Şu An Okunan
Çağan Irmak ile Yaratılan Üzerine Söyleşi: ‘İnsanın Kibri, Canavarın Kalbi’

Çağan Irmak ile Yaratılan Üzerine Söyleşi: ‘İnsanın Kibri, Canavarın Kalbi’

Çağan Irmak’ın Mary Shelley’nin ‘Frankenstein’ romanından uyarladığı Yaratılan, Netflix Türkiye’de yayında. Yönetmenle, uzun süredir hayalini kurduğu projenin yolculuğunu ve Osmanlı’nın son dönemine taşıdığı eseri uyarlama sürecini konuştuk.

Çağan Irmak’ın Mary Shelley’nin kült romanı ‘Frankenstein’dan serbest olarak uyarladığı mini dizi Yaratılan Netflix Türkiye’de izleyiciyle buluştu. Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’da geçen hikâye, zeki ve heyecanlı bir tıp öğrencisi olan Ziya ve dahi doktor İhsan’ın yaptığı tehlikeli bir deney sonrası gelişenleri konu alıyor. Yönetmenle onu çok etkileyen ve romanın ana temalarından biri olan “yaratılanın yalnızlığını”, projenin Netflix’le olan yapım yolculuğunu ve orijinalinden bambaşka bir tarihsel ve kültürel bağlama taşınan karakterlerin ortaya çıkma sürecini konuştuk.

İlk olarak şunu sorayım: Geçen sene Netflix’in bir etkinliğinde “Bu benim çok uzun süredir planladığım bir hayal projemdi” demiştiniz. Biraz ondan bahsedebilir misiniz, ne zamandır aklınızda var bu fikir? Neden gecikti? 

Ergenlik yıllarımda okumuştum Mary Shelley’nin romanını. İnceltilmiş bir kopyasıydı benim okuduğum, sonra tamamını okudum. Tabii o romandaki o devrimci yapıya, “o dönemin dünyasında” bir kadının bunu yazmış olabilmesine çok şaşırdım. Romandaki “yaratılanın” yalnızlığı beni çok etkilemişti. Yavaş yavaş kötü ve intikamcı birine dönüşme macerası beni çok etkilemişti. Hayata dair çok şey söyleyen bir kitaptı. Böyle epik bir eseri uyarlamak biraz korkutucu olabilir yönetmenler için. Çünkü hacimli bir eser. Çok hacimli ve büyük. Bütün bunların hepsi, “Acaba ben bunu yapabilecek miyim?” sorusuyla da birleşerek kafamda büyük bir isteğe dönüştü yıllar boyunca. Ve bugün o istek gerçekleşti. 

Peki Netflix’le anlaşma ve onlara bu projeyi sunma aşaması nasıl ilerledi? Netflix’in özellikle tür yapımlara öncelik verdiğini görüyoruz. Bu anlamda Netflix’in bir etkisi oldu mu bu projeyi hayata geçirmenizde?

Oldu tabii. Ancak bir dijital platformla böyle projelere cesaret edilebilir gibi geliyor bana. Çünkü açıkçası yapımcılarımız böyle şeylere çok cesaret edemiyor Türkiye’de. Bir de şu çok heyecan verici, düşünsenize, bir şey yapıyorsunuz ve o gece, aynı anda bütün dünyanın karşısında bütün dünyanın dilleriyle çıkıyor. Bu olağanüstü bir macera. 

Uluslararası izleyiciyle ilgili bir beklentiniz ya da heyecanınız var mı? Nasıl yorumlayacaklar sizce?

Beklentimin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü aslında kitap onlara, Batı edebiyatına dâhil bir kitap. Onların yorumunu, özellikle İngilizlerin yorumunu çok merak ediyorum açıkçası. Birçok dilde çevrildi, birçok dilde anlatıldı. Ama sinemadaki Frankenstein mirası aslında kitapla çok da alakası olmayan bir mirastı. Şimdiye kadar sadece Kenneth Branagh kitabın tam bir izleğini yaptı. Yaratılan da bu anlamda ikinci uyarlama. Ama tabii ki ben çok şeyi değiştirdim, kahramanları değiştirdim. Biraz daha ayakları yere basan bir fanteziye döndürdüm, insana daha yakın olması için. Daha çok insanı anlatmak istedim. Ortada böyle yaratıklar, tamamen fantastik bir dünya görmeyeceksiniz. Bir yaşam var orada. Biri toplum dışına itilmiş, biri de kendini kanıtlamaya çalışan, zekâsı bedeninden fışkıran iki insanın mücadelesi var. 

