Şu An Okunan
IDFA 2022 İzlenimleri: Gözlerini Dikerek Değil Yan Yana Durarak

IDFA 2022 İzlenimleri: Gözlerini Dikerek Değil Yan Yana Durarak

Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali (IDFA), 9-20 Kasım arasında izleyiciyle buluştu. Festival bu sene eril ve heteronormatif bakışı kıran hikâyelere, farklı hikâye anlatma pratiklerine de yer açan zengin bir seçkiye sahipti.

Amsterdam Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde (IDFA) Uluslararası Yarışma’nın bu seneki ödül sahibi Lea Glob imzalı Apolonia, Apolonia (2022) oldu. Danimarkalı yönetmen Glob’un Paris’te bir yeraltı tiyatrosunda doğup büyüyen Apolonia adlı bir kadını yıllarca takip ettiği belgeselin tamamlanması 13 yıl sürüyor. Lea’nın 2009 yılında tanıştığı Apolonia’yı kamerasıyla takip etme arzusu, zamanla Lea ve Apolonia arasında başka türlü bir bağın aracı hâline geliyor. Tiyatrocu bir anne babanın bohem tiyatro dünyasına doğan ve orada büyüyen Apolonia, Beaux-Arts de Paris’de resim okumaya başlıyor, sonrasında ise genç bir kadın ressam olarak kendini var etmeye çalışıyor. Apolonia’nin büyüme ve bir ressam olarak kendini var etme mücadelesinin arka planında kültür sanat dünyasının patriyarkal ve neoliberal dinamikleri giriyor kadraja. Başka kadınlarla yolu kesiştikçe, bir kadın dayanışması hikâyesine de dönüşüyor film; sanki üç kadının birbirlerinin üzerlerinden eksik etmedikleri bakışları onları dış dünyaya karşı koruyan da bir şeye dönüşüyor, en azından bir süreliğine.

Apolonia Apolonia

Apolonia’nın hayatına giren ve onunla beraber tiyatroda yaşamaya başlayan Oksana Shachko, Femen’in kurucularından. Ülkesini terk etmek zorunda kalan aktivist sanatçı Oksana ile Apolonia, eninde sonunda birbirlerini koruyamayacak olsalar da, bu sığınakta bir süre birbirlerini iyileştirmeye çalışıyorlar. Yönetmen Glob ise uzunca bir süre kendisini kameranın arkasında konumlandırmaya özen gösteriyor. Ancak öyle bir an geliyor ki adeta kendisini de bu hikâyenin “yaralı” öznelerinden birisi olarak kameraya açmaya karar veriyor. Bu dönüşüm kararı, belgeselin öznesi ile kurduğu ilişkiyi de çok daha eşitlikçi bir hâle getiriyor. Apolonia, Oksana ve Lea’nın hayat hikâyeleri eninde sonunda kendi bedenlerini ve üretimlerini kullanarak patriyarkaya meydan okumalarının hikâyesi. Filmin asıl gücü ise, belgeselcinin öznesine aldığı/almadığı mesafede yatıyor. Kendi gözünden Apolonia’yı, Apolonia’nın gözünden Oksana’yı, Apolonia ile ilişkisinden doğru kendisine bakışını bir arada, yan yana tutmayı başaran belgesel, birine doğrultulmuş bir kameradan ziyade birisiyle yan yana durmanın o daha şefkatli görüş mesafesini açığa çıkarıyor.

Agnes Varda’nın çocuğuna bakması gerektiği için evden uzaklaşamadığı, bu sebeple de tüm filmi, ekipmanının kablosunun yettiği 90 metreyle sınırlayarak çektiği Daguerréotypes (1976) geliyor aklıma. Varda’nın kamerasının kablosu bir ‘göbek bağı’ olarak işliyordu. Lea Glob da kendi çocuğunu doğururken yaşadığı komplikasyonlar sebebiyle belki de yavaş yavaş başka bir ‘göbek bağı’nı, kamerayla olanını, kesmek zorunda kalıyor bir yanıyla. Bu noktada belgeseli sonlandırma kararını Apolonia ile beraber alıyorlar; biri artık bir lensin ardından bakmak diğeri o lensin önünde olmak istemediklerine karar verince, aralarındaki göbek bağını beraber kesiyorlar. 

