Şu An Okunan
Karışık Kaset Tadında Bir Müzikal: Emilia Pérez

Karışık Kaset Tadında Bir Müzikal: Emilia Pérez

Jacques Audiard’ın yeni filmi Emilia Pérez, alışılmadık bir trans öyküsü vasıtasıyla Meksika’daki kartel şiddeti ve toplumsal yozlaşma gibi meseleleri incelemeye kalkışıyor. Oldukça düşündürücü ve zengin bir çıkış noktasına sahip olan film, müzikal öğelerle bezeli bir gerilim filminden sosyal mesaj kaygılı didaktik bir dramaya evriliyor, sonunda da aksiyon türünün kalıplarını kullanan bir fidye hikâyesine dönüşüyor.

Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın Meksika’da geçen ve İspanyolca şarkılarla ilerleyen bir müzikal olarak tanımlanabilecek yeni filmi Emilia Pérez (2024); hem dinamik mizanseni hem de farklı türleri bir araya getirme cesareti sebebiyle ilgiyi hak eden, ama yabancı bir kültürü temsil edişindeki sorunlar ve senaryosundaki pürüzler nedeniyle hayli aksayan bir deneme. Büyük kısmı aslında Meksika’daki gerçek mekânlarda değil de Paris’teki stüdyo setlerinde çekilen filmin ilk kırk beş dakikası boyunca gün ışığını neredeyse hiç görmüyoruz. Set tasarımının etkisiyle boğucu ve plastik bir estetiğin kurulduğu bu bölümlere oldukça koyu bir renk paleti hakim. Audiard gün ışığını gördüğümüz ilk sahneyi filme ismini veren Emilia ile ilk tanıştığımız noktaya, adeta bir yeniden doğuş anına kadar erteliyor. Bu nedenle Emilia’nın film boyunca yaşadığı değişime ve bu sürecin filmin görsel dokusuna nasıl yansıdığına bakmak faydalı olabilir.

Bir Trans Hikâyesi

İlk kırk beş dakika boyunca takip ettiğimiz ana karakter, Zoe Saldaña’nın canlandırdığı Rita isimli bir avukat. Dev bir uyuşturucu kartelinin başındaki Manitas Del Monte, Rita’yı kaçırtıyor ve ona yüklü bir ücret karşılığında sıra dışı bir görev teklif ediyor. Manitas’ın amacı cinsiyet uyum operasyonu geçirmek ve kendisi için sahte bir ölüm organize edip yeni kimliğini herkesten gizli tutmak. Rita dünyanın dört bir yanını dolaşıp Manitas’ın operasyonlarını gerçekleştirecek bir cerrah buluyor ve böylelikle Emilia Pérez ortaya çıkıyor. Bir yandan da Manitas’ın ortadan kaybolmadan önce eşi Jessi’yi ve iki çocuğunu İsviçre’ye gönderdiğini, Manitas ve Emilia’nın aynı kişi olduğunu Rita’dan başka kimsenin bilmediğini öğreniyoruz. Öykünün bu kısmında en sorunlu olan nokta, filmin trans kimliğini ve cinsiyet uyum sürecini yalnızca bir kanundan kaçma ve suçu örtbas etme yöntemine indirgemesi. Manitas iki yıldır hormon tedavisi gördüğünü ve hayatı boyunca kendini bir kadın olarak hissettiğini söylüyor, ama Rita’nın kaçırılışından önceki dönemi hiç bilmediğimiz, Manitas’ın geçmişine dair hiçbir şey öğrenmediğimiz için buna ikna olmak hayli zor. Audiard’ın tasvir ettiği yegâne Manitas; eli kanlı bir kartel lideri, hem suç dünyasındaki düşmanlarından hem de peşindeki kanun güçlerinden kurtulmaya çalışan bir mafya babası çünkü. Onun hakkında bildiklerimiz bir avukatı kaçırtıp ıssız bir yere zorla getirtmesi ve sentetik uyuşturucu işinden akla hayale sığmayacak kadar çok para kazanmasıyla sınırlı.   

Film trans deneyiminin psikolojik boyutlarını, trans bireylerin karşılaştığı toplumsal önyargıları, Manitas’ın cinsiyet uyum süreci sonrasında tüm suçlarının üstünü örtüşündeki etik problemleri neredeyse tamamen es geçiyor. Sanki Audiard için trans kimliği hikâyenin şaşırtıcı yönlere evrilmesine vesile olan bir sürprizden, senaryo matematiğinde işe yarayacak bir araçtan ibaret. Bir yandan Emilia Pérez’in katı cinsiyet rolleri üzerine kurulan ve genelde mizojinik bir yön taşıyan kartel öykülerine trans bir karakterin perspektifinden yaklaşması takdire şayan. Diğer yandan bu önemli noktanın yeterince geliştirilmemesi ve filmin cinsel kimlik üzerine dişe dokunur bir şey söylememesi görmezden gelinemeyecek bir eksiklik.