O iki karakter ile ilgili şöyle bir soru sorayım: Bir yerden sonra dizi iki kola ayrılıyor aslında. İki ana karakter de benzer insanlar kafa yapısı olarak ama biri daha kibirli ve “normalin” içine geri dönmeye, kaçmaya çalışıyor. Diğeri ise toplumdaki diğer “ötekilerin” yanına sığınıyor, onlarla dayanışıyor. Biraz bu iki koldan bahsedebilir misiniz? Yan hikâyeler, sirk… 

O yan hikâyelerin hepsi aslında ana hikâyeye hizmet ediyor. Hiçbiri yan hikâye olsun diye yapılmadı. Zaten farkındaysanız hepsi birleşiyor filmde. Ben bir şeyi yaparken özneden uzaklaşmayı hiç sevmem. Yan hikâye olacaksa bile o hikâyenin mutlaka ve mutlaka en dipteki bütüne hizmet etmesini isterim. İhsan’ın yaratılan olduktan sonraki yolculuğu insanın kötülüğüne dair bir hikâye. İhsan, kitapta da öyle, bebek gibi doğuyor ama sonra insanlar kötülük yaptıkça kötü oluyor. Bir insandan hayatında ne bekleriz? Doğmasını, büyümesini, öğrenmesini, âşık olmasını değil mi? Bunları bekleriz. İhsan’a ben bunların hepsini ikinci hayatında yaşattım, o yolculukta. “İnsanın olduğu yerde iyi olmak ne mümkün” diyor ya, onu anlatmak içindi bütün o yolculuk. 

Bir yandan da İhsan ilk hayatında zihinsel olarak ötekileştirilirken ikinci hayatında bedensel olarak ötekileştiriliyor. Ben bu anlamda oyuncu olarak Erkan Kolçak Köstendil ile çalışmaya nasıl karar verdiniz, onu merak ediyorum. Çok anlamlı bir yüzü var genel olarak ve bu yüzü hem hüzünlü hem de irkiltici göstermeyi başarmışsınız, hem canavar hem insan… Nasıl yarattınız bu karakteri?

Malzemesi çok güçlü bir oyuncu. Erkan’ın oynayamayacağı şey yokmuş gibi geliyor bana. Bir de biz o devasa, güçlü, Boris Karloff’un oynadığı dev Frankenstein’ın tam ters motifinden gittik. Ben daha çok insanlaştırdım onu. Bir iki yerde kuvvetiyle bir şeyler yapıyor, bir şeyleri kırıp döküyor. O da makineye bağlandıktan sonra kazandığı güç. Aslında olan biten her şeyi fantastik tarafından değil de gerçek tarafından da okuyabiliyorsunuz dizide. Erkan’a karar vermek… Kendiliğinden geldi o durum, kendi buldu o rolü, öyle diyeyim. 

Özellikle popüler kültürde biraz daha melodrama kayan üslubunuzla ve etkileyici hikâyelerinizle biliniyorsunuz. Özellikle insan yüzüyle çalışmayı çok seven bir yönetmen olarak bir canavar yüzüyle çalışmak nasıl bir şeydi? Yani onun ekrandaki görüntüsü, seyirciyle olan ilişkisi…

Çok güzel bir soru, çok teşekkürler, bu mesela hiç sorulmamıştı. Biz bütün o makyaja çok önce karar verdik. Tabii ki çok önce karar vereceğiz, bu kesinlikle böyle olmalı. Ama o makyajın seyircinin üzerinde yaratacağı ruhsal etkiyi, daha doğrusu oyunculuğa ne kadar yardımcı olacak ya da ne kadar oyunculuğu etkileyecek, bunların hesabı yapıldı. Ondan sonra da dedik ki “Biz bu makyajın önce seyircide ne uyandırmasını bekliyoruz?” Birincisi korkutmasını, ikincisi acıma duygusunu vermesini ve en çok da… Osmanlı’da hortlak görmek kavramı… Onu görenin hortlak görmüş gibi olmasını istedim. 

