Şu An Okunan
Gibi: Yılgın Bir Hoşgörü, Sade Bir Veda

Gibi: Yılgın Bir Hoşgörü, Sade Bir Veda

Dizi tarihimizin en sıradışı işlerinden biri olan Gibi, geçtiğimiz günlerde “sade bir tören”le veda etti bizlere. “Karaktersiz” karakterleri, her şey ve hiçbir şey hakkında kıssadan hisseleri, bizi bize güldüren mizahıyla, Gibi’ye sade bir veda…

Gibi’nin (2021-2025) ortak senaristi Aziz Kedi, dizinin isminin “gibi” olmasının sebebinin, başka hiçbir şeye pek benzememesi olduğunu söylüyor. Ama bu öyle yukarıdan bakan, “ben eşsizim” diyen bir benzememe hâli değil. Biçimsizliğini kabullenen, ne idüğü belirsizliğiyle barış içinde, her yerden ve hiçbir yerden hatırladığımız bir dizi Gibi. Şöyle devam ediyor Aziz Kedi: “Feyyaz’ın eş dost arasında oynadığı, çok fena zırvaladıktan sonra bir es verip, konuyu ‘gibi…’ diye bağlayan bir tiplemesi vardır.”1 Feyyaz Yiğit’e aşina olanlar, bu sahneyi daha cümleyi okurken gözünde canlandırmıştır bile. Dizinin kendisi de biraz bu sahneye benziyor. Ne kim olduklarını, ne karakter özelliklerini, ne geçmişlerini, ne de gelecek hayallerini bildiğimiz üç arkadaş: Yılmaz, İlkkan ve Ersoy. Her bölümde ciddi, koca koca meseleler üzerine “çok fena zırvalamalar”. Bir es. Ve sonuca varamadan, tam olarak bir yere bağlayamadan, öyle adamakıllı dersler çıkaramadan, kapanış. Aslında Gibi’nin zaman zaman tuhaf, çoğu zaman insanı derinden etkileyen bir ciddiyeti de var. Konuyu bir yere bağlayamadan, “gibi…” diye bitirip masadan kalkışında ise hem bir beceriksizlik ve olduramama hâli, hem de alçakgönüllü bir eda. Sürekli yeryüzüne, bizlerin, seyircisinin yanına iniyor böylece. Belki bu yüzden çok sevdik Gibi’yi.

Geçtiğimiz günlerde altıncı sezonuyla ekranlara veda eden Gibi, çoktan dizi tarihimizin kült işlerinden biri hâline geldi bile. Ölümlü Dünya (2018) ve Cinayet Süsü’nde (2019) de birlikte çalışan Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi’nin kaleme aldığı yapım, bir yandan da “hiçbir şey hakkındaki dizi” Seinfeld’e (1989-1998) çokça benzetildi2. İkisi de bir tür durum komedisi aslında. Ama durumlara ek olarak bir de “meseleler” var Gibi’de. Aziz Kedi, iki yazar olarak kafalarında sürekli “meseleler ve durumlar” diye iki dosyanın açık olduğundan bahsediyor. Çalışırken ise yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya bir yöntemle ilerliyorlar, yani durumdan meseleye. Belki insana, hayata, topluma, Türkiye’ye, erkekliğe, arkadaşlığa, aşka, sevgiye, ayrılığa, benliğe, ölüme, gençliğe, yaşlılığa, sınıfa, kültüre, sanata, cinselliğe dair onca ciddi meselenin, bir kez olsun didaktikleşmeden karşımıza çıkması da bundan. Belki tam da bu yüzden, Gibi’yi Seinfeld’den ayıran kendine has bir yerellikten bahsetmek de mümkün. “Yerden” yukarı hareket etmesi, genellikle Amerikan mizahına has o kültürel ve ideolojik kalıpların ötesine geçmesini sağlıyor. Meseleler evrensel de olsa, durumlar öylesine yerel ki çevirseniz kaybolacak sanki. Erasmuslu yamyamın yediği babaanne, Nü modeli olacağım diye tutturan amca, çaça ve cosplay sevdasına düşen İlkkan’la Ersoy… Her bölümde mutlaka yerli mizahımızın iliklerine işlemiş olan gelenek-modernite/Batı-Doğu çatışmasının bir örneğini görmek mümkün. Ancak bu kültürel karşılaşmaların hiçbirinde bir taraf diğer tarafa ağır basmıyor. Muhafazakarlaşmadan yerel kalabilen, bu çatışmayı yalnızca kanvası yapan bir yaklaşımı var Gibi’nin. İki tarafa da eşit mesafede kalabilmesini sağlayan ise, tam da Aziz Kedi’nin bahsettiği o “çok fena zırvalama hali.”

