Şu An Okunan
Venedik Günlükleri 2022 #6: Blonde, No Bears, Beyond the Wall, To The North, Trenque Lauquen

Venedik Günlükleri 2022 #6: Blonde, No Bears, Beyond the Wall, To The North, Trenque Lauquen

blonde

Venedik Film Festivali’nin tarihleri Telluride ve Toronto gibi iki önemli festivalle çakıştığı için çoğu sene programın en iddialı filmleri ilk günlerde gösterilir ve hem uluslararası basının hem de film ekiplerinin festival bitmeden Venedik’ten ayrılabileceği hesaba katılırdı. Fakat bu yıl durum oldukça farklı; Altın Aslan yarışının son günlerinde bile Andrew Dominik ve Jafar Panahi’nin merakla beklenen yüksek profilli filmleri izleyici karşısına çıktı.

Gösterilmeden önce Amerika’da filmlere verilen en ağır yaş sınırlaması olan NC-17’ye maruz bırakılarak gündem olan Blonde, Netflix yapımı tartışmalı bir Marilyn Monroe biyografisi. Süresi üç saate yaklaşan film, yakın zamanda Pablo Larraín imzalı örneklerini gördüğümüz revizyonist biyografi yaklaşımını Marilyn’in bütün yaşamını özetleyen daha klasik bir anlatıyla birleştiriyor. Bir yanda karakterin psikolojik durumunu yansıtan, rüyalar ve anılar arasında dolanan, biçimsel açıdan son derece oyuncaklı bir sinema dili söz konusu. Diğer yandan çocukluk travmalarından ölüme kadar uzanan bir süreci kapsayan, Marilyn’in özel yaşamındaki bütün dönüm noktalarını perdeye taşıyan, episodik bir biyografi şablonu var karşımızda. Blonde kimi bölümlerinde gerçekten Marilyn’in iç dünyasını ve bilinmeyen yönlerini etkileyici şekilde ele alıyor, fakat yönetmen Andrew Dominik’in görsel-işitsel her yolu denemeye fazlasıyla hevesli üslubu, filmin diğer kısımlarında yorucu hale geliyor. Film sürekli siyah-beyaz ve renkli bölümler arasında mekik dokuyor, sıklıkla dış sese başvuruyor, müzikleri ve kurgusuyla rüyavari bir etki yaratmaya çalışıyor. Çoğu sahne Marilyn’in sıkışmışlığını yansıtan 4:3 formatında çekilse de filmin formatı defalarca değişiyor. Tüm bu denemeler, aslında yaratıcı fikirlerle dolu olan filmi bir nebze dağınık bir seyirliğe dönüştürüyor. 

Dominik’in Marilyn portresi iki temel eksen etrafında dönüyor. Birincisi çocukluğunda babasının bir fotoğrafını gören (akli dengesini yitiren annesinin gösterdiği, belki de yalnızca bir yabancıya ait olan bir fotoğraf) ama babasını hiç tanımayan Marilyn’in hayat boyu yaşadığı aile travması. Babasının eksikliği Marilyn’in hayatındaki bütün erkeklerle ilişkilerini etkiliyor, oynadığı karakterlere ve verdiği tüm kararlara yansıyor. Bu Freudyen boyutun ötesinde film, gerçek Norma Jeane ve onun perdede yarattığı Marilyn imgesini birbirinden ayrıştırmaya çalışıyor. Dominik’in ikinci önemli argümanı Marilyn’in yalnızca bir “kariyerden” ibaret olması, Norma Jeane tarafından dahi gerçek bir insan olarak görülmemesi. Hatta Norma Jeane’in Marilyn kimliğine büründüğü zamanlarda kendini tanıyamadığı, ortaya çıkan kadını anlayamadığı bile oluyor. Bu açıdan Blonde belli bir ilginçlik taşıyor, fakat ne yazık ki kısa bölümlerde karşımıza çıkıp ortadan kaybolan Arthur Miller, Charlie Chaplin Jr., John F. Kennedy (filmin en sansasyonel bölümü Kennedy’nin kısaca göründüğü sahne olacaktır muhtemelen) gibi isimler derinlikten yoksun. Sinema tarihine meraklı sinefiller de Erkekler Sarışını Sever (Gentlemen Prefer Blondes, 1953), The Seven-Year Itch (1955) ve Bazıları Sıcak Sever (Some Like it Hot, 1959) gibi Marilyn klasiklerinin çabucak, hatta bir bakıma saygısızca geçiştirilmesine kızabilirler.

