‘Borç’un yönetmeni Vuslat Saraçoğlu ile söyleşi
Altın Lale ödüllü Borç’un yönetmeni Vuslat Saraçoğlu ani bir kararla sinemaya başlayışını, filmin çıkış noktasını ve etrafında dolaştığı ‘iyilik’ meselesini, Tufan karakterinin nasıl şekillendiğini anlatıyor.
Söyleşi: Berke Göl, Aslı Ildır
Fotoğraf: Furkan Üstel
Sinemaya nasıl başladınız? Borç’un ortaya çıkmasına uzanan süreç nasıl gelişti?
Üniversiteden mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde yüksek lisansa başladım. Sinemayla hiç alakam yoktu aslında. Makaleler okurken, ders çalışırken çok bunalıyordum. Bir gün kafamı dağıtmak için Mithat Alam Film Merkezi’nden bir film aldım ve sonra gerisi geldi. Arada Mithat Alam Film Merkezi’ndeki atölyelere, söyleşilere de katıldım. Sonra aniden, her şeyi bırakıp sinema yapmaya karar verdim. “En kötü ihtimalle akademisyenliğe geri dönerim, şimdilik bu alanda biraz çaba sarf edeyim” dedim. Akademiyi bıraktım, kitap okumaya, film izlemeye devam ettim. Yavaş yavaş bir şeyler oluşmaya başladı. Âşık olduğunuz insanı her gün düşünürsünüz ya, ben de her gün sinemayı düşünüyordum. Sanatla ilgilenme konusunda yıllar içinde biriken motivasyonum beni buraya getirdi.
Borç’tan önce Müslüm Baba’nın Evlatları (2014) belgeselini çektiniz.
Aslında o projeye “bir belgesel yapayım” diye başlamamıştım. Yüksek lisansta müzik sosyolojisi üzerine çalışıyordum, Müslümcülerle ilgili bir ödev yapmıştım. O süreçte Müslümcüleri tanıdım, çok başka türlü insanlar olduklarını fark ettim. Kendilerini anlatmalarının, onlar hakkında yazılacak bir makaleden çok daha anlamlı olacağını düşündüm. Bu fikir aklımın bir kenarında duruyordu ama bunu benim yapabileceğimi düşünmüyordum. “Başkası yapsın, ben de buna zemin hazırlayayım” diyordum. Sonra 2013 yılında Müslüm Gürses hastaneye kaldırıldı. Sağlık durumu henüz o kadar kötü değildi. Bir baktım, hayranları hastane önünde bekliyor. “Bu süreci kaçırmayalım, kaydedelim, ileride bir belgesel yapılırsa bunlar kayıtlı dursun” dedim. Bir kamera buldum, çekmeye başladım. Sonra Müslüm Gürses’in durumu ağırlaştı, ben de o süreci bırakamadım. Zaten Müslümcü arkadaşlarla sürekli irtibat hâlindeydim. Aslında belgesel kendisini çektirdi diyebilirim. Çok amatör hissediyordum kendimi ama iyi ki yapmışım.
Kısacası “belgeselle başlayayım, sonra kurmaca film yaparım” diye bir planım yoktu. Önüme ne geldiyse onu yapmaya çalışıyorum. Borç da böyle çıktı ortaya. “Bir uzun metraj film yazayım da çekeyim” diye düşünmedim. ‘İyilik’ meselesi üzerine kafa yoruyordum uzunca bir süredir. O konu giderek bir senaryoya doğru evrildi. Sonra o senaryoyla başvurular yapmaya başladım.
Borç’un merkezinde bahsettiğiniz bu ‘iyilik’ meselesi var, ahlaki bir tartışma var. Diğer yandan öykünün sınıfsal bir boyutu, ev içi emek üzerinden de kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğe dair bir boyutu var. Tufan karakterinin iyilik anlayışı bu eşitsizliklerin üzerini kapatıyor, iyiliğin sınıfsal boyutunu ortaya çıkarıyor sanki.