Ben onu çok merak ediyorum. Hortlak gördüğüne nereden karar veriyor karakteri görenler?  Bir deli ya da bir canavar değil de hortlak…

İki şey koydum oraya ondan korkmaları için. Farkındaysanız yoğun bir cüzzam durumu var yüzde. Başta çözümü olmayan bir hastalıktan gelen korku da gerekiyordu. O yüzden bir cüzzam yarasına benzettim, ondan bir korkuyor insanlar. Bir de ruhani bir etkiyle hortlak gördüğünü zannediyor, onu biraz seyirciye bıraktım.

 

Biraz da Ziya’ya geçelim. Canavar figürü, korku sineması içerisinde de seneler içinde daha özdeşleştirilebilir karakterler olmuştur. Burada aslında canavar olmayan Ziya’nın bir nevi canavara dönüştüğünü görüyoruz. 

Uzun bir cevabı olacak bu sorunun. Ben ilk etapta bunu sinema filmi olarak yazmıştım. Sinema filminde Ziya bu kadar gri ve kirli bir karakter değildi. Bölümleri yazdıkça… Ben senaryo ya da kitap yazarken birazcık bilinç akışına yakın bir teknik kullanıyorum. Baştan hikâyelendirmiyorum, bu bölümün sonu bu olmalı vs… Sinopsis denen şey bende yok. Ben daha gelişine yazmayı ve o yolculuğun içine girerek yazmayı seven birisiyim. Şunu da söyleyeceğim: Bu başkası için doğru bir yazım süreci olmayabilir, benim için böyle. Çünkü yazım sürecinin kişiye göre doğrusu vardır. Ben ona inanıyorum. Ben hikâyeyi biraz gidişatına göre yazmaya başlıyorum. Burada yavaş yavaş Ziya kötücül bir karaktere -istemeden de olsa- dönüşmeye başladı. Ben de bu değişimi hayretle seyrettim ama kitabın ruhuna çok uygun bir değişimdi bu. Çünkü insan keşfetme açlığı ve kibriyle -dünyada bütün örneklerini görüyoruz bunun- kötücül bir varlık olabiliyor. Çok bilmek ve hayatlara çok müdahil olmak bir kötücüllüğü de beraberinde getirebiliyor bazen.  Mesela benim için iyi insan, başkasının hayatına en az müdahale eden insandır. Ben iyiliği böyle tanımlıyorum. Şimdi yaşım itibariyle sana bir sürü öğüt verebilirim. Derim ki “Neden burada çalışıyorsun, şunu yapmalısın, bunu yapmalısın” vs. ama ben bunları hiç yapmıyorum hayatımda. Çünkü bu beraberinde karşımdaki insana bilmeden istemeden bir kötülük getirecek belki de. İyi bir dilek bile bir kötülük getirebilir. Çünkü o kişiyi hayatını değiştirmeye zorluyorsun ya da ona bir şeyler öğütlüyorsun. Hem yargılıyorsun hem öğüt veriyorsun. Bu durum – ki artık hepimiz bundan çok sıkıldık biliyorsun- sabah kalktığımızda sosyal medyada ya da kitaplarda bize ne yapmamız gerektiğini söyleyen bir sürü insan var. Ben artık bunları duymak istemiyorum. Ben bana ne yapmam gerektiğini söyleyen bir insan duymak istemiyorum artık. Çünkü benim hayatımı nereden biliyorsun ki bana ne yapmam gerektiğini bu kadar rahatlıkla ve bu kadar donanımsızca söyleyebiliyorsun. O yüzden Ziya işte burada, artık hayatlara müdahil olmaya, müdahale etmeye, manipüle etmeye başladıkça istemeden kötü insana döndü. 

Diziyle ilgili merak ettiğim meselelerden  birisi Osmanlı tarihini ve tabii ki dini ve İslami motifleri hikâyeye nasıl dahil ettiğiniz meselesi… Bir tane Drakula uyarlaması var Yeşilçam’da, bilirsiniz belki, Drakula İstanbul’da (1953) diye. 

Atıf Kaptan oynamıştı değil mi?

