Şu An Okunan
IDFA 2022 İzlenimleri: ‘Afişler, Çav Bella, Gezi, Güzellik ve Kan Gölü’

IDFA 2022 İzlenimleri: ‘Afişler, Çav Bella, Gezi, Güzellik ve Kan Gölü’

IDFA 2022

Amsterdam Belgesel Film Festivali (IDFA) bu yıl 35. kez düzenlendi. Çiğdem Mater ve Gezi tutsaklarının yüksek sesle anıldığı festivalde afiş taşıyan ellerden kamera taşıyan ellere, müze ve sanat kurumlarının sermayeyle ilişkisinden dağlarda doğan Çav Bella’nın hikâyesine uzanıldı.

Laura Poitras elinde bir afiş taşıyor. Üzerinde “çekilmemiş bir film” yazmakta. Çiğdem Mater’in Gezi Direnişi ile ilgili çekmeyi düşünüp çekmediği filme bir atıf. Çiğdem’in Türkiye’den sinemacı arkadaşları olarak, 18 yıl hapis cezasına mal olan bu garip suçlamayı bir afişe çevirmişiz. Çekilmeyen filmlerin de afişi olabilir ne de olsa. Türkiye’nin talimatlarla hareket eden adalet sisteminde hukuksuzluğun ulaştığı boyutları, Amsterdam Belgesel Film Festivali’nde dünyanın dört bir yanından gelen belgeselcilere duyurmanın bir yolu bu bizim için. 

Bir gün sonra, Amsterdam Goethe Enstitüsü’nde Çiğdem’in yapımcılığını yaptığı, Adrian Figueroa’nın yönettiği Silivri’den Mektuplar (2019) ve Dear Osman (2022) adlı kısa filmleri, yönetmenin katılımıyla göstereceğiz. 35. Amsterdam Belgesel Film Festivali (IDFA) boyunca, dünyanın farklı yerlerinde hapsedilen sinemacıların rozetleri dağıtıldı Risk Altındaki Sinemacılarla Uluslararası Dayanışma Koalisyonu (ICFR) tarafından. Bu sinemacılardan Cafer Panahi’nin Bu Bir Film Değil’i (In Film Nist, 2011) festivalin onur konuğu Laura Poitras tarafından hazırlanan 10 filmlik seçkide gösterildi. Biz de, Çiğdem’e ve tüm Gezi tutsaklarına yaşatılan haksızlığa dikkat çekmek için, IDFA sırasında Çiğdem’in yaptığı iki kısa filmin gösterimini gerçekleştirdik. Hapis olgusu üzerine videolar yapan Figueroa’nın Osman Kavala’ya ithaf ettiği bu filmlerden biri Kavala’nın dostlarına yolladığı mektuplardan, diğeri dostlarının cezaevine gönderdiği mektuplardan hareket ediyor. 16 Kasım’da yapılan bu gösterimde perdeye yansıyan imajlar, zorbalığın zaman çizelgesini ortaya koyuyor: Kavala 2017’de hapsedildi, Çiğdem 2019’da Figueroa ile Kavala için Silivri’den Mektuplar’ı yaptı, Dear Osman ise Çiğdem Hamburg’dayken, onun İstanbul’daki ofisinde çekildi. Bu filmde mektup okurkenki sesini işittiğimiz Çiğdem de şimdi cezaevinde, mektup alıyor ve gönderiyor…

IDFA 2022
Amsterdam Goethe Enstitüsü’nde Gezi tutsakları için yapılan gösterimin masa üstü: Cezaevindeki sinemacılara destek için etiket ve broşürler.

Mektuplarından birini de IDFA’nın takipçilerine ithafen yazdı Çiğdem. Laura Poitras’ın “çekilmemiş bir film” afişini taşıdığı Risk Altındaki Sinemacılar panelinde de, Figueroa’nın filmlerinin gösteriminde de okundu bu mektup. Çiğdem, “bir film çekmeyi düşünmekten” ötürü hapsedilmesinin bugünün dünyasında çok da şaşılacak bir şey olmadığını hatırlatıyordu mektubunda. Poitras da kuşkusuz sadece Çiğdem’in özgürlüğü için değil, bir diğer Gezi tutsağı sinemacı/reklamcı Mine Özerden için, Erhan Örs için,1 Mostafa Al-Ahmad, Mohammad Rosoulof ve Cafer Panahi için,2 Ma Aeint ve Toru Kubota için,3 Nik Yousefi ve Mojgan Ilanlu için,4 Mina Keshavarz ve Firouzeh Khosravani için,5 muhafazakâr sağ ismiyle örgütlenmiş faşist yönetimlerin soruşturduğu, hapsettiği tüm sinemacılar için bu afişi taşıdı. Kendisi de devlet baskısına maruz kalmış bir sinemacı. Panelde ABD’nin Irak işgali sırasında yasak bölgede kamerasıyla görüntülendiği için NSA’nın (Ulusal Güvenlik Dairesi) “terörist izleme listesi”ne nasıl dâhil edildiğini anlatıyor, gururla. İfade özgürlüğü ihlalleri mevzu bahis olduğunda ABD’yi diğer ulus devletlerden ayrı tutmanın (American exceptionalism) ne kadar büyük bir yanılgı olduğundan bahsediyor. ABD hükümeti tarafından potansiyel terörist sayılması, Poitras’ı NSA’dan ayrılıp kurumun devasa kişilik hakkı ihlallerini ifşa eden Edward Snowden’la ilgili bir belgesel çekmekten, Citizenfour’u (2014) yapmaktan alıkoyamayacak.

