Oray’ın Yönetmeni Mehmet Akif Büyükatalay ile söyleşi
Hapisten çıktıktan sonra inancına sarılan bir gencin, bir öfke ânında eşine “boş ol” demesinin ardından yaşadığı iç çelişkileri konu alıyor Oray. Genç yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay Avrupa’daki müslüman cemaatlere içeriden bir bakış atan bu ilk uzun metrajında azınlıklara yönelik önyargıları tartışmaya açıyor.
Genç yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay’ın bitirme projesi olarak çektiği Oray, prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde En İyi İlk Film ödülüne layık bulundu. Dinî inancı ile eşine duyduğu sevgi arasında kalan Almanyalı bir Müslüman gencin hikâyesine odaklanan film, başkarakterinin sıkışmışlığını ve çelişkilerini etkili bir şekilde yansıtan gerçekçi sinema diliyle dikkat çekiyor. Almanya’da doğup büyüyen Büyükatalay, kendi deneyimlerinden ve gözlemlerinden yola çıkarak çektiği filmde Avrupa’nın azınlıklara yönelik oryantalist bakışını tartışmaya açmak için ne tür tercihlerde bulunduğunu anlatırken, Oray karakterini nasıl şekillendirdiğinden ve filmin farklı kesimler tarafından nasıl karşılandığından da bahsediyor.
Filmin ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir misiniz? İlk filminiz için düşündüğünüz senaryo başından beri Oray mıydı, yoksa aklınızda birtakım başka senaryolar ya da fikirler de var mıydı?
Oray benim sanat okulundaki bitirme projem. İlk filmimde kendi deneyimlerimi, kendi yaşadıklarımı anlatma ihtiyacı duydum. Avrupa’daki göçmenler ve Müslümanlar hakkında yanlış bilgilerle dolu, araştırması iyi yapılmamış pek çok film var. Dışarıdan, oryantalist bir bakış açısıyla anlatıyorlar hikâyelerini. ‘Yabancı’ veya ‘dindar’ kimliklerinden başka hiçbir özelliği olmayan iki boyutlu karakterler üzerinden terör gibi, töre cinayeti gibi sansasyonel konular işleniyor. Bir nevi gazete manşetlerinin filme dökülmüş hâli bunlar. İslam’ın bir inanç olduğunu görmezden gelerek, birey ile inandığı Tanrı arasındaki o duygusal ve vicdani bağ yokmuş gibi, meselenin sırf siyasi yönüne bakıyorlar. Ben de bu çok tartışılan göçmen ve kimlik meselelerine sanatsal bir katkıda bulunmak istedim.
Oray’ın bir yandan bir gencin cemaate ve geleneğe dair “iç tartışmalarını” anlatarak Avrupa’daki İslamofobiye, bir yandan da İslami geleneğin heterojen/çatışmalı yanlarını göstererek bu geleneğe eleştiri getirdiğini söyleyebilir miyiz?
Senaryoyu yazarken Oray karakterinin psikolojisi ve cemaat içindeki grup dinamiği ön plandaydı. ‘Lost boys’ (Kayıp çocuklar) diye adlandırılan gençlerin kendilerini ait hissedebilecekleri bir yerin, o yere ait ideolojinin ruhunu yakalamak istedim. Burada en önemli noktalardan biri de ‘erkeklik’ kavramı. Aslında dinden çok erkeklik ve kardeşlik gibi kavramlar etrafında birleşiyor o gençler. Toplumda kendine yer edinememiş, özünde zayıf ve özgüvensiz, tutunamayan erkeklere bir anda kendi hayatlarına hâkim oldukları hissi veriliyor. Sosyal devletin üstlenemediği görevleri üstleniyor bu cemaatler. Bir “onlar” ve bir “biz” yaratılıyor, insanlar birbirlerine sahip çıkıyor ve bu da aidiyet duygusu oluşturuyor. O birlik ve beraberlik duygusu üzerinden hem kendileriyle hem de o küçük toplumla bağ kuruyorlar. İnsanı yalnızlıktan ve boşluk duygusundan kurtaran bir bağ bu. İslam ise bunu resmîleştiren ve kutsallaştıran güç. Ama din sadece cemaatçilikten ibaret değil tabii ki. Dinî kurallar da önemli. Müslümanların kendilerinin bile inandığı bir “tek kitap, tek din” olmadığını filmde görebiliyoruz. Bu benim doğru ya da yanlış olarak eleştirmek istediğim nokta değildi, zira her inanana göre herkes o “tek dine” mensup, diğerleri ya hatalı ya da yanlış.
