Şu An Okunan
IDFA 2018: Başkalarının Sessizliği ve Başka Sesler

IDFA 2018: Başkalarının Sessizliği ve Başka Sesler

Bu yıl 14-25 Kasım tarihleri arasında düzenlenen Amsterdam Belgesel Film Festivali’ne (IDFA) göçler, yabancı düşmanlığı, aşırı sağın yükselişi gibi günümüz dünyasının yakıcı meselelerine farklı açılardan bakan belgeseller damga vurdu.

“Eğer bunu intikam sayarsanız her türlü adalet arayışını intikam olarak görürsünüz.” Bu sözler Franco rejiminin hapishanelerinde işkence görmüş binlerce insandan birine, Chato Galante’ye ait. Franco’nun ölümünün ardından, İspanya parlamentosunda 1977’de onaylanan Af Yasası’yla, sadece politik mahkûmlar değil, kırk yıl süren cuntanın siyasetçileri, tetikçileri, işkencecileri de affedilir. ‘Ne olduysa oldu’, ‘geçmişin üzerine örtü serelim’, ‘beyaz bir sayfa açalım’, ‘intikamla hareket etmeyelim’ anlayışı İspanya’nın bütün resmî kurumlarınca benimsenir. Yönetmenliğini Almudena Carracedo ve Robert Bahar’ın yaptığı The Silence of Others (Başkalarının Sessizliği) bu ‘unutuş’ nakaratının İspanya’daki toplumsal hayatı nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. Af Yasası sebebiyle İspanya’da yargılanamayan işkencecilerin, mağdurların mücadelesi sayesinde Arjantin’de yargılanmasının gündeme gelişini ve 2012’den bugüne uzanan bu hukuki süreci takip eden filmin asıl gücü, sokakların dilini anlatıya katmasında saklı. Zira sokaklar anlatıyor her şeyi…

Chato Galante, Madrid’de her sabah işkencecisinin oturduğu evin bulunduğu sokaktan geçmek zorunda. Binlerce yoldaşını öldüren katillerin isimlerinin verildiği sokaklarda yürümek zorunda. The Silence of Others bugün adına ‘Aşırı Sağ’ denilen faşizmin yükselişinin, sıkça iddia edildiği üzere solun ve liberallerin politik doğruculuğundan kaynaklanmadığını, tam aksine o sokak isimlerinin yıllarca değiştirilmemesinden, faşistlerin ‘ülkemiz için iyi bir şey yaptık’ gururunu taşımalarına izin ve onay verilmesinden kaynaklandığını fısıldıyor aslında. İspanya’da adalet arayışına hukuki zemin tanınmazken, sokaklar, faşistlerin, işbirlikçi sermayedarların ve sömürgecilerin isimlerini yıllarca taşımaya devam ediyor.

Bugün Madrid’de Franco’yu ölüm yıldönümünde özgürce ananlar ellerinde gururla “Make Spain Great Again!” (İspanya’yı yeniden büyük yap!) pankartları taşıyabiliyorsa bu, biraz da tam kırk yıl tabelalarda kalan, önemli bir kısmı siyasi hayatlarına da devam eden o isimler sayesinde. Öldürme Eylemi’nden (The Act of Killing, 2012) bildiğimiz o ‘katil gururu’, sadece Endonezya gibi “Üçüncü Dünya” ülkelerine ait bir olgu değil, Avrupa’nın göbeğinde de yıllarca keyfi sürülmüş bir faşist ayrıcalığı. The Silence of Others deyim yerindeyse fazla öfkesiz, minimum provokatif, maksimum optimist bir belgesel olabilir ama intikamcılık argümanlarını bu şekilde boşa düşüren bir filmin bu sözü dolaşıma sokmasının da ayrı bir önemi var.