IDFA 2022
Bella Ciao

Bir belgesel festivalindeyiz, dolayısıyla Gezi Direnişi beklemediğimiz anlarda perdeye yansıyabiliyor. Burcu Melekoglu ve Vuslat Karan’ın, trans erkek Rüzgar Erkoçlar’ın hikâyesini on yıllık bir süreçte tutkuyla takip ettikleri, festivalde Seyirci Ödülü’nü alan Blue ID’si, Gezi zamanının Onur Yürüyüşü’nün sloganını yankılıyor: “Nerdesin Aşkım? Burdayım Aşkım”.  Çav Bella şarkısının coğrafyalar ötesi tılsımını ele alan Bella Ciao belgeselinde ise, Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’nın önüne taşınmış bir piyano görüyoruz… Davide Martello, Çav Bella’yı çalıyor, kitle Türkçe sözleriyle eşlik ediyor. Salondaki seyircinin büyük çoğunluğu, Türkiye tarihinin bu en büyük halk ayaklanmasının nasıl da Cumhur İttifakı tarafından kriminal bir vakaya çevrildiğinden bihaber belki de. Ağırlaştırılmış müebbet, 18 yıllık hapis cezaları… Perdedeki o özgürlük imajının ardında yaşananları bilen, arkadaşları hapsedilmiş bizlerin aklından ise “filmi durdurun da anlatalım neler olduğunu” diye bağırmak geçiyor. Giulia Giapponesi imzalı Bella Ciao isimli bu belgeselin “Cami hoparlörlerinden Çav Bella” vakasından beraat eden CHP’li Banu Özdemir ile gözünü Rojava’ya çevirmiş bir Kürt kadını aynı özgürlük şemsiyesi altında buluşturacak kadar vurdumduymaz bir yapıya sahip olması da bu hissimizi kuvvetlendiriyor kuşkusuz. Bu işte bir yanlışlık var, Mussolini’ye karşı anti-faşist direnişin sesi olarak dağlarda doğan bu şarkının belgeseli, La casa de papel’le “ünlendiği” için değil, faşizme karşı yankılanmayı sürdürdüğü için çekilmeliydi. Uğradığı coğrafyalardaki mücadelelerden daha fazla söz etmeliydi. 

Sanat Yetmez

Bella Ciao, bir direniş şarkısının izinden giderken ne kadar çelişkilerden arındırılmış depolitize bir resim çiziyorsa, Laura Poitras da fotoğrafçı Nan Goldin’in hayatına baktığı All the Beauty and the Bloodshed’de o denli politik bir resim çiziyor. Poitras’ın Venedik’te Altın Aslan alan yeni belgeseli sanat dünyası ile eylem dünyası arasındaki, müze duvarlarındaki yapıtlar ile deneyimler arasındaki çelişkileri ayıklayarak değil, tam aksine bu çelişkileri görünür kılarak, deyim yerindeyse gözlerinin içine bakarak ilerliyor. Nan Goldin’in hayatına bakarken sanat ile direniş, müzeler ile ilaç endüstrisi, yeraltı ve yerüstü arasında gidip gelen, uçurumlara, ayrışmalara bakmaktan korkmayan, adı ile müsemma, “güzellik ile kan gölü”nü aynı resme sığdıran bir belgesel bu.

Nan Goldin’in boğucu Amerikan banliyölerinde başlayan, kız kardeşini erken yaşta kaybetmesi ile sarsıntıya uğrayan hayatı, 70’lerin sonundan itibaren New York’un yeraltı sanat dünyasına uzanıyor. John Waters filmlerinden bildiğimiz Cookie Mueller ve çevresindeki sanatçılarla geliştirdiği komünite hayatından striptiz kulüplerinde dansçılığa, seks işçiliğine, AIDS ilaçları için verilen mücadeleye ve dünyanın en prestijli müzelerinde işleri sergilenen bir fotoğrafçı olmaya kadar genişleyen bu hayat serüveninde, sanat ile direnişi, düşkünlük ile başarıyı birbirinden ayırt etmek hiç de kolay değil. Poitras’ın da tüm bunları iç içe kurgulama yönündeki tavrı, All the Beauty and the Bloodshed’i klasik bir kendini gerçekleştirme hikâyesi olmaktan uzaklaştırıyor. 