Ölüm

Dizideki meselelerin işlenişi, İlkkan’ın bağlamsız özlü sözleri gibi biraz. Doğru gibi, yanlış değil, anlamlı, saçma, komik ve çoğunlukla yersiz. Her bir bölüm sanki bir kıssadan hisse, bir atasözü, bir hayat dersi. Ama değil de. Altı hep biraz boş, çünkü sonunda nokta yok. Olsa olsa üç nokta ya da bir uzun çizgi. Son sezonun son bölümünde, yani üç arkadaşın bize veda ettikleri o dokunaklı son sahnede, hikâye bir kez daha bitemiyor:

Ersoy: Tüm bu yaşananlar gerçek mi? (…)

Yılmaz: İlkkan, bu soruya çirkin bir sözle karşılık ver, yavaş yavaş toparlayalım artık.

İlkkan: Güzel yalanlarla, çirkin gerçekler yarışa tutuşmuş. Finish çizgisinde bir de bakmışlar ki—

Ve perde. Ya da ölüm. Gibi’yi Gibi yapan şeylerden bir tanesi de, dizinin karakterler hiç ölmeyecek gibi davranmasıydı belki. Ölüm yok demek değildi tabii bu. Erasmuslu yamyamın yediği babaanneler, komaya giren sevgililer, lovebombing-gaslighting-ghosting macerası karatoprakla biten komşular, ah alıp lanetlenen mahalle sakinleri, keskin nişancıya kurban gidenler, leopara yem edilen babalar, sürekli ölen ya da bir yakını ölen Ethem… Bizi bu birbirinden absürt mesele ve durumlara ortak eden ana üç karakterimiz ise hiç ölmedi. Bunun sebebi yalnızca ölecekleri bir durumla karşılaşmamış olmaları değil. Anlatının fazlasıyla episodik yapısı ve karakterlerimizin aslında karaktersiz olması.

Seinfeld gibi durum komedisi örneklerinde bölümler arasında pek bir bağlantı olmaz ve geri planda devam eden bir “ana hikâye” tam olarak mevcut değildir. Büyük olaylardan ve dönüm noktalarından oluşan, karakterin ders aldığı ve değişip dönüştüğü klasik yapıdan uzak durur bu tip anlatılar. Kahramanın yolculuğunun esamesi okunmaz çünkü kahraman yoktur. Gibi’de bu biçimsiz ya da serbest yapının uca çekilmiş bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Karakterlerin ölümünü hayal edemeyeşimiz ve dizi sanki sonsuza kadar sürecekmiş gibi hissetmemiz biraz bundan. Yalnızca bölümler arasında hiçbir bağlantı ya da zamansal devamlılık olmaması değil mesele. Özellikle ilk sezonlarda, karakter tutarlılığı bir yana dursun, karakter denen bir şeyden tam olarak bahsetmek mümkün bile değil. Örneğin nasıl geçindiklerini, kaç yaşında olduklarını ve neden bir arada yaşadıklarını bilmiyoruz. Hangi sınıfa aitler, pek bir fikrimiz yok. Her bölümde kız arkadaşları ve arkadaşları değişiyor (Ethem dışında). Neyi severler, neyi sevmezler, neye nasıl tepki verirler… Emin olamıyoruz, çünkü her bölümde değişiyor hepsi. Örneğin “Karanlık Güç” bölümünde doğaüstü olaylara inanmayan Yılmaz, “Ayırtma Yenilemesi” bölümünde bağlama büyüsü yaptırıyor (“Bilmediğin bir şeye nasıl yok diyorsun?”). Sanki meseleler, durumlar ve kişiler karşısında yalnızca tepkileri ve duyguları değil, inançları ve karakterleri de değişiyor. Buradaki tutarsızlığı, sadece insanın çelişkili doğası ve bir günü bir gününü tutmayan karmaşık karakteriyle açıklamak pek mümkün değil. Burada daha çok, karakterlerin meseleler ve durumları anlatmak için adeta bir kukla gibi kullanılması söz konusu. Mizahın gerektirdiği o duygusal mesafeyle, bir nevi karaktere bağlanmaktan ve seyirciyi de bağlamaktan kaçınmak… Yılmaz, İlkkan ve Ersoy’un ölümünden korkmayışımız belki bundan, tam olarak yaşamadıklarından. Yaşamı da zamanı da – en azından sinemada – çoğunlukla doğrusal bir çizgi olarak algıladığımız için, karakterler değişip dönüşmeyince, hep aynı yerde kalınca, sanki hiç doğmamışlar ve hiç ölmeyeceklermiş gibi geliyor belki.