Blonde’un en önemli kozu karakterin kırılganlığını ve kafa karışıklığını çok iyi yansıtan Ana de Armas’ın dikkat çekici performansı. Kendi adıma Marilyn Monroe gibi çok yönlü bir ismin yalnızca trajik bir figür, travmatik deneyimlerin güçsüz hale getirdiği zayıf bir kadın olarak çizilmesini sorunlu buldum. Blonde popüler kültür tarihinin en önemli ikonlarından birini tek boyutlu bir kurbana indirgiyor ne yazık ki. Ama senaryo kaynaklı bu tarz problemlere rağmen Ana de Armas’ın zorlu bir rolün altından başarıyla kalktığını belirtmek lazım. 

No Bears

Son gün bir anda önemli favoriler arasında katılan No Bears, 2000 yılında Daire (Dayereh) filmiyle Altın Aslan kazanan Jafar Panahi’nin uzun bir aradan sonra Venedik seçkisine dönüşü niteliğinde. Fakat maalesef geçtiğimiz günlerde İran’da tutuklanan yönetmenin, yeni filmiyle birlikte festivale bizzat katılması mümkün olmadı. Panahi’nin başrolü de üstlendiği film Türkiye’de başlıyor ve iki ayrı koldan ilerliyor. Türkiye’de geçen bölümler sahte pasaportlarla Türkiye üzerinden Avrupa’ya göçmeye çalışan bir çift hakkında. Çok geçmeden bu sahnelerin Panahi’nin yönettiği film-içinde-filme ait olduğunu, ama İran’dan çıkamayan yönetmenin sınır bölgesindeki küçük bir köyden çekimleri takip ettiğini anlıyoruz. Filmin en oyunbaz yönü Panahi’nin kendi deneyimleriyle bu kaçak göçmenlik öyküsü arasında paralellik kurması. Çünkü yönetmenin de aynı filmindeki karakterler gibi yasadışı bir şekilde sınırı geçmesi olası. Her ne kadar Panahi yalnızca çekim mekânına yakın olmak için köye geldiğini söylese de, sinemacının Tahran yerine doğru düzgün internet bağlantısı bile olmayan bir sınır köyünde bulunması, İran’dan kaçma ihtimalini akla getiriyor. Hatta filmin başlarındaki bir sahnede Panahi gece gizli bir yoldan sınır çizgisine kadar geliyor ama sonunda İran’dan ayrılmamayı seçiyor. Filmin ismi de bu tercih bağlamında son derece önemli; çevrede ayılar görüldüğü için insanların kullanmaya çekindiği ıssız bir köy yolu söz konusu ama bir karakter aslında etrafta hiç ayı olmadığını söylüyor ve ekliyor, “Korkma, korkularımız sadece başkalarını güçlendirir!”

Panahi’nin kaldığı köyün sakinleriyle yaşadığı sorunlar, özellikle de yönetmenin çektiği bir fotoğrafın genç bir çiftin başını derde sokması filmde geniş yer tutuyor. Bu köy portresi başta hümanist ve mizahi bir etmen olarak kullanılsa da No Bears giderek daha karanlık ve umutsuz hale geliyor. Yönetmenin gerçek hayattaki tutsaklığı ve yasal mücadelesi düşünüldüğünde, filmin aşılamayan sınırlara ve Panahi’nin film üretme sürecinde yaşadığı zorluklara vurgu yapması farklı bir anlam kazanıyor. No Bears, son dönemdeki diğer Panahi filmlerine oldukça benzeyen, belli ölçüde tekrar hissi yaratan bir film. Çoğu izleyici için sorun teşkil etmese de Türkiye bölümlerinin pek ikna edici olmadığını, çünkü İran sınırında geçtiği söylenen sahnelerin İstanbul’u fazlasıyla andıran mekânlarda çekildiğini (mesela bütün arabaların 34 plakalı olduğunu) ekleyelim. Fakat bu küçük pürüzlere rağmen filmin politik önemi ve yönetmenin çok katmanlı bir anlatı yapısının altından kalkma konusundaki ustalığı yadsınamaz. 