İspanya’da bu ‘unutmalıyız’ ideolojisi toplumsal hayatı o kadar ele geçirmiş ki, The Silence of Others’ın bir sahnesinde, anne babası katledilen insanlar dahi sokak isimlerinin olduğu gibi kalmasını savunabiliyor, “iyisiyle kötüsüyle bu bizim tarihimiz” diyebiliyor. Avrupa’da “olgunluk”, “barışçıllık” addedilebilecek (oysa bizzat milliyetçi unutma zorlamasının trajik bir ürünü olan) böylesi bir tavrın Güney Afrika’da ise esamisi okunmuyor. Adını, eşit, ücretsiz ve sömürgesizleştirilmiş bir eğitim için mücadele veren öğrenci hareketinin isminden alan Everything Must Fall’un sözünü aktardığı eylemcilerin sloganı “her şey yıkılmalı!”. Farklı siyasi söylemlere sahip olsalar da tüm sol grupları birleştiren nokta, Apartheid döneminden kalmış heykellerin ve yasaların yıkılmasının vaktinin çoktan geldiği. Rehad Desai’nin belgeseli, Apartheid’ın sona erdirildiği 1994’ten bu yana iktidarda bulunan African National Congress’in sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitliği anlamında herhangi bir yol kat etmediğini, Apartheid sonrası gözaltında ölenlerin sayısının öncesinden çok daha fazla olduğu gibi sarsıcı bilgiler eşliğinde gözler önüne seriyor. Çeşitli öğrenci liderleri, sol parti temsilcileri ve üniversite rektörleriyle yapılmış söyleşilere de sıkça başvuran filmin asıl gücü eylemleri aktarma biçiminde. Yer yer, eylemciler tarafından çekilmiş görüntülere de başvuran Desai, en sert polis şiddetinin gerçekleştiği anlarda inadına kapatılmayan ve eylemcilerin yanında duran kameraların merceğinden aktarıyor olayları. Toplumsal hareketlerle ilgili belgesellerde, eylem ânını ya belli karakterler üzerinden anlatma ya da kitlesel bir veriye indirgeme eğilimi var; Everything Must Fall konvansiyonel yapısına karşın bu eğilimden uzak. Polisin kapattığı bir caddeyi “yoldan geçmek de mi yasak!” diye bağırarak tek başına geçen bir eylemci, “1994’ten beri verdiğiniz hiçbir sözü tutmadınız” diyerek iktidara çatıyor ve hemen ardından polis tarafından yere yatırılıp sürükleniyor. Bir başka sahnede, kiliseye sığınan eylemcilere destek olan bir rahip içeri girmeye çalışan bir TOMA’nın önünde duruyor. Rahibin, plastik mermilerin isabet ettiği ağzından kanlar damlamakta. En ağır çatışmaların yaşandığı anlarda eylemciler arasında gerçekleşen tartışmaları da yansıtıyor Everything Must Fall. Özellikle de ağlayan bir eylemci ile “şimdi duyguların sırası değil, ya savaş ya da git buradan” diyen bir diğeri arasındaki tartışma, 2012’den bugüne uzanan işgal hareketlerinin temel meselelerinden birini olanca canlılığıyla aktarıyor.

Yine festivalin Frontlight bölümünde yer alan Beastmode, a Social Experiment ise Filipinler’de, uyuşturucu çetelerine karşı savaş başlatarak, tek bir günde torbacı olduğu söylenen onlarca insanı yargısız infazla öldüren Rodrigo Duterte iktidarının politikalarını eleştiriyor. Aslında, Manuel Ill Mesina ve Banuk Amante’nin birlikte yönettiği filmde az önce bahsettiğim durum var: Duterte’nin OHAL rejimine karşı sesini yükselten sosyalistlerin eylemlerini ‘kitlesel resimler’ olarak görüyoruz belgeselde. Ama filmin iki koldan işleyen provokatif anlatısını göz ardı etmek mümkün değil: Bir tarafta, Duterte iktidarının uyguladığı devlet şiddetiyle ilgili bir anlatı akmaktayken, diğer tarafta Filipinler’de ünlü bir aktör olan Baron Geisler’ın, yumruk yumruğa kavga ettiği viral videolar aracılığıyla sosyal medyada gündem olmasını izliyoruz. Hızlı kurgulanmış bir Hip Hop klibi havasında başlayan Beastmode zamanla şiddet erkiyle ilgili sözünü sakınmayan bir belgesele dönüşüyor. The Silence of Others ve Öldürme Eylemi’ndeki meselenin, devletlerin işlediği suçların üzerinin örtülmesinin Filipinler reel politikasındaki aktüel bir karşılığını buluyor film. Şiddet, Duterte iktidarı için meşru bir araç, bir eğlence olarak da meşru, sadece iş eylemcilere geldiğinde meşru olmaktan çıkıyor; karşı şiddete başvuran, kendini savunan terörist ilan ediliyor.

IDFA’daki belgeselleri izledikçe, bugün adına Aşırı Sağ denilen faşizmin sahiden de dünya çapında ortak bir retoriğe sahip olduğunu, sadece siyasi konsolidasyon taktiklerinin değil sosyal kampanyacılık dilinin de her yerde birbirine benzediğini görüyorsunuz. Nebojša Slijepčević’in Srbenka adlı belgeselinde, 90’ların başı Hırvatistan’ında on iki yaşındaki Aleksandra Zec adında bir Sırp’ın öldürülmesi üzerine oyun tasarlayan bir tiyatro ekibinin provalarını takip ediyor. Oyunun ilginç tarafı, sadece bu nefret cinayetini anlatmaması, aynı zamanda bugün Aleksandra Zec üzerine bir oyun oynamanın ne anlama geldiği üzerine de kafa yoran bir boyuta sahip olması. Bu sebeple belgeselde, Hırvatistan’daki milliyetçi basının bu oyunun oynanmasına nasıl tepki verdiğini de takip edebiliyoruz. Oyunun galasının yapıldığı gün, salonun önünde eylem yapan milliyetçiler, 90’larda öldürülen Hırvat çocukların fotoğraflarını ellerinde taşıyor ve oyunun yönetmeni “niye bu çocuklarla ilgili bir oyun oynamıyorsun?” diyerek suçluyorlar. Türkiye’den de çok iyi bildiğimiz bir retorik: Karşı tarafı eleştirmiyorsan bizi eleştirmeye de hakkın yok, bu ancak yurtdışı destekli bir kumpas olabilir. Seyircinin bakışını da anlatıya ustaca dahil eden Srbenka sadece bir tiyatro oyunun tasarlanışı üzerine değil milliyetçiliğin söylemsel besin kaynakları üzerine de güçlü bir belgesel.