Ben belirli kavramlar ve duygular üzerine düşünmeyi, onların arka planlarına bakmayı seviyorum. Sosyoloji kökenli olmamdan da kaynaklanıyor olabilir bu. ‘İyilik’ konusuna niye kafayı taktım? Bizim toplumumuzda romantize edilen bir şeymiş gibi geliyor bana iyilik. Tufan gibi herkesin yardımına koşan, pasif, çatışmadan kaçan insanların arka planını görmüyoruz biz. “Ah ne kadar şahane bir insan” deyip geçiyoruz. Karakter hâline bile getirmiyoruz onları hayatımızda, birer tip olarak kalıyorlar bizim için. Hâlbuki karakter olmayı hak ediyorlar.
İkincisi, kötü karakterlerin hep arka planlarına bakılır, çocukluklarına inilir, “bu adam neden kötü olmuş?” diye sorulur. Hiç “bu insan neden iyi?” diye sormayız. Otuz tane iyi insan görsek hepsinin iyiliğini aynı türden bir iyilik zannedebiliriz. Ama biraz derine indiğimizde hepsinin birbirinden çok farklı olduğunu görürüz. Ben şu soruları sormak istedim: Tufan gerçekten iyi mi? Bu iyilikleri yapıyor ama arkasında hangi kahramanlar var? Tufan gibileri bizim toplumumuzda çok vardır. Biliyorsunuz bir sürü evde kayınvalidelere bakılır, komşulara bakılır, bazen akrabalara bakılır. Hiç tanımadıkları insanlara bakanları bile gördüm. Ama bu bakma işini hep kadınlar üstlenir, erkekler de bundan nemalanır. Biz o arka planı görmeyiz. Şimdi böyle bir arka plan olduğunda şöyle bir soru sormak lazım: Tufan gerçekten tek başına yaşayan biri olsaydı Huriye’ye bu iyiliği yapabilecek miydi? Yine de iyi olabilecek miydi? Karakterin haritasını çıkartmak istedim, oradan sorular soralım istedim. Hâlâ iyi mi? Nerelerde çuvallıyor? Bu vesileyle kendi yaşamlarımıza da bakalım istedim.
Sınıfsallık meselesinde de şöyle düşünüyorum: Yine bizim toplumumuzda erkekler –biraz kaba bir şey söyleyeceğim ama doğru– para sahibi olduğu zaman, güç sahibi olduğu zaman muhakkak prim yapıyor, saygı görüyorlar. Pek çok kişinin ise böyle bir şansı olmuyor ve onların iyi olmaktan, iyi olduğunu kanıtlamaya çalışmaktan başka şansı kalmıyor. Tufan da böyle biri, kendini sevdirmeyi çok isteyen birisi. Biraz annesiz babasız büyümüş olmasının da payı var bunda, gerçi filmde çok az değiniliyor o konuya. Sevgi eksikliğiyle büyümüş biri Tufan. O yüzden sürekli takdir toplayarak besleniyor, hayattaki en büyük motivasyon kaynağı bu. Bir patron olsaydı ya da çok zengin biri olsaydı bu kadar iyi olmaya ihtiyacı olmayabilirdi. O açıdan sınıfsal bir tarafı var tabii hikâyenin.
Filmde fazlasıyla sembolik bir karga mevzusu var. Ailenin yaralı kargayla kurduğu ilişki, o iyiliğin ve iyilik yapma hâlinin en görünür olduğu konu. Bir yandan da malum, olumsuz çağrışımları olan bir semboldür karga. Sanki “en sevilmeyecek olana bile iyilik yapıyorlar” gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.
Hemen bir itirafta bulunayım, bu sonuçları göz önünde bulundurmadan bir seçim yapmışım ben. Aslında hiçbir şekilde bir metafor ya da bir sembol olarak kullanmak istemedim kargayı. Benim başıma gelmiş bir olaydan yola çıktım o konuda. Bir gün bir martı düşmüştü önüme. Orada çok tatlı bir amca hiç kimseye şov yapmadan, tamamen ona yoğunlaşarak, canhıraş bir şekilde, bir yerlere götürmeye çalıştı onu. Tufan da böyle birisi. Çok içten gelen, çocuksu bir motivasyonu var. İlla karga olsun diye de düşünmedim, bir hayvan olsun dedim sadece. Metafor olarak düşünmedim yani. Huriye’yle karga arasında bir paralellik de kurmak istemedim. Ama böyle yorumlanacağını tahmin etmeliydim.