Bir Müslüman cemaatini anlatırken toplumdaki İslam algısını anlatmamak biraz yapmacık olurdu. Ben bu konudan kaçmak istemedim. Ama Avrupa’da yaşayan dindar bir Müslümanın hayatını anlatırken illa İslamifobiyi anlatmak zorunda değilsiniz. Önyargıları göstermek yerine onları kullanmayı tercih ettim. Açılış sahnesinde Oray’ın bir “radikalleşme filmi” gibi görünmesini, paintball sahnesiyle de “silahlı ve sinirli Müslüman gençler”le ilgili yaygın beklentileri tersine çevirmeyi amaçladım.
Burcu, Oray’dan çok daha güçlü ve belki de kendiyle barışık bir kadın karakter. İki karakteri birlikte mi hayal etmeye başladınız, yoksa Oray’ı daha iyi anlatmak için Burcu gibi bir karaktere mi ihtiyaç duydunuz?
Burcu karakteri senaryonun başından beri vardı. Oray’ın psikolojisini yansıtırken Hagen’deki iki kadın karakterin rolü çok önemliydi. Geleneksel aile modelleri artık yavaş yavaş ortadan kalkıyor, erkek kadın üzerinde kurduğu tahakkümden güç alamıyor, özgüvenli ve güçlü kadınların yanından kendi zaafları ön plana çıkıyor, tüm bunlar da bir erkeklik krizine yol açıyor. Oray için de geçerli bu. İki güçlü kadın arasında koşturuyor ve asıl bu eziklik hissi Oray’ı Köln’e kaçmaya zorluyor.
Filmin sonunda karakterin yaptığı –bir tür imana dönüş– ile filmin salık verdiklerinin örtüştüğünü söyleyenler var. Size göre anlatımsal olarak finalde karakterin yaptığı ile filmin söylediği söz nasıl ayrışıyor? Özellikle final sahnesinde odağı belirsiz, bulanık bir kare kullanırken amacınız muğlak bir son yaratmak mıydı?
Eğer filmi dinî bir bakış açısıyla izlerseniz ve bu kavramların gerçekliğine inanırsanız, evet, finalde bir “imana dönüş” var. Filmi bu değerlerden bağımsız izlersek, Oray kendisi için en faydalı kararı veriyor. İnandığı yere, kendini en “değerli” hissedebileceği yere dönüyor. Oray aşk ile din ya da Burcu ile Bilal arasında değil, Hagen’deki Orarion ile Köln’deki Oray arasında seçim yapıyor. Filmin sonu bazı insanları rahatsız ediyor, imam karakterinin söylediklerini benim mesajım gibi algılıyorlar. Ben televizyon dizisi çekmedim, sinemada her söylenen birebir okunmaz ki! Bilal’in söyledikleri öyle bir cemaat imamının söyleyecekleridir… Böyle okunabileceğini baştan beri biliyordum ve bu konuda yapımcılarla çok tartıştık. Ama açıkçası Alman seyircisini biraz provoke etmek istedim. Bahsettiğim gibi seyirci kitlesinin beklentileriyle ve İslam’a bakışıyla oynamaya çalıştım. Oray’ın filmin sonunda bulanık karede yok olması, o grup içinde kaybolduğunu ve onlarla bütünleştiğini gösteriyor. Oray artık cemaatten biri, o kapalı toplumun bir parçası ve biz dışarıda kalıyoruz o noktada.
