Emin Alper ile Kurak Günler Üzerine Söyleşi: ‘Dolaysız Bir Karabasan’
Emin Alper’in dünya prömiyerini Cannes’da yapan yeni filmi Kurak Günler, kendini yeni atandığı taşra kasabasındaki karmaşık ilişkilerin ortasında bulan Savcı Emre’nin yaşadıklarına odaklanıyor. Vizyon tarihi öncesinde yaşananlarla birlikte hızla yılın sinema olayına dönüşen filmi yönetmen Emin Alper’le konuştuk.
Söyleşi: Aslı Ildır, Ekrem Buğra Büte
Fotoğraflar: Eray Yıldız
Kurak Günler (2022), şüphesiz ki bu yılın önde gelen sinema olaylarından biri. Başrollerine Selahattin Paşalı ile Ekin Koç’u taşıyan film muhafazakâr bir taşra kasabasına atanan genç bir savcının burada yarattığı gerilime odaklanıyor. Emin Alper’in dördüncü uzun metrajı olan Kurak Günler, yönetmenin önceki filmlerine kıyasla güncel politika ve toplumsal vaziyetle çok daha doğrudan bir ilişki kuran, bir aciliyet filmi âdeta. Hikâyesinde barındırdığı homofobi teması başta olmak üzere politik tavrıyla uzun süredir tartışma konusu olan yapım, vizyon tarihinden hemen önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaptığı finansal desteği resmî faiziyle geri istemesi sonrası gündemin merkezine yerleşmişti. Filmin farklı kanallarda her yönüyle tartışıldığı bugünlerde yönetmen Emin Alper’le bir araya geldik ve çok tartışılan senaryo değişikliği meselesinden filmin üretim koşullarına, hikâyedeki fail meselesinin politik anlamlarından reji tercihlerine pek çok konuyu masaya yatırdık.
Bu söyleşi, filmdeki sürpriz gelişmeleri açık etmektedir.
Filmin ortaya çıkış hikâyesinden önce isterseniz geçtiğimiz hafta gündeme gelen bakanlık sürecini sizden detaylı bir şekilde dinleyelim. Nasıl ilerledi süreç?
Biz bakanlık desteği için başvurduğumuzda sanırım 2018’in sonuydu. Senaryonun ilk hâliyle başvurduk. Desteklerin toplanması ve hayata geçirilmesi çok uzun sürdüğü için biz genelde ortaya çıkan ilk taslakla apar topar başvururuz. Senaryoların hakkaniyetli değerlendirilmesi konusunda zaten çok fazla güvenimiz olmadığı için senaryonun en iyi hâle gelmesini beklemeyiz. Yazar yazmaz ilk taslağı göndeririz. Biz de öyle yaptık 2018’in sonunda, 2019’da da destek çıktı. Ondan sonra da senaryo tabii ki gelişti. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bütün yazar ve yönetmenlerin yaptığı gibi senaryo üzerinde çalıştım ve senaryoda çeşitli değişiklikler yaptım. Fakat en nihayetinde bu değişiklikler bakanlık resmî raporunda belirtildiği gibi yaklaşık yüzde 25’lik bir tutarı kapsıyor. Dolayısıyla baştan aşağı bir senaryo değişikliği falan söz konusu değil. Fakat senaryodaki bazı değişikliklerin, en başta da iki erkek arasında gelişen homoerotik ilişki meselesinin tabii ki bakanlık tarafından hoş karşılanmayacağını tahmin ediyorduk. Bu nedenle de 2021 Mart’ında, sete çıkmadan önce son değişiklikleri teslim ettik bakanlığa, yani şu anki çekilmiş hâliyle birebir örtüşen senaryoyu. Fakat hiçbir zaman verdiğimiz bu senaryoya yönelik yazılı “Değişiklikler kabul edilmiştir” türünden bir cevap alamadık.
Değişikliklerin nasıl takip edildiği meselesinden de biraz bahsedelim. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir süreci işletiyor bakanlık. İlk verilen senaryoyla bitmiş film arasındaki farklılıklara bakıyor, eğer değişiklikler hoşuna gitmezse parayı geri isteme hakkını saklı tutuyor. Bu 2019 yılındaki yönetmelik değişikliğiyle yapıldı. Bundan daha önce de bir kısa filmden para istendi ama kısa film olduğu için çok fazla duyulmadı bu hikâye. İlk kez bir uzun metraj filmden değişikliklerin uygun görülmediği gerekçesiyle para geri isteniyor. Bize gelen açıklama bu kadar. Neden uygun görülmediğiyle ilgili herhangi bir açıklama yok. Bu açıdan keyfiliğe son derece kapı açan bir uygulamaya imza atmış gözüküyor bakanlık. Destekleme kurulunun kararı yok. Çünkü destekleme kurulunun böyle bir karara imza atmayacağını beyan ettiğini biliyoruz. Dolayısıyla destekleme kurulu baypas edilerek bakanlık tarafından alınmış bir karar bu. Son değişikliklere dair dilekçeyi ve senaryoyu teslim edişimizden tam 20 ay sonra alınmış bir karar. Tabii ki bu, büyük ölçüde baskı sonucu alınmış bir karar. Cannes Film Festivali’nde başlayan, yandaş medyadaki Antalya Film Festivali’nden sonra da devam eden haberler, sinemacılar üzerinde son dönemde kurulan baskılar – Özcan Alper’e yönelik sosyal medya lincinden de bildiğimiz gibi… Bütün bunların etkisi sonucu bence bakanlık böyle bir karar aldı. Zaten daha önce ellerindeki bu silahla herkesi otosansüre sürüklüyorlardı. Otosansürü kabul etmeyenlere de cezalandırılacaklarını dolaylı yoldan söylüyorlardı. Bunun ilk kurbanı bu film oldu.