Goldin, 60’lı yaşlarında, opioid özlü Oxycontin adlı ağrı kesiciye bağımlı oluyor ve ağır bir rehabilitasyon süreciyle bağımlılığının üstesinden gelebiliyor. Ama onun kadar şanslı olmayan yüz binlerce insan var. Opioid maddeleriyle üretilmiş ilaçların yarattığı bağımlılık sonucu bugüne kadar yüz binlerce insan aşırı dozdan hayatını kaybetmiş; ölüm rakamları COVID-19 pandemisi sırasında doruğa çıkmış. Kendisi de bu süreçten geçerek hayatta kalan Nan Goldin, Oxycontin ilacını yanlış bilgilerle pazarlayarak yüz binlerce insanın ölümüne neden olan Sackler ailesine karşı yürütülen mücadelenin bir parçası oluyor. Goldin’in kurucularından biri olduğu P.A.I.N. (A.C.I.) adlı aktivist grup için bu savaştaki en kritik cephe, belki hukuktan da kritik olanı, sanat cephesi. Yani Nan Goldin’in bir fotoğraf sanatçısı olarak isminin geçer akçe olduğu alanlar. Müzeler… Zira Sackler gibi kapitalist aileler tüm prestijlerini sanattan kazanıyorlar. 

IDFA 2022, All the Beauty and the Bloodshed
All the Beauty and the Bloodshed

Camla kaplı Van Gogh resimlerine çorba atılmasından çok mu rahatsız oldunuz? All the Beauty and the Bloodshed’i izleyin. Poitras’ın belgeseli, iklim, doğa ya da insan yaşamı tanımaksızın aile servetine servet ekleyen dev şirketlerin nasıl da “sanata destek”le suçlarını gizlediklerini on yıllara uzanan bir anlatıyla önünüze seriyor. Sanat kurumlarının suçu bu şirketlerle işbirliği yapmak. Belgeselden öğreniyoruz ki Guggenheim, Metropolitan, Londra Birleşik Krallık Müzesi, aklınıza gelebilecek tüm büyük müzelerin bir “Sackler köşesi” var. Nan Goldin ve arkadaşları, bu müzelere Sackler ailesinden para almamaları ve Sackler ismini müze duvarlarından indirmeleri yönünde baskı yapıyorlar. Ancak bu şekilde, Sackler ismi ve Purdue Pharma şirketi etrafındaki sanatsal prestij halesini yok ederek hukuk mücadelesinin kazanılabileceğinin farkındalar. 

Fakat yanlış anlaşılmasın, All the Beauty and the Bloodshed, bir ‘sanat dünyasının görkeminden yabancılaşan sanatçının kendini eylemlere adaması, hayatın anlamını aktivizmde bulması’ belgeseli de değil. Nan Goldin’in New York’un yeraltı dünyasının insanlarını fotoğraflayan o elleriyle, yarım milyon insanın aşırı dozdan ölümüne neden olan ağrı kesicileri üreten Sackler ailesine açtığı savaşta pankart taşıyan elleri aynı eller. Eylem denilen şey, hayattaki bir aydınlanma, bir aşama, bir kendini gerçekleştirme ânı değil. Sanattan geriye kalan zamanlarda girişilen bir “aktivist çalışma” değil. Hayatın tümüne yayılıyor eylem, bazen az bazen çok parçası olabiliyorsunuz, ama her zaman kolektif varoluş için, kolektif varoluşu mümkün kılmak için eyliyorsunuz. Poitras filmini belki bu yüzden, ACT UP’ın “Yok Oluşumuza Karşı” (Against Our Vanishing) sloganıyla sonlandırıyor. ACT UP’ın “Ortada 42 Bin Ölü Varken Sanat Yetmez, AIDS Krizini Bitirmek İçin Kolektif Doğrudan Harekete Geçin” yazan pankartlarıyla Goldin ve arkadaşlarının müzelerin sermayesine karşı giriştikleri mücadele arasında bir bağ kuruyor. Poitras’ın belgeseli, hem konvansiyonel bir anlatı olarak hem estetik bir müdahale olarak anlam bulabiliyor, hem de bir slogan kadar kalabalık ve yüksek volümlü işitiliyor: Fırlatılsın o zaman çorbalar, yapıştırılsın eller müze duvarlarına, yıkılsın zenginlerin isminin yazdığı tabelalar; insansız, dünyasız sanatın bir değerinin olmadığı anlaşılana dek.

