Şu An Okunan
Yaratılan Üzerine Dağınık Düşünceler

Yaratılan Üzerine Dağınık Düşünceler

‘Dağınık Düşünceler’ isimli bu köşemizde yazarlarımızdan Fatma Cihan Akkartal, izledikleri ve okudukları üzerine izlenimlerini kaleme alacak. Akkartal, serinin ilk yazısında Çağan Irmak’ın Frankenstein uyarlaması Yaratılan‘a bakıyor ve dizinin Mary Shelley’in romanıyla ilişkisini ele alıyor. 

İzlediklerim, okuduklarım, duyduklarım, zihnimde dağınık düşünceler uyandırınca, bir kenara-köşeye çalakalem yazarım. İşte o kenar-köşelerden biri burası artık.

Düşüncelerin nerelere kadar dağılacağını kestirmek kolay değil, izlerken, okurken, kendimi buluverdiğim yerlere benimle beraber bu yazıları okuyanlar da gelsin… Gayrinizami şekilde örgütlenen, oldukça gayrimeşru yazılar, düzensiz aralıklarla ortaya çıktıkça, burada buluşalım.

***

Frankenstein parçalarının toplamından büyüktü. 

Edebiyatta ve sinemada Frankenstein anlatıları, kaçınılmaz olarak Mary Shelley’nin orijinal hikâyesinin yeniden anlatımları olmakla birlikte yaratığın parça parçalığına uyum sağlar; her bir eserin yaratıcısı sonradan sökülüp başka eserlerde uygun yerlere yerleştirilmeye müsait parçalar ekler.

Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği Yaratılan dizisini sinemamıza nihayet parodi olmayan bir Frankenstein yapımı eklenmiş olmasının heyecanıyla izlerken, zihnimde bölük pörçük düşünceler arka arkaya eklendi.

Yaratılan’ın, siyah zemine kırmızı “korku fontu”yla yazılan yazılarını görünce, ben bunu bir yerden hatırlıyorum diye düşündüm. 2006 tarihli Kabuslar Evi’nin siyah üzerine kırmızı yazılarını Çağan Irmak burada da birebir kullanmış. Kabuslar Evi, çoğu bölümünü kendi yazıp yönettiği gotiğe meyyal bir antoloji dizisiydi. Bazı bölümlerini iyi hatırlıyorum, bazıları günlerin köpüğüne dönüşmüş. Bölümlerin çoğu başka anlatılardan esinlenmiş, başka bir dilde, başka kültürel referanslarla yeniden anlatılmakta olan öykülerdi, tıpkı Yaratılan gibi. Kabuslar Evi’nden bu yana ilmini ilerlettiği de gayet açık. Yaratılan’ın prodüksiyon kalitesi bakımından, film dili ve estetik anlayış bakımından ve en çok da türe sadakati bakımından aksini söylemek haksızlık olurdu. 

Kabuslar Evi (2006)

Frankenstein’ın Gelini (Bride of Frankenstein, 1935), sinema tarihinin (bakın sinema tarihi diyorum) en iyi devam filmleri listelerinde ilk 5’tedir hep. Irmak, filme dair verdiği söyleşide Kenneth Branagh’ın Frankenstein (Mary Shelley’s Frankenstein, 1994) filmine atıfta bulunuyor, romana sadık bir anlatı stratejisi izlemesiyle iki filmi birbiriyle akraba buluyor. Halbuki en yakın akrabalığı Frankenstein’ın Gelini’yle gibi göründü bana. İhsan zaten başından beri bir nevi Dr. Pretorius; Sema, Frankenstein’ın (neredeyse) gelini ve yaratık (yaratılan mı demeli) yaratıcısını düğün gecesinde tıpkı Frankenstein’ın Gelini’nde olduğu gibi (kendisine bir gelin yaratması) talebiyle kaçırıyor. Fakat Ziya’nın yaratır gibi olduğu İhsan, dizinin yedinci bölümünde Frankenstein’ın yaratığına hiçbir türlü nasip olmayan bir şey yapıyor, sevdiği kadının cansız bedenini toprağa veriyor. 19. yüzyıl Osmanlısı’nda geçen Yaratılan’ın bu sekansında kullanılan müzik olabilecek en yadırgatıcı biçimde 21. yüzyıla ait. Hayret verici bir virgül, bir durup burayı düşünün çağrısı gibi. 