Peki bu karar senaryodaki kuir içeriğe yönelik olarak mı, yoksa filmin genel siyasi sözü nedeniyle mi verildi sizce?
Yok, filmin siyasi sözü zaten en başından beri vardı. O tip konular anlamazlıktan gelmeye çok müsait. Ama son yıllarda LGBTİ+ içeriği konusundaki hassasiyet takıntı derecesini aldı. Dolayısıyla asıl sebep homoerotizm ve homofobi teması gibi duruyor. Antalya da tuz biber olmuştur sanırım. Fakat hangisi hangi oranda etkili olmuştur hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz.
Senaryodaki değişiklikler gazeteci karakteri üzerinden mi gerçekleşti?
Evet, gazeteci ve savcı ilişkisi üzerinden. Daha farklı karakterler vardı ilk versiyonda. Asıl ikinci karakter belediye başkanının karısıydı. O karakteri attım tamamen. Gazeteci çok daha ikincil bir roldeydi. Ama hiç memnun değildim o hâlinden, en başından beri bunu değiştireceğimi biliyordum. O karakteri attıktan sonra da gazetecinin rolü büyüdü. Onunla da birlikte bu homoerotik gerilim de girdi hikâyeye. Finale doğru lince giden süreç de çok daha inandırıcı bir hâl aldı bu değişiklikle.
Baştan beri politikti dediniz. Bu filmi üretme aciliyetini doğuran durum, bu filmin zamanın ruhundan aldığı şey nedir? Hikâyeyi hayal etmeden önce çekirdek bir imge, bir fikir ya da karakter var mıydı kafanızda?
Elimde başka taslaklar da vardı. Onları bir yana koydum ve bu yaşadığımız döneme dair daha dolaysız, daha önce yaptığım gibi zamansız ve mekânsız olmayan, daha doğrudan güncelle ilişki kurabilecek bir hikâye tasarlamak istedim. Özellikle 2016’dan sonra, OHAL’in hayatımıza girmesi ve normalleştirildiği dönem Türkiye tarihi için çok olağanüstü bir dönem. Bu döneme dair bir şey söylemek ihtiyacı hissettim. Bu dönem kapanır ya da kapanmaz, her halükârda bu döneme tanıklık eden insanların bir şeyler söylemesi gerektiğini düşünüyordum. Bu çünkü sadece siyasi bir sorumluluk değil, kendi şahsi hayatımızın, şahsi deneyimlerimizin de gerektirdiği bir şey. Çünkü siyasi hayatla şahsi hayat arasında bir ayrım kalmadı. Sürekli yaşanan siyasal baskı ortamı doğrudan gündelik hayatımızın alanını daraltıyor. Dolayısıyla bu aynı zamanda şahsi bir mesele. Buna dair bir şeyler söylemek istedim. Hobsbawm’ın Birinci Dünya Savaşı ile ilgili bir tespiti vardır. 19. yüzyılda örneğin Napolyon Savaşları sırasında geçen ve savaştan hiç bahsetmeyen bir roman bulabilirsiniz ama 1914-1918 yılları arasında geçen ve savaştan bahsetmeyen tek bir roman bulamazsınız. Çünkü savaş her bir bireyin hayatını o kadar etkilemiştir ki “savaş”ın bulaşmadığı bir özel hayat hayal edemezsiniz. Neredeyse onun gibi, bizim de son yıllarımız özel hayatın siyasetten bağımsızlaşmasının mümkün olmadığı bir dönemdi.
Kafamdaki ilk imgelerden bir tanesi şuydu: Yine bir küçük kasaba ve kasabada geçen bir hikâye olsun istedim. Kasabada ana karakterimizin ve onun dolayımıyla seyircinin açıkça kötülük ve zorbalık olarak addedeceği eylemlerine rağmen, halk tarafından sevilen ve seçilen bir siyasal figür vardı kafamda. Bu da büyük ihtimalle belediye başkanıydı. Belediye başkanının kötülüklerine ve zorbalıklarına, halkın ekonomik veya kısa vadeli çıkarlarına hizmet ediyor olması nedeniyle göz yuman bir kasaba fikri vardı. Sonra bu hemen aklıma Ibsen’in ‘Bir Halk Düşmanı’nı getirdi. Onda da kasabanın çıkarlarının tersine bir kaplıca projesinin aleyhine konuşan bir doktor karakterinin, kasabada yavaş yavaş bir günah keçisi hâline gelmesinin ve bir halk düşmanına dönüşmesinin hikâyesi anlatılıyor. Buralardan yola çıkarak bir şeyler yapabilirim diye düşündüm. Oradan, kim olabilir bu olaylara tanıklık eden kişi diye düşündüm. Belediye başkanıyla mücadele hâlinde olan bir başka güçlü kişi, yetkili… Özellikle kamusal otoriteye sahip bir kişi olsun istedim. Bir öğretmen gibi nispeten daha zayıf bir figür olsaydı, zaten bu çaresizlik, zayıflık ve yalnızlık baştan itibaren ortaya serilmiş olurdu. Dolayısıyla güçlü bir figürün giderek yalnızlaşmasına, linç edilmesine ve günah keçisi hâline getirilmesi sürecine giden bir hikâyeyi anlatabileceğimi düşündüm. Ondan sonra hikâyeyi yazdıkça yeni fikirler ve yan hikâyeler geldi, katman katman o bildiğiniz suç hikâyesi filme eklendi.
Hikâyenin öncekiler gibi zamansız mekânsız olmadığını söylediniz, ancak sonlara doğru yine de gerçeklikten kopuyoruz sanki. İçinden çıkamadığımız, kapalı bir cehennem havası var.