Film Almanya’daki İslami cemaatler ve özellikle genç Müslümanlar arasında bir tartışma başlattı mı? Size gelen yorumlar nasıl?
Yorumlar filmin gösterildiği yere göre değişiyor. Akademik bir ortamda izlendiğinde çok olumlu eleştiriler alıyorum, İslam ve dinî kavramlar tartışılıyor. Akademisyen Müslüman kesimde epey yankı uyandırdı; konuşuluyor, tartışılıyor. Beğenenler de oluyor, nefret edenler de. Diğer yandan filmi Hagen’de akrabalarıma ve oradaki Müslüman kesime sunduğumda, izleyenler daha çok susmayı tercih ettiler. Ya filmi beğenmediler ya da film onları çok etkiledi. Kuzenlerimden birinin filmden sonra söylediği tek şey “Akif Abi, bizi en hassas noktamızdan yakaladın.” oldu. Genel olarak sırf Müslüman karakterlerin gerçekçi anlatımı ve Suriye, terör gibi klişelerden uzak durmam bile çok olumlu karşılanıyor. Ama Oray henüz büyük bir kitleye ulaşmadı. Festivaller, üniversiteler ve sinema dışında gösterilmedi. Oralarda zaten sabit bir seyirci profili var. Asıl televizyonda gösterildikten sonra toplumun her kesimine ulaşacağı için, o noktada gelecek yorumları merakla bekliyorum.
Oray’ın Türkiye gösterimlerindeki soru-cevaplarda sizi şaşırtan ve Berlin’deki gösterimlerden farklılaşan sorular ve yorumlar var mıydı?
Türkiye’de kutuplaşmayı hissediyorsunuz. Oray’ın ele aldığı meselelere siyah-beyaz bakmaması, siyasi duruşunun anlaşılamaması seyirciyi tedirgin edebiliyor. Alkışlarken korkuyorlar. Ben şimdi İslam’ı eleştiren (veya İslam’ın reklamını yapan) bir filmi mi alkışlıyorum, diye düşünüyorlar. O yüzden benim kimliğimde ipuçları arıyorlar. “Bizden mi yoksa onlardan mı?” diye soruyorlar içlerinden. Türkiyelilerin bakış açısı çok daha ideolojik; filmden çok hangi siyasi kimliğe sahip olduğum tartışılıyor, Türkiye’nin siyasi gündeminden bakılıyor, yönetmenin tarafını seçmesi ve bunu neredeyse bağırarak söylemesi bekleniyor.
Söyleşilerinizde, anlattığınız dünyayı çok iyi tanıdığınızı ama filmin otobiyografik olmadığını söylüyorsunuz. Bu dünyaya dair anlatmak istediğiniz başka hikâyeler var mı, yoksa bir sonraki projeniz bambaşka bir dünyayla mı ilgili olacak?
Bu dünyaya ait hazır senaryolarım var ama konuya ilgimi kaybettim, ayrıca “İslam temalı filmlerin yönetmeni” olarak algılanmak da istemiyorum. Şu an ideolojilerin hâkim olduğu münakaşa kültürünün imkânsızlığını anlatan gerilim türünde, ‘Hysteria’ adlı bir filmin hazırlık aşamasındayım
2001'de Altyazı Aylık Sinema Dergisi‘nin, 2007'de Bulut Film’in, 2008'de Mithat Alam Eğitim Vakfı'nın, 2019'da Altyazı Sinema Derneği'nin kurucuları arasında yer alan Enis Köstepen, sinema alanındaki çalışmaları dışında, 2013'ten beri İstanbul merkezli bir insan hakları örgütü olan Hafıza Merkezi’nde de çalışmaktadır.