Başkaları

Kısa sürede kendi evrenini inşa eden Gibi, tam da bizi bu karaktersizliğe ve askıda kalmış zamana alıştırmışken, sonlara doğru değişmeye başlıyor. Bölümler arasında küçük bağlantılar (‘Şadan’ ve ‘Leopar’), önceki bölümlere referanslar, üç arkadaşın gençliğine ve yaşlılığına uzanan hikâyeler (‘Yokluk’, ‘Çağrı’yla Yapılan 17 Konuşma’) ve daha oturmuş karakterler… Mesela sınıfları da bellidir artık, ‘Yokluk’, ‘Sınıfsal Veda’ ve ‘Metin’ bölümlerinde, en azından artık sınıfın bir kategori olarak kabul edildiğini görürüz. Çünkü işte, hikâye anlatmak biraz böyledir. Her bölümün başında bütün karakterleri ve durumları “resetleseniz” de, nihayetinde hem yazar hem seyirci, yavaş yavaş bu dünyayı tanımaya, hatırlamaya, bağlantılar kurmaya başlar. Bir yandan da üç karakterin de kimliği, yolculuk sırasında oluşmuştur sanki. Birbirine göre şekil almış, belli rolleri benimsemişlerdir. Sanki hiç bitmeyen bir ergenlik içindedir üç karakterimiz de, sürekli performe etmeye çalıştıkları o erkeklik hâli de o yüzden batmaz bize, gülüp geçeriz (Zaten dizide yetişkin olanlar da yalnızca kadınlardır.) Her ne kadar dizinin her bölümü farklı bir konuyu işlese de, bu kimliksizlik (ya da karaktersizlik) meselesi birkaç kez çıkar karşımıza. Üçüncü sezondaki ‘Patern’ bölümünde, İlkkan’ın kişiliksiz olduğunu ve etrafındakilerinin kişiliğini ödünç aldığını öğreniriz. Birlikte yaşaya yaşaya biraz Yılmaz, biraz da Ersoy olmuştur zamanla. Kim olduğunu bulma çabaları hüsranla sonuçlanır. ‘Övgü’ bölümünde insanları adeta avlayan “övgü timinin” tuzağına düşen yine İlkkan olur. Onu kurtarmaya çalışırken Ersoy yarı yolda övgülerin cazibesine kapılır, sağlam kalan ise Yılmaz olur: “Sağlıklı insanın biraz da sevilmemesi gerekiyor İlkkan.”

Dizinin anlattığı tüm meselelere şöyle bir dönüp bakan son sezonun ‘Başkaları’ bölümünde ise, doğrudan bu kimliksizlik meselesi çıkar karşımıza. Bir kez daha İlkkan’ın başlattığı bir sahte profil hikâyesidir bu. Yılmaz’ın olayın tüm fail ve mağdurlarını bir araya getirdiği final bölümü, bir kıssadan hisseyle biter: “başkası olma kendin ol”. Bu tema, bazen kendi fotoğrafında başkasının yüzünü görmek (‘Patern’), bazen ismini (ve böylece kaderini) değiştirmeye karar vermek (‘Nomen Est Omen’), bazen yaşını (ve ne yaşadığını) bilmemek (‘İkinci Yol’) olarak karşımıza çıkmaya devam eder dizi boyunca. (Hatta beşinci sezonun afişlerinde Yılmaz, Ersoy ve İlkkan yerine bambaşka üç adam vardı.) Tüm bu kimliksizlik hikâyelerinde sabit kalan ise, Yılmaz’ın en sabit, İlkkan’ınsa en değişken kimliğe sahip olmasıdır (Ersoy ise ikisinin arasında duruma göre gidip gelir.) Yılmaz zaten en başından beri ev sahibidir, yetişkindir, daha yerleşmiş olan ve görece daha iktidar sahibi. İlkkan’ı ve Ersoy’u hem yanında, hem de bir arada tutar. Bir nevi ebeveynleri gibidir onların. Özellikle son sezonda daha da ayyuka çıkar bu konumu. Yılmaz’ın biri yeni isim diye tutturmuş, diğer motosiklet çetesine girmeye heveslenmiş Ersoy ve İlkkan’ı adeta eğlediği ‘Nomen Est Omen’, tam anlamıyla bir ebeveynlik hikâyesidir örneğin. Yılmaz, ‘Metin’ bölümünde bir şirket sahibi gibi hizmet satın alır, parasıyla döver herkesi. Kendisiyle dalga geçenleri “Allah’a havale ettiği” ‘Mikrodalga’ bölümünde ise, işittiği tüm hakaret ve küfürlere karşı öyle sağlam kalır ki, Allah bir noktada gerçekten de olaya müdahale eder. Adeta azizleşir Yılmaz. ‘Başkaları’ bölümünde kendinden ve kimliğinden vazgeçmeyen tek kişi de o olur. Zaten belki o yüzden Yılmaz’ın (ve belki Feyyaz Yiğit’in de) ilk sezondaki ‘Yanlış Mentor’ bölümüyle başlayan kendini bulma macerası, altıncı sezonla sona erer. Nihayetinde öyle ya da böyle bir hikâye çıkmıştır ortaya, sadece anlatıyor olmaktan doğan (bir tür entropi sonucu belki…) bir değişim. Ve bir kimlik.