Var tabii. O mekânın iyice klostrofobikleşmesi, üzerimize gelmesi, karabasana dönüşmesi… Mekânsızlık belki, ama zamansızlık vurgusunu hiç yapmadım bu filmde, teknolojik cihaz kullanımında vs. Daha öncekilerde onlardan uzak duruyordum. Kız Kardeşler’de (2019) televizyon yoktu, elektrik vardı. “Türkiye’nin hangi döneminde geçiyor?” gibi bir soru işareti oluşmasını istemiştim. Abluka’da (2015) da bu örgüt hangi örgüt, hangi dönem, hangi mahalle… gibi sorular geliyor aklınıza ve hiçbirine cevap vermiyorsunuz ya. Burada daha net cevaplar var. Kimse neyi anlattığımız konusunda bir şüpheye kapılmadı.
Peki bunun filmin ayağına dolaşacak bir şey olduğunu düşündünüz mü? Abluka’yla kıyaslayınca referanslar çok açık burada. İlk baştan itibaren ne izlediğimizi biliyoruz, orayı da tanıyoruz. Sonra tek tek senaryo adımlarında, Emre’nin evine gelen çocukla konuştuğu sahnede mesela, bütün kartlar iyice açılıyor. Bu açıklığın filmin kendisine zarar verebileceğini düşündünüz mü hiç?
Çok düşünmedim açıkçası. Doğrudan olsun, açık olsun istedim. Hiç öyle kaygılarım olmadı açıkçası. Bu biraz diğer filmlerime kıyasla daha lafını söyleme filmi olduğu için, o konuda dilimin özel bir inceliği ve zarafeti olsun diye çok düşünmedim.
Dile gelirsek biraz… Diğer filmlerde de hep bir tür dünyası ve referansları vardı ama burada en sona doğru özellikle çok doğrudan bir tür dünyası kuruluyor, aksiyon, gerilim, korku… Sona doğru iyice gerçeklikten de kopuyoruz. Bu tercihi neden uca çektiğinizi merak ediyoruz.
Her zaman olduğu gibi bunu özellikle planlamıyorsunuz. Öyle bir film olsun da sonu şöyle bitsin ya da öyle bir film olsun ki janr öğelerini çok kullanayım… diye düşünmüyorsunuz. Bu biraz hikâye geliştikçe, senaryo ilerledikçe ortaya çıkıyor. Hikâye bir linç hikâyesine doğru gitti sonuna doğru. Zaten hep vardı aslında sonunda bir linç olması fikri. Ama bu linci daha arthouse filmlerde olduğu gibi daha off-screen ve göstermeden de yapabilirdim… Ama filmi en başından itibaren biraz o savcının karabasan deneyimi üzerine inşa etmeye çalıştığım için o çok dolaylı anlatım bana biraz yetersiz geldi. O son yirmi dakikadaki linç havasının mümkün olduğu kadar seyircide bir karşılığı olsun istedim. Bu çok zor bir karardı. Çünkü bunu yapmak çeşitli nedenlerle çok zordu. Parasal ve teknik zorluklar var. Endüstrimizdeki yardımcı oyunculuk kalitesinden tutun, bir sürü engel var. Saatlerce, günlerce zaman ayırmanız lazım böyle bir sahneyi hakkıyla çekebilmek için. Biraz fazla cesur davrandım diye düşünüyorum şimdi geriye dönüp baktığımda. Gerçekten çok zorlandık o sahneleri çekerken, çok hızlı hareket etmek zorundaydık. Hele de yardımcı oyuncuların yerel oyuncular olduğunu düşünecek olursanız. Çoğu hayatlarında ilk kez set görmüş çocuklardı. Dolayısıyla korkuyordum da, o beklediğim etki çıkmayabilir, sakil durabilir vs. diye. Ama sette hem görüntü yönetmenimiz hem de set arkasındaki insanlar çekimin iyi gittiğine dair bana güven verince, ön hazırlıkları falan da iyi yapınca fena olmadı galiba sonuç diye düşündüm. Ben filmi görünce hâlâ çok daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum tabii.
Teknik olarak bu bahsettiğiniz ihtiyaçların kotarılamamış olduğunu düşünseydiniz başka bir final izler miydik yoksa öncelik bunda mıydı?
Alternatifimiz yoktu o linç bloğuna. Ama eğer becerememiş olsaydık kurguda düşünürdük, bunsuz nasıl yaparız diye. Yeniden çekmek de teorik olarak mümkündür ama parasızlık nedeniyle bunu yapmamız asla mümkün olmazdı. Tabii bütün bu süreçte benim dizi tecrübemin biraz faydası oldu. Hem çok figüranla çalışmayı tecrübe ettim, hem daha janr işi yaptık, örneğin kovalamaca sahnesi çektik orada. Bu deneyimimin de bu tip sahnelere girişmemdeki cesaretimi artırdığını söyleyebilirim.
Filmle ilgili ilk fikirlerden bir tanesi, kasabada bir kötülüğün faili veya ortağı olmuş bir yönetici bloğunun olmasıydı.
İşin biraz daha yaratım tarafına dönersek… Suç hikâyesi sonradan eklendi diyorsunuz ama merkezde bir suç hikâyesi var aslında. Bir geceyi izliyoruz ve o gecenin yarattığı şeyleri hafıza ve vicdan üzerinden karakter geri döndükçe yeniden deneyimliyoruz. Bu hikâye yapısının kurulmasında suçun kendisinin ve hafızanın rolü neydi?
