Şu An Okunan
Benim Adım Aşk: Bir Isırık Yeter

Benim Adım Aşk: Bir Isırık Yeter

Özellikle Tilda Swinton’ın performansıyla öne çıksa da 2009’un sinefiller tarafından en çok konuşulan filmlerinden birisi olan Benim Adım Aşk, stilize bir görsellikle güçlü bir sinemasal anlatım peşinde giderken bir yandan da aristokrasinin bir kalesinin daha çöküşünü, işin melodram ve trajedisini de unutmadan perdeye taşıyor. 

Kemal D. Yılmaz


Bu yazı Altyazı’nın Ocak 2011 tarihli 102. sayısında yayımlanmıştır.


Karlı ve kasvetli bir Milano. Şehrin keskin hatlarla belirlenmiş kalıp kalıp mimari yapıları, adeta donmuş bir şekilde karşımıza çıkıyor. John Adams’ın kaotik müziği üzerine stilize bir girişle Benim Adım Aşk (Io Sono L’amore, 2009), aristokrat Recchi ailesinin akşam yemeği hazırlıklarıyla kasvetli düzeni içeri taşıyor.

Partinin ev sahibesi ve bu köklü zümrenin sevilen gelini Emma (Tilda Swinton) ise düzenin kusursuzluğunu, davetin ayrıntılarını, mükemmeliyetçi bir şekilde denetliyor. Hatta, belki de özünde aristokrasiye ait olmamasının verdiği içgüdüyle, bizzat mutfağa girip hazırlıklara da yardım ediyor. Filmin açılışındaki bu hareketli anlar Emma’nın aslında Recchi ailesini bir arada tutan öğelerin başında olduğunu gösteriyor. Halihazırda ataerkil ailenin başı olan baba Edoardo’yu da memnun eden bir gelin olduğu açıkça gösteriliyor zaten. Ancak Recchi ailesinin çözülmeye başlayacağı da mükemmel tasarlanmış bu davette su yüzüne çıkıyor. “Daha mutlu zamanlarımız olmuştu” repliğiyle başlayan gece, aile işlerinin artık iki başlı yürütülmesi kararıyla sessiz bir gerilime tanık oluyor. Eskinin yeniye karşı duyduğu güvensizlik, ailenin büyüğünün ağzından hoyratça dökülen “benim yerimi ancak iki adam doldurabilir” sözleriyle ortaya çıkıyor. Torundan hediye olarak asil bir yağlıboya tablo yerine modern bir fotoğraf denemesinin gelmesinin yarattığı hayal kırıklığı; diğer torunun aile tarihinde babadan oğula devreden bir şekilde hep galip gelinen bir yarışta, hem de bir aşçıya yenildiği –aslında berabere kalıyorlar– haberinin verdiği rahatsızlıkla birleşiyor.

Benim Adım Aşk, yengeç sepetindeymiş gibi birbirini yemek üzere olan bu aile bireylerini uzun bir süre daha birlikte göstermiyor bize. Hatta Recchi aile reisinin bu doğumgünü partisini, adeta cenaze töreni yerine koyuyor. İşini ve reisliği haleflerine bırakmasının ardından ölen baba Edoardo’yu bir daha, gerçek cenazesi dahil, hiç görmüyoruz. Film bu noktadan itibaren Emma başta olmak üzere karakterlerinin kişisel ve içsel yolculuklarına odaklanıyor. Emma ilk başta kızının başka bir kadınla ne kadar mutlu olduğunu gizli bir şekilde öğreniyor. Kısa bir süre sonra zaten kendisine de gerekli açıklama yapılıyor aslında ama anaç bir yapıyla çocuğunu gizliden destekleyip kollamaya da başlıyor. Ancak o ilk anki şaşkınlık geçmek bilmiyor, bu süreç içinde de aslında kendi içinde bir şeylerin fitilinin ateşlendiğini hissediyor.