Öte yandan, Tempelhof Havaalanı (Zentralflughafen THF), tıpkı Srbenka gibi kendi mikro anlatısının çok ötesine uzanan bir derinliğe sahip olabilecekmiş gibi görünürken, bunu yapamayan bir belgesel olarak karşımıza çıkıyor. Berlin’deki Tempelhof Havalimanı 1923’te açıldıktan sonra Adolf Hitler tarafından “dünyanın en büyük havalimanı” olacak şekilde genişletilmiş, 2008’deyse kapatılmış. Bugün aynı anda hem bir mülteci kampı hem de Berlin’de yaşayanlar için bir çeşit park-piknik mekânı olarak işlev görüyor. Belgesel, milli kalkınma düsturunca göklere çıkarılıp propaganda aracına çevrilen projelerin zamanla nasıl da hiçleştiğini gözler önüne seren müthiş bir açılış sekansına sahip olsa da, sonrasında tek bir mültecinin hayat hikâyesine odaklanmayı tercih ederek alegorik mahiyetini yitiriyor, yer yer oryantalist bir bakışa da savrulan hümanist (‘mülteciler de insan’, ‘savaştan önce onların da bir günlük hayatı vardı’ gibi malumun ilamı vurgular aracılığıyla) bir dil kuşanıyor.

Tempelhof Havaalanı’nın elverişli konusuna karşın bulamadığı ironik alegoriyi, usta belgeselci Nikolaus Geyrhalter Border Fence’te yakalamış. Uluslararası prömiyerini IDFA’da yapan film, Avusturya hükümetinin 2016’da göçmenlerin ülkeye girişini engellemek üzere İtalya sınırına çekmeyi planladığı çitlerin hikâyesini anlatıyor. Genelde filmlerinde röportaja yer vermeyen Geyrhalter, bu kez Brenner Pass adlı bölgedeki çiftçilerle, kafe sahipleriyle, emniyet görevlileriyle, gişe memurlarıyla, rahiplerle konuşuyor; söyleşi yaptığı her insanı da kendi çalışma ortamlarında işlerini icra ederken görüntülüyor. Bölge sakinlerinin bir kısmının söyleminde ciddi bir yabancı düşmanlığı kendini hissettirirken, bir kısmı da sınırların tümüyle açılmasının gerekliliğinden, Avrupa’nın göçmenleri kabul etmeyerek kendi kendini yok ettiğinden dem vuruyor. Geyrhalter’ın bakışının gücü, aynı bölgenin İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudiler ve muhalifler için de bir geçiş yeri olduğuna vurgu yapmasında yatıyor. Yönetmen böylelikle âdeta iki büyük savaş ve göç dönemi arasında bir bağ kurmuş oluyor. Geyrhalter’ın kamerası bir taraftan da sürekli restoranlardaki, kafelerdeki ve evlerdeki televizyon ekranlarında. Göçmen düşmanı siyasetçilerin uyandırdığı korkunun halk üzerinde yarattığı etkiyi bu çekimler aracılığıyla takip edebiliyoruz. Bazı röportajlarda, özellikle de ırkçı-gelenekçi bakışa sahip kişilerle yapılmış söyleşilerde Ulrich Seidl belgesellerini andırıyor Border Fence. Ancak esasında Geyrhalter’ın çok daha mesafeli ve deyim yerindeyse saygılı bir bakışı var, Seidl kadar sarkastik değil. Filmin Seidl belgesellerini andırmasının nedeni estetikten çok konunun kendine içkin absürdlüğüyle ilgili. Nihayetinde beklenen göç akımı gerçekleşmezken çit projesi de rafa kaldırılacak ve Brenner Pass sınır çitleri müthiş bir bütçe ve korku israfı olarak insanlık tarihinde ama daha çok Avrupa’nın tarihinde yerini alacak. “Göçmen krizi” konusunda daha keskin bir belge-sel ironi düşünmek zor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.