Sonradan eklendi derken, aslında en baştaki taslağın içine sonradan eklendi. Yoksa senaryoda çok erken aşamalarda vardı o suç unsuru. Çünkü ilk fikirlerden bir tanesi, kasabada bir kötülüğün faili veya ortağı olmuş bir yönetici bloğunun olmasıydı. Bu bloğun işlediği suçların aslında halkın çok da umrunda olmadığı fikrini işlemek istiyordum Kasabalının en nihayetinde su meselesini kim çözecek saikiyle davrandığını göstermek istiyordum. Dolayısıyla hikâyede ağır bir suç olacaktı. Onu o geceye koyup koymamak tabii ki bir tercihti. O geceye koymak bana savcının bu işe bir şekilde dâhil olmuş olabileceği fikrini getirdiği için çok hoşlandım. Öbür türlü savcının sadece duyduğu ve gördüğü, uzaktan tanık olduğu bir hikâye olsaydı tam bir iyi-kötü anlatısına dönmüş olacaktı. Dışarıdan gelen iyi karakterin kötü ve yoz kasabalılara karşı mücadelesi hâline gelecekti. Ama o gece olması bana hem savcının kendisine yönelik bir sorgulama süreci başlatmasına imkân verdiği için hoşuma gitti, hem de o kolaylıkla özdeşleşebileceğimiz saf iyi savcı imgesini biraz kırdı. Hemen ardından o geceye dair gazeteci Murat’ın da birtakım iddiaları belirince -bu sonradan eklendi mesela- o gecede ne oldu sorusu son derece farklı yerlere gitti ve katmanlı bir soruya dönüştü. O gece suça iştirak mi edildi, tanık mı olundu, Emre o gece hiç mi orada değildi, orada değilse hikâyenin öbür tarafı yani Murat’ın anlattığı hikâye mi doğru? Onun ne kadarı doğru, ima edilen kısmı mı doğru? Buradan yine kendisine ve cinsel eğilimlerine yönelik bir sorgulama başladı. Bir anlamda soruşturmanın kaderiyle kendi şahsi eğilimlerinin araştırılmasının -hem suça eğilim hem de cinsel yönelim- iç içe geçmesi fikri hoşuma gitti. Bir şekilde Emre’nin “o gece ne oldu”ya dair verdiği cevap hem şahsi bir cevap olacaktı, yani karakterine dair bir cevap olacaktı, hem de politik anlamları olacaktı.
Bu noktadan hareket edince filmi yürüten şey karakterin vicdanı oluyor ister istemez. Hâkim de avukat da uyarıyor mesela Emre’yi ama o soruşturmaya devam ediyor. Bütün hikâyeyi var eden de karakterin vicdanlı bir karakter olması ve bunu sorgulamaya devam etmesi. Bu vicdan meselesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tabii ki vicdan meselesi olmadan savcının yürüttüğü soruşturma da anlamsız olur. Benim hem yönetmen Emin Alper olarak hem de büyük ölçüde var olan siyasi yapıdan aşırı mutsuz olan insanlar olarak, bu kadar mutsuz olmamızın sebeplerinden birisi tabii ki vicdanlı oluşumuz ve etrafımızdaki kötülüklere bu kadar sessiz kalınmasından hoşlanmamamız. Ama vicdan her şeyi açıklamıyor tabii ki. Hatta çok az şeyi açıklıyor. Çünkü asıl mesele vicdan sahibi olmak değil vicdanının sesini susturabileceğin çok fazla mekanizmaya sahip olman. Karşındaki “düşman” ise “öteki” ise var oluşuna simgesel ya da gerçek bir tehdit olarak algılanıyorsa bu sözde tehdide yönelik vicdan ilkesini kolaylıkla devreden çıkarabilirsin. Bütün katliam ve soykırım süreçlerini önceleyen “gayri-insanileştirme” (de-humanization) süreçleri vardır. Yani karşındakini önce insan altı bir yere koyarsın ki ona yönelik eylemlerde vicdani süreçler devreye girmesin. Neyse bu çok uzun ve geniş bir konu. Kısacası söylemek istediğim soyut bir vicdan çağrısı hiçbir şeyin çözümü olamaz. Ben de özellikle Emre karakterini ele alırken vicdan meselesini aslında o kadar çok vurgulamadığımı düşünüyorum. Tabii ki vicdan var, vicdan olmadan bu soruşturma yapılamaz. Fakat ben vicdani muhasebeyi daha da fazla vurgulayacak diyaloglar yazmaktan uzak durdum. Ondan ziyade Emre’de belirli bir inatlaşma isteği, arzusu hatta bir kibri de olsun istedim. Örneğin ilk gördüğü andan itibaren Şahin’den ve Kemal’den hoşlanmıyor. Bir ara buzlar erir gibi oluyor ama gece yine tatsız bitiyor. Hoşlanmadığı tipler bunlar, en baştan bunu vurgulamak istedim. Zaten bunu avukat da söylüyor, bizim yıldızımız hiç barışmadı diyor. Hâkimin konuşmalarında da biraz çıktığı gibi, belki biraz da onları hor gördüğü biraz da onlara gıcık olduğu için soruşturmayı o yöne doğru itiyor. Başka olasılıkları otomatikman eleyerek, belki de o karakterlerden hoşlanmadığı için, onların kendisine yönelik mütecaviz ve laubali tavırlarından rahatsız olduğu için kendisi hiçbir şey hatırlamadığı hâlde hep “muhakkak onlar yaptı” varsayımıyla ilerliyor. Pekmez’in ifadesini seyirci olarak hiç duymuyoruz. Dolayısıyla belki de Pekmez’in ifadesi sırasında yönlendirici de olmuş olabilir Emre. Kısacası Emre tarafsız bir gözlemci ya da olayların üzerine yükselerek sadece vicdanının sesiyle hareket eden bir kahraman değil. Olayların tarafı o. Daha ilk sahneden itibaren kasabalıya “sokakta hayvan avlayan barbarlar” gözüyle bakan bir kibiri de var Emre’nin.