Emma’nın yaşadıkları, sinemada çok sık gördüğümüz bir temayı, bastırılmış duyguların ortaya çıkmasını aktarıyor bize aslında. Ancak içini açma eyleminin tıpkı bir domino taşı gibi ailenin bireylerini ve en nihayetinde klanın bütünlüğünü etkilemesi, işin asıl trajedi kısmını yansıtıyor. Edo’nun fazlasıyla yakın arkadaşı Antonio’nun –aynı zamanda filmin başında kendisini kürek yarışında yenen aşçı oluyor kendisi– Emma’nın kalbini çalması ise, her şeyin kırılma noktası haline geliyor. San Remo’da sonu belli olmadan çıkılan bir takip, bizi filmin başında gördüğümüz kasvetli Milano havasından çekip alıveriyor. Emma, Antonio’yla tutkulu bir aşka başlarken sanki İtalya’nın bize daha tanıdık gelen o pastoral, sıcak ve ateşli yüzüyle de tanışıyoruz. Yönetmen Luca Guadagnino’nun yarattığı mizansenler ve görsel imgeler iki taraf arasındaki zıtlığı daha da anlaşılır kılıyor. Kesintisiz ve gayet ahenkli bir şekilde akan ama düzeni bırakmayan plan sekanslar; yerini hızlı kesmelere ve daha doğal, daha az planlanmış hatta odak dışı anlara bırakıyor.

TRAJİK SONA DOĞRU
Elindeki entrika malzemelerini yetkin bir biçimde kullanan film, bize estetik ve stilize bir melodram sunuyor. Şirketin, en başta öngörüldüğü üzere eski şanını koruyamaması ve küreselleşmenin etkisiyle yabancı ortaklara satılması da aileyi başka bir yönden parçalamaya başlıyor. Rejime ayak uydurma kaygısıyla, zamanla kurulmuş çeşitli geleneklerin, değerlerin varlığı ve gerekliliği sorgulanmaya başlıyor. Bu aşamada odak noktasındaki genç Edoardo’nun değişim rüzgârı karşısında ayakta kalma çabası da öykünün trajik sonunu hazırlıyor.

Yine de Edo’nun derdi bize tam olarak verilmiyor. Baştan itibaren ideal patron adayı portresi çizmemesine rağmen, aile şirketinin ellerinden kayıp gitmesi onda yine de büyük bir hasara yok açıyor. Sonuçta yıllar boyunca kendisine dayatılan duruşla yeni çözümler arasında kalıyor ve ne tarafa gideceğini bilemiyor. Diğer yandan duygusal anlamda da gelgitler yaşadığını açıkça belli edemiyor bile. Aile tarafından onaylanmış, mutlu bir evliliği olmasına rağmen filmin başından beri Antonio’ya karşı arkadaşlığın ötesinde bir şeyler hissettiğini düşündürecek fazlaca ipucu veriliyor. Ancak şunu belirtmek lazım, bu yakınlaşma anları ve anlam yüklenebilecek diyaloglar bize asla net bir bilgi olarak sunulmuyor, ki bunun da bilinçli bir tercih olduğu su götürmez. Zira Emma’nın adeta asimile edilmiş ve kapatılmış ruhunun tekrar açığa çıkması veya ataerkil düzende zaten üzerine yeterince ‘yatırım’ yapılmamış olan evin kızı Betta’nın kendi kimliğini bulması ve duyurması çok zor olmuyor belli ki. Ancak üzerinde daha büyük yükler ve baskılar olan Edo’nun kendi içindeki çatlakları duyurmayı bir kenara bırakın, hiç fark edememiş olması bile mümkün. İşte belki de bu yüzden, filmin finaline doğru gerçekleşen yüzleşmede platonik bir aşk acısının mı, yoksa annesine –dolayısıyla değerlerini savunduğu aileye– yakıştıramadığı ihanetin mi trajediye yol açtığı ufak bir muamma olarak kalıyor.