Evet. İncil yerine Kuran getirirler Drakula’ya karşı… Burada da uyarlama sürecinde bir sürü dini ve kültürel motifte değişiklik var elbette. O uyarlamayı yaparken nasıl bir tarihsel araştırma süreci gelişti? 

Bütün o kutsal kitapta bize anlatılan, insanların bize anlattığı, anneannelerimizin, ninelerimizin bize anlattığı öbür dünya gibi olmasını istedim. Çünkü adam belki de gerçekten gitmedi ve kendine anlatılanlardan bir rüya gördü. 

O olasılık var yani aslında. 

Tabii ki, hep tutuyorum o olasılığı. O yüzden de o tarafı anlatırken bizim bildiğimiz gibi ya da bizim hayal ettiğimiz gibi olmasına çok dikkat ettik. Cehennem bize nasıl anlatılırsa öyle olmasını istedim. Çünkü belki de kafada bir bilgi birikimiydi o. Tam o ölüm anında, bizim de henüz bilmediğimiz o kısacık anda, ölürken gördü onları belki de sadece. Hani bunlara tam kesin cevap veremem, belki de gitti. Ben şey istiyorum zaten, fantastik seven izleyici “Evet gitti öbür dünyaya” diye yorumlasın. Çünkü gerçekten bilmediğimiz bir öte taraf var. Burada elimizdeki mirastan yola çıkmam gerekiyordu, ben de öyle yaptım. 

Peki şu noktayı muğlak bırakmak istediniz mi yoksa benim yorumum mu? Cehenneme gitti zannediyoruz uzun bir süre, bir süre sonra aslında gitmediğini öğreniyoruz. Arada bir yerdeyken geri döndüğünü… O yüzden bir süre günahı neydi de cehenneme gitmişti acaba diye düşünüyoruz.

Gitmedi aslında, gördü sadece onu. En büyük günah birini sevmemekmiş bunu gördü. Çünkü orada âşık olmayan insanlar yanıyordu. O yüzden onu gördü ve geri döndü. “Hayatımda bana ikinci bir şans verilmişti” dedi ya sonra…

Bir de yine uyarlamadaki kültürel değişiklikler bakımından ilk bölümlerdeki tıp fakültesi bölümlerini merak ediyorum. O kısımları nasıl tasarladınız? 

Osmanlı’da tıp inanılmaz ileride bir yerdeymiş. Hatta tam da o dönemde çekilmiş fotoğraflara baktığınızda Tim Burtonvari bir dünya görüyorsunuz. Eğitim Fransızca yapılıyormuş mesela, hem bu yazıyla hem Osmanlıca yazıyla. Şimdi buna Z kuşağının, o fotoğrafları görmediği sürece inanması imkânsız. Mesele orada, gerçekten döneminin çok ötesinde bir bilim adamından bahsediyor. İmam el-Rezaki’nin çizimlerine benziyor diyor. O çizimler var gerçekten. Adam kan pompası yapmış, baya koyun bağırsağından kan pompası yapmış, 500’lü yıllarda hem de. 

Peki İhsan, Ziya ve diğerleri, daha muhafazakâr doktorlar arasındaki ideolojik çatışmayı siz mi eklediniz yoksa o zaten var olan bir şey mi?

Ben ekledim. O hayatımızda hep var zaten. Her yerde olduğu gibi ilerlemeyi, ileri düşünmeyi istemeyen bir takım var. Sadece bizde değil, bütün dünyada.  Ben mesela dijital platformlarda öyle belgeseller seyrediyorum ki hâlâ bir insanın tarikata girip de kendini bir adamın ellerine bırakmasına… Tüm bunlara hâlâ inanamayarak bakıyorum. Bakın tarihte bu tarikatlara girenlerin sonunu hepimiz defalarca gördük, defalarca biliyoruz. Ama hâlâ nasıl bir tarikata inanıp da girersiniz? “İnsanın aptallığı bitmiyor” diye bir laf var ya meşhur. O yüzden bütün dünyada ilericilerle gericiler kavgası her zaman olacak. O zaten kendi kendine var. Ben istemesem de olacaktı orada. 