Dolayısıyla benim için Emre adına o saf vicdan hikâyesi çalışmıyor. Az önce anlattığım “o gece ne oldu” hikâyesine dair verilecek cevapların politik imalarının da farkında Emre. Sadece şunun hesabını yapıyor: “O geceyi eğer gazeteci Murat’ın evinde geçirdiysem bunun sonuçları ne olur? Bir taraftan soruşturmayı daha rahat yürütürüm, ama bu beni aynı zamanda kasabalı nezdinde veya kendi adıma o gece Murat’la seviştiğime dair bir sonuca götürür mü?” tarzında hesapları da yapabilecek birisi. Zaten göldeki konuşmasında da açık açık söylüyor bunları. Kendi kafasındaki hesapların aslında Murat tarafından yapıldığını söyleyerek onu suçluyor. Dolayısıyla benim için burada saf bir vicdan sorgulaması yok. Tarafsız bir hukukçu değil, bu davadan nasıl galip çıkacağını düşünen inatçı bir “taraf” Emre aynı zamanda. En nihayetinde hâkimin son uzlaşma çağrısını reddetmesinde de saf vicdan etkin değil; hem Murat’a yönelik duygularının payı olabilir, hem de elindeki gücü nasıl kullanacağını bilemeyen bir kibre sahip olmasının. Kısacası Emre hırsları, tutkuları olan etten kemikten bir insan. Klasik Yunan tragedyalarında karakterin çöküşü hep gücünü fazla abarttığında çıkar, yapamayacaklarını yapabileceğini sandığında başlar. Bu anlamda Emre de trajik ve zaafları olan bir figür ve benim için hiçbir zaman saf, temiz ve vicdandan ibaret bir karakter değil. Hep diğer karakterler için söyleniyor, Murat’ın motivasyonu ne, biraz karanlık bir tip… vs. diye. Bence benzer şeyler Emre için de az da olsa söylenebilir. Mesela karşılaştırırsak Özcan’ın (Alper) Karanlık Gece (2022) filmindeki karakter daha vicdanlı, daha az hesapçı. Emre ise bütün naifliğine rağmen daha fazla hesap yapabilen bir karakter. Finale doğru giden süreci öngörememesine yol açan şey sadece vicdanının peşinden gitmesi değil; inatlaşma, muarızını hor görme ve kendi gücünü abartma gibi zaaflarının da bunda payı var.
Bir yandan başından itibaren Emre seyircinin tutunabileceği tek karakter aslında; kasabadaki pisliğe, yozlaşmaya, şiddete, tecavüze karşı inatlaşan neredeyse tek karakter. Seyircinin ucundan da olsa özdeşleşebileceği tek karakterin de bir şüpheli, potansiyel bir tecavüz faili olmasının politik olarak ve izleyici açısından nasıl bir anlamı var? İyi-kötünün ötesinde, günün sonunda seyircinin tutunabileceği hiçbir “beyaz” karakter kalmaması sizin için nasıl bir yere denk geliyor?
Öbür türlüsü benim için çok daha net bir şekilde iyi-kötü ayrımına yol açardı. Bizim iyi karakterle özdeşleştiğimiz, kendi vicdanımızı o karakter dolayımıyla akladığımız, Brecht’in Aristo’ya atfettiği negatif anlamda bir katarsisle sinemadan çıkardık. Her zaman çok daha karmaşık ve sorunlu özdeşleşme ilişkilerini tercih ediyorum ben. Hem bunun politik olarak daha doğru ve sofistike olduğunu düşünüyorum, hem de insanları tartışmaya ve düşünmeye yönelten bir tarafı olduğunu düşünüyorum bunun. Brecht’in Aristo’ya haksızlık ettiği yerler var çünkü Aristocu anlamda pek çok trajik karakterde bu özelliği görüyoruz. Seyircinin aslında o kadar da kolay özdeşleşemeyeceği tipler, sorunlu, kusurlu, açıkça suç işlemiş, suç işleyebilecek karakterlerin hikâyenin sonundaki yıkımından yine de etkileniyoruz klasik trajedide. Klasik trajedinin bence en ilginç tarafı bu. Karakteri ve karakterin günahlarını sorgulatmaya meyilli tarafı bu. Dolayısıyla benim için Emre de en baştan itibaren sorunsuz ve pürüzsüz bir özdeşleşmeye yol açabilecek bir figürü temsil etmemeliydi. Finalde özdeşleşmeye doğru itiliyoruz ve bu özdeşleşmeye itilmemiz için de çeşitli sebepler var. En nihayetinde savcının erdemlerinin ağır bastığı bir ortam karşımıza çıkıyor. En temelinde şunu söyleyebiliriz: Kendisini yakacağını bildiği hâlde soruşturmaya devam ediyor Emre. Avukatın da söylediği gibi, bunun ucunun kendisine dokunacağını bildiği hâlde ısrarla soruşturmaya devam ediyor. Az önce söylediğim gibi bunları belki saf vicdan duygusuyla yapmıyor, motivasyonları arasında şahsi hırsları da var ama en nihayetinde ne kadar başka duygularla karışmış olsa da tavrı kesin bir biçimde erdemli olarak nitelendirilebilecek bir tavır. Çünkü pekâlâ biliyoruz ki hâkimin önerdiği gibi uzlaşıp onlardan biri olmayı da seçebilirdi. Bunlar en nihayetinde onun erdemli taraflarının seyirci nezdinde biraz daha ağır basmasına, hatta o gece de “yok ya bu çocuk yapmamıştır” gibi bir izlenimin doğmasına neden oluyor. Ama evet, tümüyle aklamadım. Çünkü onunla özdeşleşecek seyircinin de kendisini aklamasını istemedim. Bunlar hepimizin potansiyel olarak ortak olabileceği kötülükler.
