaman da filmin yapıntı dünyasına dikkat çekerek anlatıyor.
The Pot au Feu
Vietnamlı yönetmen Tran Anh Hung’un Fransa’da çektiği dönem filmi The Pot au Feu ise, festivaldeki kişisel favorilerimden bir tanesi. Üst sınıftan bir gurme Dodin ve hem sevgilisi hem de aşçısı olan Eugénie arasındaki ilişkiye odaklanan film; yemekleri, tatları, dokuları ve kokuları odağına alan etkileyici bir sinematografiye ve görsel dile sahip. Dodin ile Eugénie arasındaki hem romantik hem de mesleki ilişkiyi ve sanatsal birlikteliği; şefkat, emek ve saygı üzerinden, en önemlisi de gündelik hayatın rutiniyle iç içe ele alışıyla oldukça sıradışı bir tarihi dram The Pot au Feu. Pek çok yemeğin en küçük ayrıntısına kadar, titizlikle ve tutkuyla hazırlandığı, hem şiirsel hem de bir o kadar da gerçekçi bir açılış sahnesiyle başlıyor. Yemekleri, tatları ve kokuları karakterlerinin arasındaki ilişkiyi tanımlamak, açmak ve bize kelimelerin ötesinde bir yerden seslenmek için kullanıyor. Gündelik hayatın ve yemek yapma eyleminin sakin ve tekrara dayalı ritmini yakalamaya çalışan yönetmen, sanki canlandırılmış bir Monet tablosunun içindeymişiz izlenimi veren mizansen tasarımı ve ışık kullanımıyla yoğun bir “yaşam duygusunun” peşinden gidiyor. Sert kesmelerden kaçınan kurgu tercihleri ve mekânı yumuşacık hareketlerle tarayan kamera, karakterlerin arasındaki şefkat üzerine kurulu ilişkiyi sinemanın diline çeviriyor sanki.
Nanni Moretti’nin yeni filmi A Brighter Tomorrow (Il sol dell’avvenire) ise, yönetmenin hem kendi sanatsal ve politik tercihleri üzerine kafa yorduğu, hem de değişen sinema üretim kültürüne eleştiriler yönettiği sarkastik bir komedi. Film, İtalyan Komünist Partisi’nin üyelerine odaklanan bir dönem filmi çekmek isteyen fakat bir türlü gereken finansal desteği bulamayan bir film yönetmeninin, Giovanni’nin hikâyesini anlatıyor. Moretti film boyunca günümüz popüler sinemasında hikâye anlatıcılığına ve sinemada şiddet temsillerine dair -yer yer eski moda kaçan bir tonda- söz üretiyor. Hem estetik hem de politik ideallerinin yitip gittiğini fark eden, kişisel ve toplumsal bir karamsarlığın içine saplanmış olan Giovanni’nin hikâyesi; Moretti’nin bir nevi sinemaya, dünyaya ve kendi sanatsal/politik kimliğine dair -yer yer fazla romantikleşen- bir umut tazeleme çabası niteliğinde.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Film Çalışmaları eğitiminin ardından Bahçeşehir Üniversitesi'nde Sinema-Televizyon yüksek lisansını bitirdi. Antwerp Üniversitesi ve Koç Üniversitesi’nde Film Çalışmaları ve Görsel Kültür üzerine doktora yaptı. Şu anda Kadir Has Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde doktora sonrası bursiyer olarak yer almakta ve yayın kurulunda yer aldığı Altyazı Sinema Dergisi'nde editör olarak çalışmaktadır. 2017'de sinema yazarı olarak Berlin ve Saraybosna Film Festivalleri'nin Talent Campus programlarına seçildi.