Müze Duvarlarında Beyaz Taşaklar

IDFA’nın bu yılki edisyonunda müzeleri konu alan bir başka film: White Balls on Walls. Tıpkı ACT UP’ın 80’lerdeki sanat dünyasını hedef alan eylemlerini hatırlatan All the Beauty and the Bloodshed gibi Hollandalı yönetmen Sarah Vos’un bu belgeseli de 25 yıl kadar önce yapılmış bir eyleme geri dönüş yaparak kuruyor anlatısını. Amsterdam’ın en büyük ve prestijli müzelerinden Stedelijk’in önünde Guerilla Girls kolektifinin üyelerinden biri elinde bir pankart taşıyor, üzerinde “Duvarlarda Beyaz Taşaklar” yazmakta. Müzelerin beyaz sanatçılara ağırlık veren yapısını muzipçe eleştiren bir pankart. Pek de ses getirmeyen, Google’da arattığınızda dahi hakkında pek sonuç bulamayacağınız bu eylemin fotoğrafıyla karşılaşmaları, Stedelijk Müzesi’nin duvarlarını daha “kapsayıcı” hâle getirmeye çalışan küratörleri şaşırtıyor. Aradan 25 yıl geçmiş ve onlar daha yeni beyaz egemenliğini dert edinmeye başlamış. White Balls on Walls her şeyden öte komik bir belgesel. “Politik doğruculuk”, “wokism” gibi lafların esasında nasıl da sanat ortamlarındaki beyaz erkek egemenliğini muhafaza etmek için üretilmiş yaftalar olduğunu ayan beyan ortaya koyan bir mizahı var. Ama All the Beauty and the Bloodshed kadar sanat-sermaye ilişkisine girmediğini, işin bu tarafını büyük oranda es geçtiğini de belirtmek gerek. 

IDFA 2022
White Balls on Walls

Afiş taşıyan eller, fotoğraf çeken, kamera tutan eller… Eylemlerin işaret ettiği eşitsizlikleri on yıllar sonra, zorunda kaldıkları için ancak görebilen müzeler… Eli kanlı sermayeyle işbirliği içinde sanat kurumları… Bu yılki IDFA’da iyi kötü bu konularda söz üreten çokça film vardı. Festivalde En İyi Belgesel ödülünü alan Apolina, Apolina’yı da not düşmeli; aynı adlı genç kadın ressamın erkek hocalarla çevrili dünyasına video günce tarzında bakan film, aynı zamanda adı sanı duyulmamış sanatçılara yazılmış bir şiir olarak da görülebilir. Bu filmin içinden de bir eylemci gelip geçiyor, 2018 yılında hayata veda eden, Ukraynalı feminist kolektif Femen’in kurucularından Oksana Shachko. Sanat ile eylem… Tepedekiler kadar sanat kurumlarını yönetenler de bunları birbirinden ayırma, kompartımanlara yerleştirme gayretindeler. Neyse ki Laura Poitras gibi sinemacılar var, afiş tutan ve kamera tutan ellerimiz aynı eller diyen.


NOTLAR
[1] Haziran 2022’de yaptığı bir belgesel kurgusu delil gösterilerek Türkiye’de gözaltına alındı, tutuklu yargılanıyor.
[2] Al-Ahmad, Rosoulof ve Panahi, İran’ın Abadan şehrinde çöken binayla ilgili yaptıkları sosyal medya paylaşımları nedeniyle Mayıs 2022’de tutuklandılar.
[3] Myanmar’da yapımcı Ma Aeint, cunta ile ilgili “yalan haber” yapmaktan üç yıl hapis cezası aldı; Japon belgeselci/gazeteci Toru Kubota ise ülkenin göçmenlik yasalarını çiğnemekten toplamda 10 yıl hapse mahkûm edildi.
[4] Yousefi ve Ilanlu, Mahsa Jina Amini cinayeti sonrası İran’da yapılan eylemlere destek videoları paylaştıkları için Ekim 2022’de tutuklandılar.
[5] Mina Keshavarz ve Firouzeh Khosravani, İran’ın güncel feminist sinemasının iki önemli belgeselcisi, Mayıs 2022’de ev baskınıyla gözaltına alınıp serbest bırakıldılar. Altı ay yurtdışı yasağı getirilen bu iki isimden Khosravani, Radiography of a Family (2020) filmiyle iki yıl önce IDFA’da En İyi Belgesel ödülünü almıştı.

IDFA bu yıl 9-20 Kasım tarihleri arasında düzenlendi. Detaylı bilgi edinmek için festivalin internet sitesi ziyaret edilebilir.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.