Sonunu çok katartik bulanlar oldu, ne düşünüyorsunuz bu konuda?
O katarsis bence hikâyeden kaynaklı bir özdeşleşmeden ziyade Türkiye’deki linç ortamını bir şekilde yaşamış, doğrudan kurbanı olmasa bile tanığı olmuş insanların duyduğu çaresizlikle alakalı. Ama geriye dönüp bakıldığında Emre karakterinin kimi pürüzleri ve sorunları nedeniyle o kadar da özdeşleşilecek bir karakter olmadığını görebiliyoruz. Fakat nihayetinde Emre’nin erdemli taraflarının yanında düştüğü pozisyon ve o pozisyonun Türkiyeli izleyiciye hatırlattıkları o doğrudan özdeşleşmeyi ve dehşet duygusunu yaratıyor. Ve finaldeki, son karedeki rahatlama hissi de bir tür katartik deneyime yol açıyor.
Bir yandan da Emre’ye dair karakter olarak çok da fazla bir şey bilmiyoruz, geçmişine veya kim olduğuna dair. Annesiyle kısa bir konuşmasını görüyoruz sadece. Biraz alegorikleşsin diye mi tercih ettiniz bunu?
Emre’nin geçmişi benim açımdan bir cevabı olan bir soru ancak filme bunu yedirmek çok kolay değildi. Anneyle daha fazla diyaloğu vardı, daha çok bilgi vardı karaktere dair. Ama filmde buna yer yoktu açıkçası. Çünkü filmin başından itibaren başka bir dünyaya giriyoruz, karakterin arkasından koşturuyoruz ya, karakterin geçmişi ayak bağı olabilirdi biraz. Dolayısıyla karakterin ana hatlarıyla çizilmesi benim için yeterliydi. Çok detaylı geçmişe dair hikâyeler bu yüzden çok koymadım. O benim için kasabaya atılmış bir figürdü. Bu anlamda geçmişinden getirdiği özelliklerin detaylarıyla çok fazla ilgilenmedim.
Seyircinin püripak, saf bir karakterle özdeşleşmesindense, potansiyel bir tecavüz faili olabilecek bir karakterle özdeşleşmesini daha politik ve daha sorgulatıcı buluyorum.
Boş levha gibi bir yandan. İsmi Emre, beyaz, sanki hiçbir şeyden haberi yok gibi gözüken, sadece erdemleriyle var olan bir karakter gibi. Sondaki katarsisle ilgili olarak da, aslında erdemini önüne koyan ve kendini sorgulayabilen karakterin yanında duruyoruz gibi.
Şunu tekrar edeyim. Seyircinin püripak, saf bir karakterle özdeşleşmesindense, potansiyel bir tecavüz faili olabilecek bir karakterle özdeşleşmesini daha politik ve daha sorgulatıcı buluyorum. Az önce de söylediğim gibi hiçbirimiz suçtan azade doğmuyoruz. Bazılarımız genetik olarak suça eğilimli, bazılarımız masum gibi bir durum yok. Bu anlamda kendini otomatik olarak iyi pozisyonuna koyan seyircinin konumunu da sarsan bir özdeşleşmeyi tercih ediyorum. “Biz de ortak olabilir miydik… Biz Emre’ysek, onunla özdeşleşiyorsak, biz de o gece orada olabilir miydik, o suçun faili olabilir miydik…” gibi soruları sordurmasını ümit ediyorum bu sorunlu özdeşleşme ilişkisi dolayımıyla.
Bu bağlamda hâkim karakteri de önemli. Eğer iki taraf varsa filmde, Emre’nin tarafına daha yakın olan karakterin kadın bir hâkim olması ve ona kendisine soramadığı soruları sormasının nasıl bir işlevi var sizce hem hikâye hem de karakter adına? Konformist olarak gördü pek çok insan örneğin…
Hâkim konformist, ama tamamen onların safına geçmiş bir insan değil. Tabii ki çok daha uzlaşmacı bir yerde duruyor. Emre’yi de bu uzlaşmacı yere çekmeye çalışıyor. Emre’yi seviyor da, tamamen art niyetinden değil. Ona hakiki bir ilgi de gösteriyor, onun zarar görmesini istemiyor, bu yolla onu zarardan koruyabileceğini düşünüyor. Ama az önce söylediğim zaaflarını da Emre’ye söyleyen insanlardan birisi o. Emre’nin açıkça kasabalıyı aşağıladığı sahnelerden bir tanesi hâkimin önünde gerçekleşiyor ve o da çok kibar bir şekilde elitizmini eleştiriyor Emre’nin. Son dönemeçte “Bak artık inat etme, raporlar da geldi, belli ki olay bağ evinde gerçekleşmemiş…” diyor. Orada da yine hep iki uca çekilebilecek şeyler söylüyor. Doğru olabilir kadının söylediği, ama en nihayetinde bu bir uzlaşma teklifi de. İkisini aynı anda barındırma potansiyeli beni orada ilgilendiriyor. Çoğunlukla böyle okunmadı ama orada üçüncü bir olasılık da var. Pekâlâ o gece gerçekleşmemiş olabilir o suç… Hâkim bir anlamda onu da hatırlatıyor. Filmdeki her olayda olduğu gibi bunun da bir gerçeklik boyutu var (Olay oldu mu olmadı mı?) ama aynı zamanda olayın politik bir sonucu da var. Hâkim de bunu çok iyi biliyor ve bazen politik sonucundan yürüyerek gerçeğe ulaşıyor. Sen gerçeğe bu kadar takılma, bunun politik sonuçlarını da düşün diyerek bir davette bulunuyor. Ama aynı zamanda gerçekten “belki de olmadı”yı da hatırlatan tek kişi. Tıpkı son on yılda ülkede yaşadığımız büyük siyasi davalarda olduğu gibi. Gerçekte ne olduğundan çok olası gerçekliğin politik sonuçlarıyla ilgili herkes. Ve bu politik sonuçlardan geriye doğru giderek gerçeği buluyoruz. Kim biliyor ki o büyük davalarda gerçeğin ne olduğunu? Gerçeğin ne olduğunu ilan eden siyasi iktidarı elinde bulunduranlar. Tıpkı filmde Emre’yi suçlu ilan edenler gibi.