Beyond The Wall

Ana yarışmadaki ikinci İran yapımı Beyond The Wall, basın gösteriminde en çok alkış toplayan filmlerden biri oldu. Daha önceki eserleriyle Ufuklar bölümünde ödüller kazanan Vahid Jalilvand’ı Altın Aslan yarışına terfi ettiren film, adından da anlaşılacağı üzere sembolik bir tutsaklık öyküsü anlatıyor ve bu açıdan Panahi’nin durumuna dolaylı olarak atıfta bulunuyor. Çok gergin bir intihar sahnesiyle başlayan Beyond The Wall, sürekli izleyiciyi ters köşeye yatıran bir yap-boz gibi kurulmuş. Bu yüzden hikayenin sürprizlerini açık etmek doğru olmaz, fakat Jalilvand’ın özellikle bir fabrikanın dışında maaş alamayan işçilerin yaptığı eylemi gösteren bölümlerde ve farklı versiyonlarını izlediğimiz trafik kazası sahnesinde sarsıcı bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Artık yalnızca ışığı seçebilen görme engelli bir adamı ve polisten kaçıp saklandığı binada adamın dairesine giren genç bir kadını takip eden hikâye, hem büyük kısmı tek mekanda geçen diken üstü bir gerilim, hem de masum insanları sebepsiz yere tutsak eden baskıcı sistem üzerine bir alegori olarak dikkate değer. Jalilvand yıkık dökük haldeki eski bir apartman dairesinde az sayıda karakter arasında vuku bulan olayları dinamik bir üslupla görselleştirmeyi başarıyor. Yalnızca haklarını arayan, birbirlerine yardımcı olmaya çalışan sıradan insanların çeşitli kişi ve kurumlarca (polis gücü, genel olarak devlet, işverenler, komşular) sömürülmesi de filme politik bir katman ekliyor. Üstelik söz konusu olan yalnızca fiziksel bir zulüm ve hapis hali değil, iki ana karakter de kendi zihinlerine, endişe ve korkularına hapsolmuş durumdalar aynı zamanda. Zaman akışında defalarca ileri-geri giden, olay örgüsü ilk bakışta tuhaf görünebilecek tesadüfler içeren, mat renklerle dolu görsel dokusu boğucu bulunabilecek olan Beyond The Wall, belki izleyiciden bir nebze emek talep ediyor. Fakat derdini pek açığa vurmayan, kimi izleyicilere fazla opak gelebilecek bu film, bana kalırsa Altın Aslan’ın en benzersiz ve cesur adaylarından biri. 

To The North

23 filmin birden bulunduğu ana yarışmanın sıradışı ölçüde kalabalık olması yan bölümlerdeki filmlerin biraz gölgede kalmasına sebep oldu. Ama Ufuklar bölümünde özellikle bir kargo gemisine kaçak olarak binen iki göçmen ve göçmenlere ne yapacakları konusunda fikir ayrılığına düşen mürettebat hakkındaki gerçek yaşam öyküsü To The North ve birkaç yıl önce La Flor (2018) ile hayli ses getiren ekibin yeni çalışması Trenque Lauquen oldukça beğenildi. To The North “iyilik” kavramının göreceli hale geldiği çıkışsız bir durum üstüne kurulu. Yük gemisindeki Filipinli çalışanlar, Tayvanlı kaptanlarının göçmenleri öldürüp denize atarak kaçak göçmen meselesinin üstünü örttüğünü düşünüyorlar. Bu nedenle Romanyalı genç bir adamı saklamaya uğraşan ana karakter, yaptığı bu insancıl tercihin başkalarını tehlikeye atabileceğini sonradan fark ediyor. To The North hem giderek daha gergin hale gelen etkili bir gerilim filmi, hem de sorumluluk ve iyi niyet gibi temalar hakkında bir inceleme olarak keşfe değer. 