Ben

Son sezonda aslında isminin değil de, soyadının Yılmaz olduğunu öğrendiğimiz Yılmaz kimdir peki? İki farklı cevap var. Biri, yine son sezondan ‘Jumbo’ bölümünde. Kendinden memnun bir hayat sürerken, gittiği lise buluşması sonrası bir kimlik krizine giren Yılmaz’ı izleriz bu bölümde. Buluşma sırasında herkes başarı hikâyeleri anlatınca, Yılmaz da senelerdir yazdığı defterler dolusu şiirleri ve kasetler dolusu besteleri değerlendirmeye karar verir ve bir müzik şirketinden gelen teklifi kabul eder. Ancak tam sahneye çıktığı ve şarkılarını seslendireceği anda vazgeçer ve şöyle der:

 “Şu anda bu ürettiğim şeyleri sizin karşınıza çıkarmaya hiç gerek olmadığını anladım aslında ben. Ben çünkü bunları kendi kendime kaydederken, yazarken zaten tatmin oluyormuşum. Ben hiçbir boka yaramayan biriyim diye çok telaşa kapılmışım, yanılmışım.”

Yılmaz aslında tam bu noktada bulur kim olduğunu, ama seyirci gibi biz de öğrenemeyiz ne bulduğunu. Gerçekten de öğrenemeyiz, çünkü Feyyaz Yiğit de “tadında bırakmaya” ve Gibi’ye veda etmeye karar verir bu sezonda. Yılmaz kendini ancak binlerce kişinin karşısında bulabilmiştir; bakılırken, görülürken, seyredilirken. Ve artık kendini anlatmaya gerek duymadığı noktada kim olduğunu bulur ve hikâye sona erer. Sonuçta diğerlerinden daha “kimlik sahibi” olan Yılmaz’ın daima seyirciye, yani İlkkan’a ve Ersoy’a ihtiyacı vardır aslında. Onların ebeveyni olmaktır biraz onun kimliği. Her daim ötekine muhtaç, ne kadar uğraşırsa uğraşsın değişmeye, etkilenmeye ve en önemlisi, seçmeye mahkumdur. Çünkü böyle bir şeydir “birisi olmak”.

Ve veda bölümü. Her sezonda olduğu gibi bambaşka bir zaman-mekânda geçen son bölüm: ‘Yapılanlar: Sade Bir Tören’. Yılmaz, İlkkan ve Ersoy’u 1940’larda New York’ta bir mafya ailesinin üyeleri olarak izleriz bu bölümde. Yılmaz, İlkkan ve Ersoy arasında karar vermek zorundadır, seçtiği kişi ölecektir. Ancak seçemez Yılmaz. Daha doğrusu seçmez. Başkası tarafından zorlandığı bu seçimi yapmayı reddeder, kendi seçimini yapar. “Ben” dediği anda karakter yaşamaya başlar ve bu, ölümü getirir, üçünün de ölümünü. Feyyaz Yiğit bir röportajında kendi hayatının sorumluluğunu alarak yapılan seçimlerden bahseder, öteki türlüsüne “benim hayatım” diyemeyeceğinden… Belki bu yüzden Yılmaz, kim olduğunu bulduktan sonra hayatının en büyük seçimiyle karşı karşıya kalır. İlkkan ve Ersoy’la birlikte ölüşü, bir yandan da bize kim olduğunu söylediği ve o didik didik ettiği “ben” mitinin altını oyduğu andır. ‘Başkaları’na duyduğu ihtiyaç ve özlemin bir itirafı… gibi.


Notlar

1. https://www.gazeteduvar.com.tr/aziz-kedi-gibiyi-anlatti-yazmaya-oturdugumuzda-tek-bir-kural-koyduk-makale-15286

2.  https://birikimdergisi.com/guncel/11587/gibi-turkiyede-komedinin-donusumu

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.