Halk demişken… Sonlara doğru Emre’yle Murat’ın saklandıkları evden çıkıp arabaya bindikleri bir sahne var. Sokağa çıktıklarında halkın bağrışmaları birden duruyor, biz de soruyoruz hatta “Aslında o kadar da güçlü değiller mi?” diye. O sahne oldukça ayrıksı da duruyor. Nasıl bir anlamı vardı o karşılaşma ânının sizin için?
Aslında bir kitle psikolojisi tarifi o. Kitle her zaman gücünü birbirinden alır. Birisi taş atar, öbürü de ben niye geri duruyorum diyerek taş atar ve birden herkes taş atmaya başlar. Ahlaki sorumluluk nedeniyle normalde kaçındığınız şeyler, toplu bir ahlaki sorumluluk paylaştırılmasına dönünce azalır ve o kolektif içerisinde kaybolursunuz. Maça gittiğinizde normal hayatta asla edemeyeceğiniz küfürleri edersiniz. Çünkü orada siz kaybolmuşsunuzdur artık. Orada bir kitle vardır. Ama bunun bir anda kırıldığı anlar var. Bunu muhakkak hayatınızda yaşamışsınızdır. Lisede mesela… okul bahçesinde protesto gürültülerinin çıkarıldığı yere bir anda hocanın gelmesi ve “höt” demesiyle herkesin esas duruşa geçmesi vs. gibi… Orada hissedersiniz, hoca biraz daha geç gelse kalabalık iyice zıvanadan, kontrolden çıkacaktır. Ama hoca doğru anda otoritesini hatırlatınca herkes bir anda susuverir. Dolayısıyla orada da öyle bir an var. Kapalı kapılar arkasında rahatlıkla küfredip taciz edebildikleri savcıyı bir anda karşılarında görünce o kolektif güç ağı ve dayanışması bir anda dağılıyor. Onun tekrar tekrar oluşması biraz zaman alıyor ve en nihayetinde oluştuğu an da savcının arkasını döndüğü ve uzaklaşmaya başladığı, zayıflığını bir anlamda göstermeye başladığı an.
İmgeden gerçeğe dönüşüyor aslında karakter. Kafalarında bir savcı imgesi var, sonra karşılarında gerçeğini görüyorlar.
Evet, bir de savcı çok otoriter bir figürdür taşrada. Bidon atıldığı sahnede mesela, çıkıyor “Kim yaptı bunu?” diyor, çıt çıkmıyor. O sahnede bir de tek tek gözlerinin içine bakıyor savcı, o da önemli. O göz göze gelme “Sen kalabalık değilsin, seni tanıyorum, sen kalabalıkta herhangi birisi değilsin” anlamına gelir ve insana yaptığı şeyin sorumluluğunu yükler. Artık kalabalığa sığınamazsın.
Final karesinde aslında gerçeklik sözleşmesini bozan, fantastiğe varacak ölçüde politik bir “müdahale” durumu var. Kamera karşı tarafa geçiyor ve orada bitiyor film, Emre’yle Murat’ın tarafında durarak çıkıyoruz filmden. Bunun anlamı sizin için neydi? Final hep böyle miydi başından beri?
Hem senaryo sürecinde hem de çekim aşamasında final için çok fazla alternatif vardı. Obruğa düşmeleri, onları kovalayanların düşmeleri, o final karesinden sonra ikisinin arkalarını dönüp uzaklaşmaları… Ama ben o finali fantastik bir son olarak düşünmedim açıkçası, genel olarak böyle söylense de. Tabii ki irkiltici, “Bir dakika ne oldu?” dedirten bir son ama tümüyle fizik ötesi bir olay da değil bana kalırsa. Bunun olası açıklamaları da var. Yanından dolaşmış olabilirler mesela. Süre biraz kısıtlı gelmiş olabilir bunun için ama kurguda bilerek o süreyi uzattım aslında. Kasabalılar ne oluyor diye birbirlerine sorarken belki de o sırada onlar karşı tarafa geçiyorlardı. O yüzden tam anlamıyla fantastik değil ama fantastik mi acaba diye sordurtabileceğimiz bir final olsun istedim. Doruk aşamasının orası olduğunu düşündüm ve kurgu aşamasında orada kesmeye karar verdik. Hem kamera bir şekilde onların safında olduğunu belli ediyor hem onlara zarar gelmeyeceğini ve bunun sebebinin obruk olduğunu söylemiş oluyor. Bir taraftan da karşılıklı meydan okuma gibi bitiyor ve kavganın devam edeceğini ima ediyor. Tüm bunlar nedeniyle en tatmin edici final oydu benim için.
Susuz Yaz’dan (1963) Bir Zamanlar Anadolu’da’ya (2011) ve oradan Kurak Günler’e bir izlek çizsek ne düşünürsünüz? Taşranın sıkıntısının ve şu anda yarattığı aciliyet hissinin adını koymak bakımından özellikle.