Bedenin Üzerinde Taşınanlar

Bu ısrarlı yan yana duruş, karşısına geçip bakma değil de yan yana bakışma hâlinin, yönetmenle kamera önündeki özne arasında dinamiklerin karmaşıklığı, zorluğu ve olası gücünün bir diğer örneği ise Burcu Melekoğlu ve Vuslat Karan imzalı Blue ID idi. Festivalde, Seyirci Ödülü’nün sahibi olan Blue ID de, tıpkı Apolonia Apolonia gibi, piyasa hızının değil de meselenin hassasiyetinin ve özeninin gerektirdiği sürede tamamlanmış bir belgesel. On yıla yayılan bir sürecin anlatısı. Blue ID’nin giriştiği, ilk bakışta neredeyse imkânsız görünen bir iş: Hâli hazırda bakışlardan zarar görmüş birini o bakışlardan koruyarak ona bir temsil alanı açmak. ‘Kem gözlere inat’ kendi bakışını ortaya koyabilme, dönüp onlara geri bakabilme cesareti. Genel ahlakın, transfobi ile örülmüş bir kötücüllüğün, insanların hayatlarını magazinleştirmenin, hedef göstermenin meşru sayıldığı, yargı dağıtan bir kültürel iklimde kendi rızası dışında mahremi ihlal edilen birinin hayat hikâyesi. Türkiyeli seyircilerin tüm bu sebeplerden az çok aşina olduğu Rüzgar Erkoçlar’ın hikâyesi. Burcu Melekoğlu ve Vuslat Karan, Erkoçlar’ın yaşadığı süreci onun yanında, onunla beraber deneyimliyorlar. Ünlü bir dizi oyuncusu olduğu gerekçesiyle özel hayatı ihlal edilen Erkoçlar, cinsiyet olumlama sürecine gölge vuran bir toplumsal şiddet ortamında kendini var etmeye çalışırken, kamera onu yalnız bırakmıyor. Erkoçlar’a yaşatılanları izlemek, bir kez daha olanlara ‘içeriden’ tanık olmak seyirci için de kolay değil. Fakat iyileştirici, güçlendirici bir tarafı da var bu deneyimin. Rüzgar Erkoçlar’ın gücü ve dirayeti kadar kırılganlıkları da perdede güçlendirici bir anlatıya dönüşüyor. Yönetmenlerin öznelerinin taleplerine sadık kaldıkları, bu anlamda onun hikâyesini dikkat ve şefkatle ödünç alarak taşıdıkları, filmin her anında kendisini belli ediyor. Ona bakmıyor, onu kötücül bakışlardan kendi gözleriyle koruyor ve onu güçlendirici bir ‘son’a ellerinin üzerinde taşıyorlar. Mücadelenin gücüne, devamlılığına, çeşitliliğine dair ümitvar bir finalle sonlanıyor Blue ID.

Blue ID

İranlı oyuncu, yönetmen ve sanatçı Mania Akbari’nin İranlı kadınların sinemadaki temsilini kendi bedenini de ortaya koyarak odağına aldığı How Dare You Have Such a Rubbish Wish (Chetor jorata kardi in arezooie mozakhraf ra bekoni, 2022) adlı deneme filmi de yukarıda bahsettiğim örneklerdekine benzer bir söz ile açılıyor. Akbari, filmin başında yerleştirdiği alıntısında, ¨Bir film yapmıyorum, sizin bakışınıza gözlerimi dikiyorum” diyor ve İran sinemasının sessiz döneminden itibaren perdede istismar gören, eril bakışın nesnesi olarak çeşit çeşit hâliyle sömürülen kadınlardan bir montaj çıkarıyor ortaya. İran sinema tarihinden montajlanmış çok sayıda kadınlık hâllerine paralel olarak, Akbari’nin memelerinin üzerine işlenmekte olan çiçek dövmelerinin yapılışını izliyoruz. Akbari tüm kadınlar için, İranlı kadınların, kadın oyuncuların istismar tarihini bedenine kazımak için yaptırıyor adeta o çiçek dövmelerini; onları bedenine işlemeye karar veriyor. İranlı kadınların tüm dünyaya devrimci bir ısrar, inat ve inanç aşıladıkları bir dönemde, Akbari’nin filmi bir kez daha kadınların maruz kaldığı sömürünün herhangi bir siyasi rejimle kısıtlı olmadığını gözler önüne seriyor. Bu sömürüde sinemanın, kameranın bakışının oynadığı role ışık tutuyor.

