Nasipse Adayız: Beyoğlu Doktorunu Arıyor!
Otobiyografik kitabından uyarladığı ilk uzun metrajı Nasipse Adayız’da Ercan Kesal, belediye başkanlığına aday olan Doktor Kemal Güner’in bir günü üzerinden, hayatın her alanına sirayet etmiş iktidar dilenciliğini etkileyici bir üslupla perdeye taşıyor.
Bir siyasi taşlama, bir trajikomedi, bir kara mizah bombardımanı, kimsenin eğlenmediği bir karnaval, Romen Yeni Dalgası usulü bir olmamışlıklar geçidi… Nasipse Adayız (2020) üzerine fikir yürütürken bunların her biri cümle içinde kullanılabilir ama filmin asıl ilgi alanı bunların biraz daha ötesinde, bunlardan biraz daha tanıdık ve üstelik sadece iki kelimeyle özetlenebilir: İktidar dilenciliği. Hem de her alanda. Boş bir genelleme değil bu. Gerçekten de her alanda. İkili ilişkilerde, eski dostluklarda, tanışıklıklarda, öğrencilikte, komşulukta, meslekte, asansörde, tuvalette ve elbette siyasette. Ercan Kesal, bir zamanlar bizzat yaşadığı bir kâbusu hayatın her alanına sirayet etmiş iktidar dilenciliğiyle çerçeveleyerek anlatıyor ve bu yüzden salt siyaset temelli bir hicivden çok daha etraflıca bir gösteriye soyunuyor.
Bu gösteri erkeklerin dünyasında sahneleniyor hâliyle. İktidara el açmak için önce erkek olmak şart. Durmadan sarılan, el sıkışan, kucaklayan, öpüşen, sıkışan, itişen, dalaşan erkeklerin dünyasında kendi küçük çöplüğünü terk edip daha büyüklerine heveslenen yeni bir kurban, Dr. Kemal Güner. Zevksiz takım elbiseleriyle sürüler hâlinde dolaşan, ucuz parfüm kokulu bir penis iktidarının yedek kulübesinde oturuyor. Bu maçta kaybetmek erkekliğe dair tüm korkuları haklı çıkaracak bir kâbus. Özel hayatında üstünlüğü bir başka erkeğe kaptırma korkusuyla elindekini de yitirmiş, üniversitedeki idealine ulaşamayınca daha sakil bir kudretin peşine düşmüş, kendi semtinde ondan daha güçlü rakipleri hep ensesinde hisseden, ondan daha güçsüzlerden destek dilenen, ikiyüzlü bir fırsatçı olmasına ramak kalmış. Ya da çoktan olmuş bile. Konfor alanında, kendi hâkimiyeti altında olduğunu düşündüğü çalışanları karşısında bile ayrı ayrı aşağılanıp güç dilenciliğinden yine eli boş dönüyor. Öyle vahim bir aşağılanma rüzgârında savruluyor ki, yol boyunca kime “dayı” derse desin paçasını kurtaramıyor. Elini açtığı her köşede ayrı bir hakarete uğruyor. Dipsiz bir kuyudaymışçasına sürekli düşüyor, bir türlü dibi bulamıyor.
Sapkın Bir Hayal
Filmdeki Kemal’in Ercan Kesal’ın kitabındaki Kemal’den en büyük farkı, seyircinin karşısına çok kritik bir eşiği aşmış şekilde çıkması. Çıktığı yolda öyle bir noktaya gelmiş ki artık evine dönemez, çünkü evin yolunu hatırlamıyor. Film boyunca kendine yabancılaştığı anlar dışında en ufak bir samimiyet belirtisi göstermeyen, çırpındıkça batan, tam vazgeçeceği noktada inancı yeniden palazlanan, başına gelen her şeyi hak ettiğine inandığımız bir kaybeden. Elini açıp dilendiği bütün iktidar alanlarında bir gün yapmak istediklerini kimseye hesap vermeden yaparken, görünüşte de olsa saygınlığını koruma, hattâ el üstünde tutulmanın hayalini kuruyor. Gerçek hayatta sadece siyaset sahnesinde mükemmele erebilecek, sapkın bir hayal bu. Arkası boşaltılmış bir unvanın düşü. Bu yüzden kendini bu çekici maratonda bulması kadar doğal bir şey yok. Ama kazanmak o kadar putlaştırılmış bir hayal ki, sonrasını düşünmek akla gelmiyor bile. Önce hayırlısıyla şu köprü bir geçilsin de.