Luca Guadagnino’nun fazlasıyla planlı ancak bir o kadar akıcı anlatımı, Benim Adım Aşk’ın en büyük avantajı şüphesiz. Yönetmen, temelde basit bir melodram öyküsünün ötesinde gitmeyecek filmi allayıp pulluyor adeta. Ancak bu, makyaj aşamasının içinin boş olduğu anlamına da gelmiyor. Aksine bu süsler, atmosferi çok daha iyi kurduğu gibi öykünün aslen entrikalarının yanında yaşam tarzlarını da inceleyen tarafını ortaya çıkarıyor. Guadagnino’nun aristokrasinin çöküşünü ele alışının Visconti’yle karşılaştırılması da belki bundandır. Çünkü tıpkı ustanın filmlerindeki gibi Guadagnino da öyküsünü ince detaylarla anlatıyor. Ancak yine de Visconti’nın aksine, işe politik anlamlardan öte daha insani ve duygusal açıdan yaklaştığını da belirtmek gerek. Hatta filmin en cazibeli yönlerinden birisi olan set tasarımlarının da başlı başına bir karakter veya karakterin ruh halini aynalayan yapıda kullanılması filmin insan ruhunun derinlerine inmesinin bir çabası olarak yorumlanabilir. Mizansenlerdeki renk dağılımının ve lekelerin bile çok dikkatli bir şekilde seçildiği açıkça görülüyor. Bu aşamada filmde kilit bir rolü olan ‘L’atelier Simultané’ adlı kitabın da, Kübizmin renkleri öne çıkaran bir akımı olarak bilinen Orfizm temsilcilerinden Sonia Delaunay’a ait olduğunu da not düşelim.

İLK LOKMA
Benim Adım Aşk, Guadagnino’nun öyküsünün şiirsel dilini dikkatli ancak tutkulu bir anlatımla aktarması sayesinde daha çok, seyircinin duygularına sesleniyor. Tabii, bu sırada 2000’lerin başına dair bir nevi politik bir manzara da çıkarmıyor değil. Kendi ülkesi dahil neredeyse tüm benliğini unutmuş ve her şeyini aileyi bir arada tutmaya adayan ve bu konuda ‘işini’ gayet başarılı bir şekilde icra eden bir kadının yavaş yavaş içindeki kıvılcımla birlikte tutuşmasını izliyoruz. Kendi geçmişinden gelen bir yemek olan ‘Ukha’ sadece nostalji için bir araçken, zaman içinde bastırılmış duyguların ortaya çıkmasıyla paylaşılan ve öyküyü kırılma noktasına taşıyan önemli bir sembol oluyor. Altı üstü bir çorba demeyin, Benim Adım Aşk dikkatlice tasarlanmış kostüm, set ve müzik tasarımlarının yanında yemekleri de öykünün bir parçası haline getiriyor. Emma’nın Antonio’nun restoranında yediği afili karides, aslında filmde karakterlerimizin yaşadığı tüm değişimleri tek bir sahneye de sığdırıyor. İlk bakışta hafiften dumura uğratan bir hayranlık duyuyor, sonrasında ilk lokmayla beraber etrafınızdaki kimseyi görmemeye başlıyorsunuz. Sadece size hizmet eden bir spot ışığı eşliğinde ardı ardına gelen lokmalar. Müthiş bir iştahla kendini kaptırarak bitirilen tabak ve o hipnoz anında ne olduğunu bile anlayamamak, yine de daha çok acıkmak… İşte Emma’nın yakın planda izlediğimiz ilişkisi de tıpkı bu ufak sekans gibi işliyor. Bir ısırık alması yetiyor, devamında beraberinde gelenleri ise durdurmak mümkün olmuyor.

Luchino Visconti benzetmelerine dair ek bir yorum daha yapmak gerekiyor. Visconti, dönemin aristokrasisinin çöküşünü incelerken bir yandan eskiyi özleyen bir ağıt da yakardı şüphesiz. Ancak Guadagnino’nun tam tersi bir çabada olduğunu söyleyebiliriz. Film boyunca kışkırtıcı bir şekilde karakterleriyle oynayan yönetmen, onları mümkün olduğunca zor durumlara sokuyor ama yine de pes etmelerine izin vermiyor. Zaten katarsis ânını da içindekiyle barışan ve değişime direnmeyenler yaşıyor. Ve elbette filmin başında tanık olduğumuz kasvetli Milano havası, ailenin kendisi gibi tamamen dağılıyor. Emma ise huzuru kendi içindeki mağarada buluyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.