Kaplumbağanın Gözü

Bu açıdan bambaşka bir biçimle; mecralararası ve doğrusal olmayan hikâye anlatma pratikleri ile en arkaik hâliyle hikâye anlatıcılığı geleneğinin unuttuğumuz sığınaklarını buluşturan Sister Sylvester imzalı The Eagle and the Tortoise festivalde başka türlü bir parıltı saçıyordu. Başka türlü bir ‘bakma’ hâli öneriyordu. Bir tür ‘canlı belgesel’ olarak nitelenen The Eagle and the Tortoise’u tür olarak nasıl tanımlamak doğru olur emin değilim. Bildiğim şey, bir yanıyla çağdaş bir mecralararasılığı kullanırken bir yanıyla da en saf hâliyle ‘hikâye anlatıcılığı’ denen şeyi (illa ki Walter Benjamin’i analım) iliklerimizde hissettiğimiz bir deneyim yarattığı. Sister Sylvester’in yazdığı metin, Efrîn Nowar tarafından tek tek el emeği ile hazırlanmış çizimlerle muazzam bir kitaba dönüştürülmüş. Bu kitap mekâna girdiğinizde sizi sandalyenizde bekliyor. Kitabın yanında bir adet de kafa feneri bulunmakta. Bruce Steinberg tarafından yine el emeği ile üretilmiş olan feneri başınıza takıp kitabı elinizde aldığınızda seyirci olarak size düşecek olanın ne olduğunu tam olarak bilmiyorsunuz. Karşınızda bir perde, bir yerde içinde gerçek bir kaplumbağa ve kimi objeler, çizimler, fotoğraflar olan bir tür akvaryum, diğer yanda ise elinde sazıyla bir müzisyen duruyor. Yavaş yavaş hikâye dünyası sizi sarmalarken, bir oda dolusu insanla beraber çok ağır, çok kasvetli bir hikâyenin sizi yavaş yavaş sarıp sarmaladığını hissediyorsunuz. Hikâye anlatmanın, bir sığınak olarak hikâyeciliğin, deneyim aktarımının, dünyanın ağırlığının ancak en geniş anlamıyla hikâyecilikle kaldırılabilir olduğunun deneyimi gibi bir karmaşık bir his bu. The Eagle and the Tortoise, Gezi’de ‘kırmızı fularlı kız’ olarak ismi duyulan, sonrasında Rakka’da hayatını kaybeden Ayşe Deniz Karacagil’in hikâyesini Sister Sylvester’in dünyasından anlatıyor. Sister Sylvester seyirciler arasında oturup bazen kendi ağzından kendisi okuyor metnini, bazen bizi elimizdeki kitapla baş başa bırakıyor. Bu bazen hep beraber onun sesinden, bazen kendi iç sesimizle takip ettiğimiz deneyim, bu git gelli hâlin kendisi bile, ortaklaşmaya ve yalnızlaşmaya dair zihnimizi açıyor. Kendi iç sesimizle birinin sesini duymak arasındaki farkı, ikisinin geçişliliğini, aynı anda hem tek başına ve hem bir arada olduğumuzu bize hatırlatıyor. 

The Eagle and The Tortoise

Onur Karaoğlu’nun kamerasıyla kaplumbağanın yapay coğrafyasında hikâyeye dair kimi çizimler, resimler, objeleri canlı bir performans olarak sergilerken; Ozan Aksoy sazıyla sesiyle anlatıya eşlik ediyor. Performans sonrasında öğreniyoruz ki, ortam sesleri de hepimizin mekânda ortaya çıkardığı hareket ve seslerin bir müzik aleti aracılığıyla amplifiye edildiği seslerden oluşuyormuş. Yani hepimiz farkında olmadan bu performansın sesine ses katmışız izleyiciler olarak. İç sesimiz, anlatıcının sesi, ortamın sesi ve müziğin gücü, hikâyenin ağırlığını reddetmeden üzerimizde taşımamıza yarıyor gibi. Bir tür efsunlu hikâye anlatıcılığı deneyimi demek en doğrusu olur buna belki de. 

IDFA programından bana geriye kalanların, kendi hikâyelerini de dahil ederek başkalarının hikâyelerini üzerlerinde taşımaya karar verenlerin; eril, heteronormatif bakışı bir kenara itebilenlerin hikâyelerinin olması bir tesadüf olmasa gerek. Kendi bedenlerinde, kendi hikâyelerinde başkalarının hikâyelerini taşıyabilenlerin gücü bir şekilde birbirleriyle de konuşarak çoğalıyor çünkü. 

Son olarak bu seçkiye, festivalde jüri üyesi olan, retrospektifi yapılan ve sinema tarihinden kendi seçtiği on belgeseli de sunan, onur konuğu Laura Poitras’ın varlığını eklemek gerek. Seçtiği filmlerin ardından yönetmenlerle gerçekleştirdiği söyleşilerden, Risk Altındaki Sinemacılar panelinde tüm dünyanın tuzağına düştüğü ‘Amerikan ayrıcalığı’ mitini kırmak için başına gelen belaları hızlıca anlatıp geçerek dünyanın dört bir yanında hapiste ya da risk altında olan sinemacıların durumlarıyla ilgili ne yapılabileceğine dair sohbetteki samimiyetine, Çiğdem Mater’in hapse atılma sebebi olan ‘çekmediği belgesel’in afişini canı gönülden tutuşuna, bir festivalde oradalığı bu kadar işlev kazanan bir ‘büyük sinemacı’ ile karşılaşmamıştım daha önce. Bu da festivalin politikaları kadar, bu ‘bir aradalık’ hissini pek çok kadınının ne kadar zahmetsizce üzerlerinde taşıyabildiklerinin, dayanışma pratiklerinin bir göstergesi belki de. 


© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.