Bu çatışma çok belirgin. Çünkü hep “bilim ve teknolojinin tehlikeleri” üzerinden gotik bir roman olarak da okunur ya Frankenstein zaman zaman. Sizse burada daha çok bilimin yanında bir yer alıyorsunuz. Teknolojiye dair o gotik korkuyu biraz dönüştürüyorsunuz. 

Yani çünkü bilimi kim kötü kullanır? Kibri olan kötü kullanır. Bütün Marvel Comics’lerde de mesela makineyi ele geçiren kötüyse eğer bütün dünyayı ele geçirir. Ama makineyi iyi biri ele geçirirse başka bir şey olacaktır. Çocukluğumuzda okuduğumuz kitaplardan, çizgi romanlardan bize klişeler bunlar artık. Ben klişelerden çok korkmam açıkçası, klişe güzel kullanıldığı zaman güzeldir yani. 

Sirk sahnelerinde ben onu çok hissettim. Aslında sirkin çok bariz bir anlamı vardır, ötekinin sığınağı. Seçilmiş aile meselesi, gayrimüslimler…

Mesela biz sirki çok daha görkemli, çok daha “Alice in Wonderland” gibi yapabilirdik ama Osmanlı’da o yerel tiyatro, o iki kalas bir heves, o çadır estetiği… Hep onların gerçeğini koymaya çalıştık. O yoksulluğu da göstermeye çalıştık. 

Bir de hazine avcılarının hikâyesi ve Ziya’nın onlara başından geçenleri anlatmasıyla de genel olarak bir hikâye anlatımına dair de bir kanal açılıyor.

Mesela farkındaysanız burada hazine bir tevatür olmaktan çıkıyor. Hazine gerçekten bulunuyor. 

Evet, ona çok şaşırdım. Ben ceset getirdiğini zannettim meğerse hazine getirmiş. 

Bu sefer çünkü o anlatılana inanmak beraberinde hazineyi de getirdi hazine arayıcılar takımına. 

Dizinin zamansal kurgusundaki o gelgitli yapıyı neye göre kurdunuz onu merak ediyorum. Çünkü en başta, hazine avcılarının yanına ilk geldiğinde Ziya’yı o kadar karanlık biri gibi görmüyoruz. Sanki canavarla arkadaşlarmış gibi görüyoruz hatta. Sonra aralarındaki ilişkinin biçimi de değişiyor zamanda gelgitler oldukça. 

Gelgitli yapı dediğiniz aslında kitapta da böyle. Önce Kuzey Kutbu’nda başlıyor kitap – şimdi bir de yanlış bilinen bir şey ya Frankenstein canavarın ismi değil, Frankenstein yaratan doktorun ismi. Orada işte adam onu anlatmaya başlıyor hazine ekibine. O yüzden o yapı zaten kendiliğinde var. Masalda zaten bu gelgitli yapı vardır. “Şimdi size bir şey anlatacağım. Bakın bu beni takip eden var ya sizin de felaketiniz olabilir” diye başlıyor, sonra hop geri dönüyor, doğal olarak geri dönüyor ve adam neler yaşadığını anlatmaya başlıyor. O yüzden bu gelgitli yapı zaten olması gereken yapıydı. Hatta farkındaysanız en son hazine arayıcı insan da “Bu hikâyeyi size anlatan en son kişi olarak” diyor. Yani benden önce de anlatıldı belki benden sonra da anlatılacak. 

Peki siz yönetmen olarak, anlatıcı olarak nereye koyuyorsunuz kendinizi?

“Bülent galiba burada beni oynayan biri varsa o da sensin” dedim Bülent Şakrak’a. 

Bir de Asiye’yi soracaktım, çok güçlü bir karakter. 

Bunu daha önce de söyledim, ben güçsüz kadın yazmak istemiyorum, yazmayacağım. Buna bir yönetmenin tutuculuğu mu dersiniz, ne derseniz, ben güçsüz kadın, edilgen kadın yazmayacağım. Hiçbir zaman yazmayacağım. 

Filmdeki bütün kadınlar aslında, Esma bile…

Kaçmış yani Esma, ki kaçmak bile o dönem inanılmaz bir karşı çıkış.


*Söyleşinin buradan sonraki bölümü hikâyeye dair sürpriz gelişmeleri ele vermektedir.