Tufan’ın çok otomatikleşmiş tepkileri ve tavırları var, iyiliği de biraz öyle. “Aynen, sıkıntı yok” lafları otomatik, gönderdiği kandil mesajı otomatik. Bence Huriye’ye yaklaşımı da o toplumsal normları çok benimsemiş, özümsemiş olmasından kaynaklanıyor, bir refleksten ibaret. Ama kızıyla ve kargayla ilişkisini ayrı tutuyorum bundan. Vardır öyle tipler. Bizim bu insanları sevmemizin sebebi de içten gelen o çocuksu tepkileridir. Kızıyla ilişkisinde görüyoruz bunu. Tufan’a bazen ne kadar gıcık olursak olalım, çocuğuyla ilişkisinde gıcık olamıyoruz. Hayvanla ilişkisi de öyle. Çocuklar da çok ayırt etmez; bazen vahşilikler yapsalar da birçoğu için hayvan öncelikle bir canlıdır, sonra sonra öğrenirler “bu uğursuz hayvan” diye bakmayı. Hareket eden her şeye ilgi duyar çocuklar. Ona dikkat çekmek için yaptığım bir şeydi. Aslında Huriye’ye toplumsal normlardan ötürü bakarken, kargayı çok içten gelen bir dürtüyle, bırakamadığı için yanına alıyor Tufan. Biraz o ayrıma da dikkat çekmek istedim. Bir karşılık da beklemiyor kargaya iyilik yaparken. Huriye’de de beklemiyor aslında ama otomatik olarak oraya evriliyor mesele. Diğerinde tamamen saf duygularla, yardıma muhtaç olan birisine yardım etme motivasyonuyla bunu yapıyor.
İzleyici bir yandan Tufan’ın kararlarını, davranışlarını sorgulayabiliyor ama bir yandan da onun ahlaki ikilemlerini paylaşıyor, onunla özdeşleşiyor. Bu dengeyi kurarken nelere dikkat ettiniz?
Benim Tufan gibi insanlara karşı hislerim çok karmaşık. Kendimden ya da yakın çevremden, mesela babamdan Tufan’dan izler görüyorum Tufan’da. O gelgitleri, kafa karışıklığını olduğu gibi yansıtmak kıymetli geldi bana. Bir yandan seviyorum Tufan’ı, bir yandan da uyuz oluyorum ona, mesela karısını uyandırıp sevişmeye zorlamasına… Bu anlamda yönetmen olarak karakterimle arama mesafe koymadım. Tam onu eleştireceğim sırada kendimi onu kolluyor buluyorum. Bu çelişkili durum değerli geldi. Aslında kendi bakışımı gözettim ama çok ‘gerçek’ bir karakter olduğu için insanlarda da öyle bir yansıma buldu. İzleyicinin onu sevmesini ama o sevginin içindeki sorunlu yerleri de görmesini istedim. Kötünün kötü olduğunu herkes teslim eder, biz iyilere bakalım, iyi içinde neler barındırıyor? Şikayet ettiğimiz bir sürü şey aslında biraz da böyle insanlardan kaynaklanmıyor mu? Yumuşak mizaçlı, işine geldiğinde kendini kollayan, mesela yanı başında birisine iftira atıldığında sesini çıkarmayan. Bir yandan anlıyorum böyle insanları, bu durumu biraz da sisteme bağlıyorum. Kendini sevdirmeye çalışması, yumuşak başlı olması normal geliyor.
‘İyilik’ deyince, ‘borç’ deyince, tüm bu ahlaki ve vicdani meselelere girince daha ağdalı bir sonuç da çıkabilirdi ortaya ama bir yandan da dozunda bir mizah boyutu var filmin.