***

Ziya (belki izleyiciyi değil ama) İhsan’ı o meşum deneyi yapmaya ikna edip, insanlıktan büsbütün çıkmasının yolunu açıyor. Ama İhsan, tam da bu sayede hafif çatlak, kendini beğenmiş ve romantik asabiyette bir Osmanlı eliti olarak başladığı yolculuğu tam bir hümanist olarak bitiriyor. 

En önemli sorunlarını, akılla, bilimle çözebileceğine dair temelsiz bir inancın (ya da saplantının demeli…) güdümündeki Ziya, adının tam da Ziya olması itibariyle bir Aydınlanma eleştirisine kapı açacak gibi oluyor. Karanlıkları aydınlatmak hırsıyla fazla ileri giden Ziya’nın delişmenliği, yerinde duramayışı ve kabına sığamayışı… Onun ve mentoru İhsan’ın da karşısında, korkan ve korkutmak isteyen müesses düzen güçlerinin durgun su gibi olduğu yerde saymaya eğilimi… İki yanlış bir doğru etmiyor ve el birliğiyle bir “hortlak” yaratıyorlar. Ne oraya ne buraya ait, ilerlemecilerin ve gericilerin kavgasının dışına atılmış ve şimdi sadece sevgiyi arayan İhsan…  İhsan’ın korkacak bir şeyi kalmadığından belki, korku nefrete, nefret de karanlık tarafa götüremiyor onu. Sevgiyi geç bulup çabuk kaybeden İhsan arada kalıyor. Frankenstein’ın yaratığı da arada bir yerdeydi ama o uzun yola çıkmadan hüküm giymişti, yerlilerin arasında nasibi kalmayan İhsan’a ise bu yolculuk çok görülmüş. 

Frankenstein’ın Gelini (1935)

Ziya, tuzu kuru bir Osmanlı “aydını” olarak kendi paçasını bir süreliğine de olsa mahvettiği hayatlardan sıyırıyor ve Harun adlı bir kayıkçının kayığında unutuş ırmağında seyrederek Bursa’ya atıyor kendini. Charon’un kayığına binip Bursa’ya döndüğü sahnede, kayıkçının adının “tıpkı Charon’u andıran şekilde” Harun olduğunun bize söylenmesiyle o son derece atmosferik ve gergin sekansa dair iyi olan ne varsa gözlerimizden yıkanıp gidiyor. Zaten gösterilmekte olanı açıklama ihtiyacı neden? Ziya’nın ikircikli inayetinin nesnesi olan “halk”, onun konuştuğu dili anlamadığından muhtemelen. Ziya kibirin dilini konuşurken, kayıkçı, onun söylediği yalanların kokusunu alıyor, Ziya’nın söylediklerinin arkasını görüyor. Ziya’nın “iyiliği için uğraştığı” insanlar arasındaki yersizliğini (“İyileştireyim istersen ayağını”ya kayıkçının verdiği küfürlü cevap yerli yerindeydi) ve kifayetsizliğini,  (o mitoloji filan derken..) onun adına utanarak iliklerine kadar hissediyor insan. 

***

Yaratılan’ın bitişiyle derdim var; Frankenstein ölmemeliydi. İhsan’ın buzları çözülür mü acaba? Biz yine zamanda donup kalmamış olmasıyla ünlü bir öyküye açık uçlu bir son olarak görelim bu ihtimali…  

Romanın sonunda bir intihar lafı eder Frankenstein’ın yaratığı, muhtemelen herkesi kandırıp özgürce “yaşamına” devam etmek için. İhsan da ona yargı yükleyenlerin utançlarından yapılma mücevherleri, sırtında gizli bilgilerin sağır kantarı da tastamamken, yerlilerin topraklarına karşı suç işlemişken ve zorbaların arasında tehlikeli bir nifak iken, uzun yola çıkmaya hüküm giymemesi ne kadar isabetli olmuştur? Gidilecek yer tabii ki çok uzak olmayacaktı ama İhsan’ın, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilen, lanetlenmiş bir karakter olarak ta 19. yüzyıldan bu yana Anadolu’nun karlı dağlarında kol geziyor olmamasını hep hayıflanarak hatırlayacağım. Çünkü hala canavarın böylesine ihtiyaç var buralarda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.