İki bölüm halinde gösterilen ve toplam süresi dört saati aşan Trenque Lauquen ise iç içe geçen hikayeleri ile izleyiciyi hayli şaşırtıyor ve Arjantin kırsalının ilginç bir portresini sunuyor. Antonioni’nin Macera (L’Avventura, 1960) filmine bariz referanslar içeren bu kayboluş öyküsünün ana karakteri, nadir bulunan bir çiçek arayan bir biyolog. Çiçeğin yanı sıra kütüphanedeki kitaplara gizlenmiş eski aşk mektupları ve gölde bulunan gizemli bir cisim de, genç kadını farklı arayışlara sürüklüyor. Bu açıdan Trenque Lauquen bir türlü elde edilemeyen, sürekli şekil değiştiren, muğlak bir hedefin peşinde benliğini yitiren bir karakteri takip ediyor. Fakat kendi adıma filmin ikinci kısmını gereksiz ölçüde uzun bulduğumu, havada kalan detaylar ve tam geliştirilmeyen temalar sebebiyle biraz hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Ayrıca küçük ölçekli prodüksiyonun dört saatlik bu yorucu deneyim için bir engel teşkil ettiğini, filmin görsel ve işitsel açıdan çok geçmeden monotonlaştığını belirtmek gerek. 

All The Beauty and The Bloodshed

Cumartesi akşamı sahiplerini bulacak ödüller için tahminlerde bulunmak her zamanki gibi zor olsa da, jürinin Laura Poitras’ın etkileyici belgeseli All The Beauty and The Bloodshed’i ve ilk günden beri en çok konuşulan filmlerden biri olan Tár’ı es geçmeyeceğini sanıyorum. Tár gösterimi esnasında bana “galiba Altın Aslan’ı izliyoruz” diye düşündüren iki-üç filmden biriydi aslında, ama ilk yarısı ustaca olan film ilk günlükte belirttiğim gibi son bölümlerinde çok dağıldığından en iyi kadın oyuncu ödülüyle yetinmek zorunda kalabilir. Kadın oyuncu ödülü için Cate Blanchett ve Ana de Armas’ın isimleri ön plana çıksa da ben Saint-Omer’in iki başrol oyuncusu Kayije Kagame ve Guslagie Malanga’nın ödülü paylaşmasını veya Other People’s Children’da ışıldayan Virginie Efira’nın Volpi’ye uzanmasını yeğlerim. Benzer şekilde en iyi erkek oyuncu ödülü için tahminler Brendan Fraser yönünde olsa da daha az bilinen isimlerin, örneğin Beyond the Wall ile Navid Mohammadzadeh’nin ön plana çıkması beni şaşırtmaz. En sevilen filmlerden olan The Banshees of Inisherin en iyi senaryo ödülüne yakın görünürken, en iyi yönetmen kategorisinde Athena’daki gösterişli teknik işçilik sebebiyle Romain Gavras’ın şansı var, ama filmin topladığı eleştiriler çok da parlak değil. Böyle büyük bir ödül için Alice Diop ya da Vahid Jalilvand daha isabetli tercihler olabilir bana kalırsa. 

Ödüller konusunda bir de en az bir kategoride İtalyan filmlerinin ödüllendirilmesi gibi resmi olmayan bir kaide var. Açıkçası yarışmadaki üç İtalyan filmi de son derece vasat olduğu için bu yıl ev sahiplerinin ön plana çıkması zor görünüyor. Ama belki İtalyan yönetmen Andrea Pallaoro’nun tamamen İngilizce olarak Amerika’da çektiği Monica’ya verilecek bir ödül bu eksiği kapatabilir. Benim çok beğendiğim iki Netflix filmi White Noise ve Bardo genelde pek heyecan yaratmasa da, Noah Baumbach ve Alejandro G. Iñárritu gibi önemli isimleri görmezden gelmek de hata olur. 


79. Venedik Film Festivali’ni takip eden Eren Odabaşı ve Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Venedik Günlükleri 2022

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.