Tabii ki filmin bu sinema klasikleriyle birlikte anılması çok mutlu ediyor beni ve ben de bunu çok yapıyorum kafamda. Hem senaryo aşamasında hem çekim aşamasında da böyleydi bu. Bizim hem sinemamızda hem edebiyatımızda çok sık işlenmiş konular bunlar zaten. En genel anlamda (Susuz Yaz’da öyle değil tabii ama) kasabaya ait olmayan şehirli bir memurun kasabaya gelmesi ve ardından yaşananlar… Yakup Kadri’nin ‘Yaban’ından itibaren en temel meselelerimizden birisi Batı-Doğu, şehir-taşra gerilimi olduğu için ve çoğu zaman bu örtüştüğü için çeşitli şekillerde karşımıza gelen, incelenen bir karşıtlık bu. Kurak Günler de bu geleneğin bir parçası elbette, bu konuda hiçbir şüphe yok. Bu karşıtlığı günümüz şartlarında bir çerçeveye yerleştirmek benim temel isteklerimden bir tanesiydi. Dolayısıyla bu kanalın bir parçası olarak anılması benim çok hoşuma gider.
Az önce geçerken değindiğim bir noktayı biraz daha açmak istiyorum müsaadenizle. Filmdeki faillik sorununun, yani mücadele eden kişinin olası fail olması durumunun benim çok hoşuma giden politik bir tarafı da var doğrudan güncel Türkiye siyasetine gönderme yapan. Son on, on beş yılı düşünün, yaşanan büyük siyasi davaları. Ergenekon, Balyoz, vs. Bir bakıyorsunuz akıl almaz gerçekleri ortaya çıkardığını düşündüğünüz savcılar birkaç sene sonra sanık sandalyesinde oturuyorlar. Ve bunların hepsinin bir komplo olduğu bilgisi bize boca ediliyor. Bundan yıllar önce “Yeraltına bomba saklamışlar, ne komplolar kuruyorlarmış” diye izlediğimiz haberleri sonra o insanlara komplo kurulduğuna dair bir anlatıyla izlemeye başlıyoruz. Belki bundan bir on sene sonra da tam tersi olacak. Dolayısıyla gerçekliğin ne olduğunu tamamen bilemediğimiz ve bunun ancak iktidar ve siyasi güç tarafından tayin edildiği bir dönemde yaşıyor olmamız hissine denk düştüğünü düşünüyorum filmin. O yüzden o gece ne oldu sorusunun cevabını vermemek ya da o sorunun cevabının yine güç ilişkileri tarafından verilmesi meselesinin de benim için politik bir tekabüliyeti var.
Gerçekliğin ne olduğunu tamamen bilemediğimiz ve bunun ancak iktidar ve siyasi güç tarafından tayin edildiği bir dönemde yaşıyor olmamız hissine denk düştüğünü düşünüyorum filmin.
Peki izleği Tepenin Ardı’ndan (2012) Kurak Günler’e çizersek… Muhtemelen bu soruyu çok cevapladınız ama o dönemden bu döneme taşraya bakmak nasıl anlam değiştirdi sizin için? Sizin için ne değişti ya da o günden bugüne? Tepenin Ardı’nda uzakta bir tehlike ihtimali varken Kurak Günler’de o ihtimalin ortasında, karşısındayız çünkü.
Aslında Tepenin Ardı’nda kimse taşra meselesini sormadı bana. Taşra filmi kategorisine sokulduğunu hatırlamıyorum onu. Ben de hiçbir zaman taşra filmi olarak görmedim filmi. Belki çok alegorik olduğu ve alışıldık taşra filmlerinden farklı olduğu için öyledir. Esas taşra soruları Kız Kardeşler’le başladı. Bu taşra meselesinde her zaman şunu söylüyorum: Benim meselem taşraya bakmak değil. Taşraya bakayım diye çıkmıyorum yola. Bazen hikâye oraya götürüyor, bazen hikâye açısından elverişli olduğu için onu seçiyorum. Mesela Kız Kardeşler’de hikâye başta şehirde geçiyordu, sonradan senaryo yazım aşamasında değişti. Kurak Günler’in de neden kasabada geçtiğine dair çeşitli sebepler var. Birincisi bir mikrokozmos olmaya çok elverişli bir ortam. Bir sistem eleştirisinin en yoğun şekilde bir muhafazakâr taşra kasabasında geçebileceği fikri vardı. Mesela Amerika’daki maşizmi, maskülenizmi eleştirmek istediğinizde Ortabatı’ya ya da güneye gidecek olmanız gibi. Taşra ortamı eleştirdiğiniz politik eğilimlerin neredeyse çökelmiş hâli olduğu için oralardan gidiyorum. Tepenin Ardı’ndaki uzaklıktan daha yakına neden geldik meselesi de daha önce konuştuğumuz zamansızlık meselesiyle ilgili sanırım. Benim filmlerim daha zamansızdı, hep politikti ama bugünden soyutlanabilir politik önermelere sahipti. Tepenin Ardı’nda işlenen günah keçisi yaratma meselesi sadece o dönemin meselesi değil, Cumhuriyet’ten hatta Osmanlı’nın son döneminden beri var olan bir mesele – zaten sadece Türkiye’nin meselesi de değil. Abluka neyi, hangi dönemi, hangi mahalleyi anlatıyor, genelleştirilebilecek argümanlara sahipti. Kurak Günler’de ise en baştan itibaren güncelle, somutla daha yakın ilişki kurma motivasyonum vardı. Dolayısıyla tam ortalarına attım karakterleri ve (her iki taraf için de) ötekiyle kurulan o temas çok daha yoğun bir temas oldu. Bir kafa kafaya gelme ânı oldu. Doğru bir benzetme dolayısıyla, Tepenin Ardı’nda oraya doğru yürürken bırakıyorduk karakterleri, burada kafa kafaya girmişlerken tasvir ediyoruz. Dolayısıyla Tepenin Ardı’nın mesafeli üslubunun yerine burada çok daha içeriden bir üslup var. Kamera çok daha fazla Emre’nin yanında ve onun gözüyle dünyaya bakıyor.