Meksika Portresi

Sadece tematik açıdan değil, öykü işleyişi bakımından da önemli boşluklar var Emilia Pérez’de. Mesela eşi Jessi dahil Emilia’yı gören hiç kimsenin sesine ya da gözlerine bakarak Manitas’ı tanımadığına inanmamız gerekiyor. Buna benzer problemler filmin aniden farklı bir tona büründüğü, bambaşka temalara odaklandığı ikinci bölümde daha da net hale geliyor. Emilia yeniden Meksika’ya dönünce tam bir iyilik meleğine dönüşüp, ülkedeki karteller tarafından kaçırılan ya da çeşitli sebeplerle kaybolan yüz binlerce insanı bulmayı amaçlayan bir sivil toplum örgütü kuruyor çünkü! Rita’nın yardımıyla toplu mezarları açtırıyor, çocuklarını ya da eşlerini kaybetmiş acılı annelere destek oluyor, yardım geceleri düzenleyip zenginlerden bağış topluyor. Televizyon röportajlarına katılan, tanıtım videoları çeken Emilia’nın tanınma endişesi duymaması, bir suç makinası olarak tanıştığımız karakterin bu denli hayırsever hale gelmesi oldukça yadırgatıcı. Audiard da bu tutarsızlığın bilincinde elbette, dolayısıyla hikâyenin mantıksızlığı başlı başına bir sorun değil. Esas problem Audiard’ın bu materyali perdeye taşıma biçiminde. 

Yalnızca estetik ya da formalist bir proje olarak bakıldığında, Emilia Pérez’in melodramatik aşırılıklara bu derece çekincesizce başvurmasını ya da hızlı temposu ve ritmik kurgusu sayesinde izleyicinin başını döndüren bir deneyim sunmasını takdir etmek mümkün. Ama Audiard bu iddialı biçimcilik ile ilgilenirken filmin metinsel boyutunu tamamen ihmal ediyor. Göz boyayıcı teknik ustalığın ötesinde Emilia Pérez Meksika hakkında ne söylüyor örneğin? ‘Adalet için daha kaç kişi kaybolmalı’ ya da ‘Meksika’daki bütün zenginlerin yozlaşmış olması ne fena’ minvalinde gülünç derecede naif ve bariz sözlere sahip şarkılar birbirini izlerken, Audiard’ın üstten bakan ve demode kültürel klişelere yaslanan yaklaşımını fark etmemek imkânsız. Daha Manitas/Emilia filme dahil olmamışken bile Rita’nın Meksika’daki berbat hayatına ve baş ettiği bin bir çeşit soruna tanıklık ediyoruz. Kadına yönelik şiddet ve adalet sistemindeki bozukluklar filmin dünyası hakkında edindiğimiz ilk izlenimi birkaç dakika içinde şekillendiriyor. Bu olumsuz portre filmin geri kalanı boyunca da hiç düzelmiyor zaten. Meksika hakkında hiçbir şey bilmeyen, İspanyolca bile konuşamayan, son derece ayrıcalıklı beyaz bir Fransız yönetmen; Meksika’yı tehlikeli kartellerin cirit attığı, herkesin her an ortadan kaybolabileceği, şiddetin ve yolsuzluğun hüküm sürdüğü karanlık bir cehennem olarak tasvir ederken, ülkenin gerçek sorunlarını adeta bir sirk gösterisine malzeme haline getiriyor. Audiard’ın aşırı biçimci yaklaşımı, aynı ilk bölümdeki trans temsilinde olduğu gibi, ikinci kısımda da kartel vahşetinin ve yolsuzluğun içini boşaltıp bütün bunları yalnızca türden türe atlayan şaşaalı ve melodramatik bir müzikalin arka planı olarak kullanıyor.

Emilia Pérez’in son yarım saatinde filmin görsel dokusu, atmosferi ve hikâyenin odak noktası bir kez daha radikal biçimde değişiyor. Öyküdeki tüm bu savruluşlar nedeniyle üç farklı filmin özetini izlediğimizi düşünmek bile olası. Jessi bu noktaya kadar neredeyse hiç tanımadığımız eski sevgilisi Gustavo ile evlenmeye karar verince Emilia çocukların Jessi’yle birlikte gitmesine engel olmaya çalışıyor, bu da Jessi ve Gustavo’nun Emilia’dan kurtulmak için tehlikeli bir plan yapmasına sebep oluyor. Gustavo ve evlilik meselesi gün yüzüne çıkınca ikinci kısımda sözünü ettiğim bütün toplumsal sorunlar, Emilia’nın Meksika’yı ‘kurtarmak’ için attığı bütün adımlar unutuluyor ve diken üstü bir aksiyon filmine aitmiş gibi duran sahneler birbirini izlemeye başlıyor. Başta acımasız bir kartel lideri, sonradan güler yüzlü ve sevgi dolu bir insan hakları savunucusu olan Emilia; paniğe kapılıp öfkesine yenik düşüyor ve Gustavo’nun elinde çaresiz bir kurban haline geliyor. Bu son bölümde filmin yeniden karanlığa büründüğünü, müzikal anlamda da ritmini kaybedip durağanlaştığını söyleyebiliriz. Yani bir bakıma Audiard, uzun süre hep suçları ve kabahatleriyle betimlediği karakterlerine kısa süreliğine umut ışığı gösterse de son kertede ağır bir fatura kesmeyi uygun buluyor. 