Bir de finali var dizinin. Sonuçta birlikte sonsuza kadar donuyorlar…

Kenneth Branagh uyarlamasının sonunda yanarken “O benim babamdı” diye bitirmesi çok etkileyici bir andır. Bense dondurdum. Kitapta nasıl biter biliyor musunuz? Cesedi bırakır gemide, salına atlayıp tek başına gider yaratık ve sislerin içinde kaybolur. Şimdi üç final de çok güzel aslında baktığında. Ben dondurdum, seyirci şimdi ikinci sezonda “Buzları çözülür mü?” diye düşünüyorsa öyle bir şey yok, olmayacak. 

Ama öyle bir etki oluyor. Geri çözülebilirler diye düşünüyoruz. 

Yok, zaten mini dizi diye bırakıyoruz. Ama en azından bu kadar acı bir hikâyenin sonunda bir umut olarak kalmış olması güzel. Ben de dedim ki ikinci sezonu yapılabilir mi… Doktor babası kitabı buldu mesela. Ama şuna karar verdim: Yine de bir umutla bitse? Belki de bu adam kitabı kullanarak onları tekrar döndürebilir.

Evet zaten o ima çıkıyor. 

Bu bir umuttur, büyük bir mutsuz son değil aslında. Seyirci evet çok üzülecek bu finale ama şu bilgi de onlarda var: İsterlerse geri dönebilirler. Benim “en acıklı” filmim bile mutlaka bir güzellikle biter yani. İsveç sinemasının kesin mutsuz sonlarına çok inanmıyorum. Kesin mutlu sonlara da inanmadığım için kesin mutsuz sonlara inanmıyorum. Hayat böyle devam ettikçe bir mutlu son bir mutsuz son çıkıyor. Mesela Tamam mıyız? (2013) filmim “Sonlar yoktur, biz sonlara inandığımız için son olduğunu zannederiz.” diye biter mesela. 

Tamam mıyız? filminde bir yıkama sahnesi var, burada da öyle bir sahne var. 

Kalem nereye götürüyorsa götürüyor. Ben cesur olmamak kısmını da sevmiyorum. Empati çok önemli bir şey senaryo yazarken. Orada altına kaçırmış birini temizlemek zorundasın. Bunu olmamış gibi davranıp öbür sahneye geçemezsin. Kalbim geçmez. Varsa öyle bir sahne ben onu göstermek zorundayım seyirciye. Ama gerekiyorsa gösterilir. Eğer başka bir açıklaması yoksa… Mesela kanla seyirciyi irite etmeyi sevmiyorum. Çünkü hikâyeden kopartıyor. Ama göstermem gerekirse… Mesela Transamerica’da (2005) oynayan oyuncunun penisini gösteriyor. Birçok insan irite oldu ama film göstermek zorundaydı, hikâye zaten onun üstüne kuruluydu. Yani bu film göstermek zorunda olduğu için gösterdi, hikâyeye hizmet ediyordu. Hani ben de böyle bir şey olsa, hikâyeye hizmet etmesi gerekiyorsa asla kalemimi de kameramı da sakınmam. 

Zaten o yüzden çok ilginç geldi sizden böyle canavarlı bir korku izlemek. Korku filmlerinde korkutmak korku efekti çok vardır aslında. Ama burada siz “İnsana doğru döndürmeye çalıştım” dediğiniz için bütün o korkutucu bölümler işlevselleşiyor bir yerde. 

Benim en çok sevdiğim sahnelerden birisi de düğün sahnesi. Dingin ve güzel bir sinema yapmayı özlemişim, onu gördüm orada. Bir de samanlıktaki sahne. O kitapta adamdır, kör bir adamdır, ben kadın yaptım onu.  

Ziya’nın çocukluğunu da gösteriyorsunuz, nasıl büyüdüğüne dair koşulları da biliyoruz. Ziya’nın bu kibrini nereden aldığını düşünüyorsunuz? O kitap nereden gelmiş, niye okuyor, babadan mı?

Farkındaysanız orada çok cahil bir kitle var. Hazine aramaya çıkan var, çocukluğunda ayağını dondurup kestiren var. Ziya bu aptallıktan, bu cehaletten çocukluğunda nefret etmiş zaten. Dolayısıyla kibri de oradan geliyor. “Ben akıllıyım. Bu cehaletin, bu şeyin içinde siz salaksınız.” O kibir çocukluğundan geliyor zaten çünkü çok şey öğrenmiş. Babası devamlı masa başında ders çalıştırmış.