Bu baştan, karaktere yapışık bir şekilde çıktı. Tufan neşeli birisi. Hayatı seven, biraz da çocuksu bir karakter. Neşeli bir insanın davranışlarının sınanması daha ilginç geldi bana. Nemrut bir insanın sınanması o kadar dramatik bir etki yaratmaz. Zaten filmde büyük bir dönüşüm yok, orada bir keskinlik olsun istedim. Üzerinde çalıştığım yeni senaryomda da bunu fark ediyorum, yazarken mizah kendiliğinden işin içine giriyor. Serdar (Orçin) bu boyutu köpürtmeye müsait biri. Ozan Çelik, Beyti Engin de buna müsait oyuncular.
Oyuncu seçme süreciniz, oyuncularla çalışma deneyiminiz nasıldı?
Açıkçası kast direktörüm yoktu, birtakım insanlardan tavsiyeler alarak ilerledim. Arzu Gamze Kılınç’ın, özellikle de görüntü yönetmenim Meryem Yavuz’un çok yardımı oldu. Meryem’in aklına çok güveniyorum, herkesten önce de onunla anlaşmıştım film için. Serdar’ı o önerdi bana. Önceleri aklımdaki isimlerden biri olmayan Serdar’la görüştükten sonra onun bu rol için ideal olduğuna karar verdim. Diğer oyuncuları belirlerken de Serdar’a danıştım. Yönetmenler bunu yapmaz genellikle ama Serdar’ın rahat hissetmesi önemliydi benim için.
Borç’un Eskişehir’de geçmesine nasıl karar verdiniz?
Senaryo yazım sürecinde film İstanbul’un küçük mahallelerinden birinde geçiyordu aslında. Ama film için başvurular yaptığım dönem, İstanbul’da patlamaların olduğu dönemdi. Zaten bir ilk film çekiyorum, üstelik yapımcısı da benim, İstanbul’un kaosu çok zor olacak gibi geldi. Eskişehir’de pek çok arkadaşım var. “Burası çok rahat bir şehir, belediye de destek olabilir” dediler. Zaten hikâyenin esasında küçük bir şehirde geçmesi gerekiyordu ama baskın bir karakteri olmayan bir şehir olmalıydı bu. Bir Ege kasabası, bir Karadeniz kenti ya da doğuda bir şehir olsa bu hikâye temsilî olmaktan çıkardı. Bu insan Türkiye’nin her yerinde olabilecek bir insan çünkü. Bu kararı verdikten sonra senaryoyu Eskişehir’e, Eskişehir’in sokaklarına göre revize ettim.
İlk filminizle İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülü kazandınız. Ardından tartışmalar ve jürinin kararına yönelik sert eleştiriler de geldi.
Film biter bitmez, yurtdışında hiçbir yere başvurmadan İstanbul Film Festivali’ne başvurdum ben. Biraz daha beklesem mi, filmi yurtdışında bir festivalde göstermek için şansımı denesem mi diye düşündüm ama hayalimde hep İstanbul Film Festivali olduğu için biraz tezcanlı davrandım. Ödül almak aklımın ucundan bile geçmiyordu, orada yarışıyor olmak yeterince önemliydi zaten benim için. Ödüle çok şaşırdım, benim başka favorilerim vardı yarışmada. Jüri başkanı Pelin Esmer, benim çok sevdiğim bir sinemacıdır. Mesela 11’e 10 Kala (2009) bayıldığım bir filmdir; ilk izlediğimde oturup yedi-sekiz sayfa yazı yazdığımı hatırlıyorum. Son filmi İşe Yarar Bir Şey’i (2017) de çok seviyorum. Bir şekilde yapmak istediğim şeyi anlayacağını düşünüyordum Pelin Esmer’in ama yine de ödül almayı gerçekten beklemiyordum.
Ödülden sonraki tartışmalara gelince: Filmimin kötü bulunmasında bir sakınca yok benim için, birisi ‘En İyi Film’ olduğunu düşünüyorsa bir başkası ‘En Kötü’ olduğunu söyleyebilir elbette. Yaralayıcı da olsa, filmle ilgili farklı uçlarda görüşlerin olması haz bile veriyor bana. Ama filmle ve ödülle ilgili yapılan diğer eleştirilerin kabul edilebilir bir tarafı yoktu.
Borç, 29 Eylül 2020’den itibaren bir ay boyunca MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.