Birbirine tam olarak eklemlenemeyen bu üç kısım dışında, aceleye getirilen ya da tam olarak geliştirilmeyen başka yan öyküler de var Emilia Pérez’de. Mesela Emilia’nın sivil toplum örgütünde tanıştığı Epifania isimli bir kadınla yaşadığı aşk filmde on dakikalık bir yer bile tutmuyor, öyküde herhangi bir işlev üstlenmeden ya da metne pek bir şey katmadan yarım kalıyor. Başrol oyuncularının hiçbirinin aslında Meksikalı olmaması da öyküye zorlukla eklenen bazı detaylarla açıklanmaya çalışılmış. Mesela Selena Gomez’in canlandırdığı Jessi’nin hemen dikkat çeken Amerikan aksanlı İspanyolcası, hiç görmediğimiz ama Amerika’da yaşadığı söylenen bir kız kardeşe bağlanıyor. Zoe Saldaña’nın gerçek hayatta Dominik kökenli bir aileden gelmesinin etkisiyle Rita’nın Dominik Cumhuriyeti’nde doğduğu söyleniyor. Ama Audiard bu kültürel çeşitlilik hakkında bir tespitte bulunmakla, üç ana karakterin kökenlerini incelemekle ya da ayrı dünyalardan gelen bu kadınların ortak yönleriyle ilgilenmiyor. Yine de bahsettiğim parçalı yapıya, hatta tutarsızlıklara rağmen filmi ayakta tutan ve karakterlere bütünlük kazandıran performanslara bir parantez açmak lazım. Senaryonun tökezlediği tüm noktalarda özellikle aslen İspanyol olan Karla Sofia Gascón’un performansı boşlukları dolduruyor bir bakıma. Hem Manitas’ı hem de Emilia’yı canlandıran Gascón; Emilia’nın suç geçmişinden kurtulup kendini rehabilite etme çabasını, çocuklarına olan düşkünlüğünü, bu uzun yolculuk boyunca geçirdiği muazzam değişimi başarıyla perdeye taşıyor.

Audiard Sinemasından İzler

Bahsettiğim tüm ilginç yönleri ve zaaflarıyla Emilia Pérez, Audiard filmografisi içinde en çok 2015 tarihli Dheepan’a (2015) yakın duruyor. Yönetmene Altın Palmiye kazandıran filmin ana karakterleri Sri Lanka’daki iç savaştan kaçarken aslında birbirini tanımayan ama Fransa’da kendilerine yeni bir hayat kurabilmek için sanki bir aileymiş gibi davranan üç kişiydi. Audiard, kimlik değiştirmeyi bir kaçış yolu olarak gören bu insanların öyküsünü; psikolojik bir drama gibi ilerlerken aniden kinetik bir aksiyon filmine dönüşen yadırgatıcı bir üslupla anlatmış ve göçmenlik meselesine görece taze bir açıdan yaklaşmıştı. Ama yönetmenin aslında hiç bilmediği Sri Lanka tarihine ve kültürüne, ülkede etnik bir azınlık konumundaki Tamil halkının politik mücadelesine yüzeysel bir bakış atmakla yetindiği de gözden kaçmıyordu. Emilia Pérez’deki ‘yeni bir kimlik edinerek çalkantılı geçmişi geride bırakma’ öyküsü için de pek çok benzer şey söylenebilir. Oldukça düşündürücü ve zengin bir çıkış noktasına sahip olan Emilia Pérez, müzikal öğelerle bezeli bir gerilim filminden sosyal mesaj kaygılı didaktik bir dramaya evriliyor, sonunda da aksiyon türünün kalıplarını kullanan bir fidye hikâyesine dönüşüyor. Janrlar arası bu yolculuk, izleyiciyi şaşırtmayı ve önemli meselelere ucundan değinmeyi başarsa da Audiard’ın hiç tanımadığı yabancı bir kültürü perdeye taşırken bildik önyargıları yinelemekten öteye gitmemesi bir kez daha fazlasıyla göze batıyor. 

Emilia Pérez hakkında söylenebilecek belki de en olumlu şey, filmin aynı anda hem ciddi konulara el atıp hem de absürtlüğün sınırında dolaşmayı başarması. Karşımızda yalnızca teknik becerinin ön plana çıktığı gülünç bir melodram mı duruyor? Yoksa bu film alışılmadık bir trans öyküsü vasıtasıyla kartel şiddeti ve toplumsal yozlaşma gibi büyük meseleleri mi inceliyor? 130 dakikanın sonunda bile bu soruya net bir yanıt vermek oldukça zor. Eğer kâğıt üzerinde ilginç görünebilecek yönlerine rağmen oldukça sığ bir metinle karşı karşıya olduğunuzu baştan kabullenir ve Audiard’ın Meksika’ya bakışındaki sorunları affedebilirseniz, Emilia Pérez’den eşine kolay rastlanmayacak cüretkârlıkta bir stil denemesi olarak keyif almanız mümkün.


Emilia Pérez’in sinemalardaki gösterimi devam ediyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.