Ama aralarında bir çatışma da var. Sizin filmlerinizde zaten çoğunlukla bir baba-oğul çatışması vardır. 

Baba vasat bir doktor aslında, oraya kadar gelebilmiş. Onun da babasına kızdığı nokta “Sen niye ilmini daha ileriye götürmedin?” Aslında kuşak çatışması o dönemde de var. Hatta kız “Simid-i halka ne baba? O eskide kaldı” diyor ya, ona çok gülüyor seyirci. Her seyredenin oraya güldüğünü gördüm, çok şaşırdım. 

Geçmişe döndüğümüzde babanın da hâlâ ilerici olduğunu görüyoruz bir yandan. Diğer doktorların arasında İhsan’ı tek dinleyen de o.

Tabii. O Bursa’dan kalkıp gitmiş ama bazı insan öyledir ya ne kadar istese de daha çoğunu yapamaz. İşte o yüzden kızıyor ona. Mesela aslında “Kitab-ı Kıyam”ı anlatan kitabı o da merak etmiş, saklamış onu oraya ama çocuk okumasın istiyor. Bugüne baktığında da eski solcu babalar, çocuklarına “Aman ağabey, biz dünyayı değiştirmek istedik, siz karışmayın, hayatınıza bakın” der. İşte öyle bir şey. 

Son olarak, prodüksiyon süreciyle ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz? 

Bütün dünyayı kurarken işine aşkla sarılmış bir ekiple çalıştım açıkçası. Çünkü onlar da senaryoyu çok sevdiler. Onlar da bu kadar zorlayıcı bir dünyayı kurmanın kendi işleri için yeni bir eşik olacağını bildiklerinden herkes kendi işine dört elle sarıldı açıkçası. Ben “Biz çok zorluklarla çektik bu filmi” demek istemiyorum, böyle bir şey yok. O kadar tıkırında gitti ki her şey. Mesela bir ay boyunca o dağa indik çıktık.

Neresi bu arada?

Uludağ. Öncesindeki planlama, çalışma, karşına çıkacak sorunlar karşısında bir B planının olması yani bütün bunları bu işte hep tek tek önümüze koyduk. “Buraya gidersek bir kar fırtınası bizi bekler, burada kar fırtınası olsa nerede çekebiliriz?” ya da “Ekip birbiriyle nasıl haberleşir?” diye ikinci lokasyon, üçüncü lokasyon… Bütün bunlar karşılaşacağımız zorlukları tamamen ortadan kaldırdı. Bu set öyle bir setti. Biraz çamurda debelendik, çamurdu her şey. Hepimizin bacak kasları gelişti, botlarımızın altına yapışan çamurla yürümek hepimize güzel spor oldu. Yine o dönemde çekilmiş fotoğraflar çok yardımcı oldu bize. Tabii ki bir beden dili çalıştık herkesle. Çünkü beden dilimizle konuşma biçimimiz de değişiyor. Hiçbir karakterin bugünkü gibi konuşmasını ve davranmasını istemedim. 

Evet, bolca Osmanlıca sözcük var ancak ama hiç eğreti durmuyor. 

Evet, yabancılık çekmiyorsun çünkü ben biraz da genç arkadaşlar izlerken dağılmasın, herkes Google’a bakmasın diye şöyle bir şey yaptım: Biraz Osmanlıca konuşturduysam eğer, hemen arkasından gelen cümle, bir önceki cümleyi de açıklayan bir Türkçe oldu. Hep ona dikkat ettim.

Evet o çok belli oluyor ve pek yabancılaşmıyoruz izlerken. O zaman son bir soruyla bitireyim: ‘Frankenstein’ romanından unutamadığınız bir sahne ya da replik, bir an var mı? Özellikle bu uyarlamayı yaparken etkilendiğiniz…

O final sahnesinde sala binip sislerin içinde “Hoşça kalın. Beni unutun” deyişi. Orası beni çok etkilemişti. 


Yaratılan, Netflix Türkiye’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.