Yönetmen/senarist Kesal, tek bir güne sığdırdığı hikâyesini uzun bir kâbus gibi tasarlamış. Uzun planlar, basık tavanlar, yapay ışıklar, köhne mekânlar, perdeden oturduğumuz yere kadar ulaşan havasızlığın o berbat kokusu, birdenbire kareye giren hiç tanımadığımız insanlar, sürekli iz süren bir kamera. Tam her şeyin ortasında çığlık atarak uyanacak türden bir kaos. Sinemada bu duyguyu yaşamaya hiç de yabancı değiliz. Ancak Nasipse Adayız’ın tek günde geçen kargaşa içindeki hikâyesinin bu tarz için çok uygun bir malzeme sunduğu bir gerçek. Özellikle de öne sürdüğü kaosun inandırıcılığı için olmazsa olmaz bir artısı varken. Filmin, gündelik hoşbeş sahneleri hususunda henüz emekleme dönemindeki sinemamızın alıştığımız seviyesinin çok üzerinde, hayranlık uyandırıcı bir diyalog akışkanlığı olduğu gözden kaçmamalı. Sessizlikleri örten gevezelikler, ayaküstü muhabbetler, hâl hatır sormalar, zoraki selamlaşmalar, teklemeler, lafı gediğine koymalar… Bunların her biri nadir rastlanan bir tutarlılık içinde akıp gidiyor. Aday adaylığı döneminin en meşgul ve kritik gününü yaşayan Kemal, yan yana gelmek zorunda olduğu bir dolu insanla incir çekirdeğini doldurmayacak bir dolu sohbetin içinde can çekişiyor. Büyük laflardan sakınan, gündelik bir kâbusun bu kadar inandırıcı şekilde yazılması gerçek bir meziyet. Filmin ne kadar da Romen Yeni Dalgası’ndan fırlamış gibi göründüğünü vurgulamak yerine, bu tarza layığıyla uyum sağlamak ve en ufak bir kan uyuşmazlığı yaşamamak için ne kadar da donanımlı olduğunu hatırlatmak daha anlamlı.
Kemal’i yaşayan bir karaktere dönüştüren, yan karakterlerin çok iyi yazılmış ve oynanmış olması.
Oyuncu Kesal’a gelince, açılıştaki rüya sahnesinde altı biraz fazla kalın çizgilerle çizilmiş temsili konseyin karşısına çıktığı andan itibaren seyirciyle arasına belli bir mesafe koyduğunu görüyoruz. Daha sonra da bu mesafe hiç bozulmuyor. Sahteci siyaset anlayışının hedef tahtasına oturtulduğu bazı sahnelerde, samimiyetsizliğin vurgulanması için seçilen göstergelerin Kemal’i fazla karikatürize bir figüre dönüştürdüğü oluyor. Bebekle poz verdiği ya da arabasıyla birine çarptığı sahnelerde olduğu gibi. Buna karşılık Kemal’i yaşayan bir karaktere dönüştürense yan karakterlerin çok iyi yazılmış ve oynanmış olması. Selin Yeninci’nin canlandırdığı Arzu karakteri dışında, hikâyeye katkısı olan tüm yan karakterlerin Kemal’le bir hesaplaşma ânı var. Arzu ise ilk ortaya çıktığı andan itibaren sahneyi teslim alan disipliniyle film bittikten sonra da etkisini devam ettiriyor. Üstelik bir yüzleşmeye de ihtiyaç duymuyor. İnanç Konukçu’nun canlandırdığı şoför Naci ile Kemal arasındaki ilişki seviyesinin inişli çıkışlı muğlaklığı, ana karakterin arkasını dolduran bir yapıya oturuyor. Naci’nin tıpkı Kemal gibi bir iktidar dilencisi olması özellikle anlamlı. Aralarındaki “bacı” muhabbetinin de yukarıda sözü geçen erkekliğe dair korkuları tamamlayıcı bir tarafı var. Nazan Kesal’ın canlandırdığı Figen’deyse Kemal’in güç dilenciliğinin eksik parçasını buluyoruz. Ona meydan okuyan havasıyla Figen’in hikâyeye girişinin Kemal’in çöplüğündeki güç dengelerini değiştirmesine minnettar kalıyoruz.
Yıllar önce “Beyoğlu doktorunu arıyor” sloganıyla başkan aday adayı olan Kesal’dan, yıllar sonra hikâyede ondan bile büyük bir kaybedenin takma dişini ceketinin cebine atan Kemal’in çıkması, sinemanın kazancı. Asap bozucu bir gerçek hikâyeden çıkarılan kişisel bir ibretin dışarıya açılması da öyle. Hamama girip bir güzel terleyen, kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen daha kaç kaybeden yönetmen olup çıkar ki? Hem de böyle bir yönetmen. Oranları bir düşünün.
Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.