Oslo, 31 Ağustos: O Gün Oslo’da Olanlar
Joachim Trier’in ‘Oslo Üçlemesi’nin ikinci halkası Oslo, 31 Ağustos, tedavi gördüğü rehabilitasyon merkezinden kısa süreliğine ayrılan Anders’in tek bir gününe odaklanıyor. Oslo’yu parçaların toplamından oluşan bir senfoni olarak hayal eden film kişisel izlenimlerin, hatırlamaların, anların birikimini yaparak kurulan bir birikinti âdeta.
Bu yazı, Altyazı’nın Temmuz-Ağustos 2012 tarihli 119. sayısında yayımlanmıştır.
Tekrar’la (Reprise, 2006) tanıştığımız yönetmen Joachim Trier’in bir junkie’nin temizlenme sürecini anlatan ikinci filmi Oslo, 31 Ağustos (2011) birçok benzerini izlediğimiz, dolayısıyla klişeleşme potansiyeli oldukça yüksek bir hikâyeye sahip. Ancak Trier, Anders’in şehre yeniden temas etmesini vesile ederek öyle tensel bir sinemasal evren oluşturmuş ki, Anders’in yaşadıkları hepimize dokunuyor; izlenimlerden duygulara, duygulardan gerçek anlara uzanıyor.
Film, adına uygun şekilde, her şeyden önce bir şehir filmi. 20. yüzyılın başında, modernizmin şehirleri dönüştürme biçimiyle ilgilenen ve bu yeni şehir hayatından etkilenip ilham alan filmleri [Kameralı Adam (Chelovek s kino-apparatom,1929) ya da Berlin: Büyük Bir Şehrin Senfonisi (Berlin: Die Sinfonie der Grosstadt, 1927) gibi] hatırlatan bir yanı var. Oslo’yu seyredince, şehir senfonisi denen bu türün, 2000’ler Avrupa’sındaki karşılığı böyle bir şey olmalı diye düşünüyor insan: 1900’lü yılların başlarındaki heyecanın yerini tarifsiz bir melankoli almış. Filmin baş karakteri olan Anders de dahil olmak üzere sanki şehirdeki herkes nostaljiden mustarip; geçmiş güzel günleri hayal etmekten yaşayamadıkları bugüne yalnızca endişe kalmış. Olaylar tek bir günde geçiyor; 31 Ağustos’ta, yazın son gününde, Oslo söz konusu zaman diliminin içinde yoğunlaşıyor. ‘Yuva’ya, ‘eve dönüş’e duyulan eşzamanlı arzu ve korku günü kaplıyor, uyuşturucu tedavisi gördüğü rehabilitasyon merkezinden bir günlüğüne şehre dönen Anders’in hikâyesinden şehrin tamamına yayılıyor. Anders şehre döndüğünde, bitmekte olan mevsimin, belki bir daha onarılmamak üzere geride kalan hayatların yası ‘şimdi’nin üzerine çoktan kazınmış sanki.
Anlattığı hikâyenin ağırlığına rağmen Oslo, 31 Ağustos depresif bir film değil. Açılış sekansında da söylendiği gibi, arada kalındığında, nostaljiden değil melankoliden yana tavır alan bir film. Dünyası, kişisel izlenimlerin, hatırlamaların, anların birikimini yaparak kurulan bir birikinti âdeta. Bir bisiklet selesi, karlı bir havuz, şehre giren kırmızı bir otobüs, deniz kenarında uçuşan saçlar, küçük bir çocuğun ağzına bulaşan pasta, bir gölgeli bir güneşli araba yolu, karanlık şehir, metrodan çıkan insanlar… Bu sekans, Oslo’nun merkezinde yer alan Philips binasının, 2000 yılında yıkıldığı âna ait görüntülerle sona eriyor. Kişisel sayıklamaların yanına eklenen Oslo tarihindeki bu belirgin an, birdenbire her şeyi gerçeklik düzlemine çekerek başlatıyor filmi. Hemen sonrasında, o andan itibaren peşine takılacağımız Anders’le tanışıyoruz. Otoyolun kenarında bir odada, sevişme sonrası uyanılan bir sabah. Anders’i ne yemeğin, ne sevişmenin, ne ailenin, ne arkadaşların, ne de eski sevgililerin hayata bağlayamadığını ilk sezdiğimiz an… Ancak nostaljik hali gereği Anders yine de onların peşine düşüyor 31 Ağustos’ta. Bir araya getirdiği tüm anılardan, tüm seslerden, tüm yüzlerden, kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor.
Oslo, 31 Ağustos, kenti parçaların toplamından oluşan bir senfoni olarak hayal ediyor. Ancak parçaların toplamının bütünden fazla olduğunu gösterirken, kentin ruhunun o fazlalıkta yattığını göstermekten de geri kalmıyor. Günümüz Kuzey Avrupa’sında bütüne ait olmayan herkesi dışlamaya yönelik hissiyat, filme de bir yönüyle sızmış. Sınıfsal olarak ayrıcalıklı konumuna rağmen, Anders için de bütünden bir kez kopunca geri dönüş çok zor. Anders sokakta yürüyor, bankta oturuyor, kafelerde takılıyor; Oslo’yu dinliyor, ona dokunuyor, onu izliyor, ama onunla bir türlü ilişki kuramıyor. Görüşemediği ailesi, durmadan ulaşmaya çalıştığı eski sevgilisi, eski dostları, aile ve kariyerleri arasında kalıp, 30’lu yaşların bunalımıyla başa çıkmaya çalışan ‘refah toplumu’nun fertleri, Anders’i dışarı kusuyor. Belki bunların bir kısmı da Anders’in paranoyası… Ama onun paranoyası, bunların gerçek olmadığı anlamına gelmiyor.1
NOT
1 Milliyetçiliğin ve ırkçılığın yükselişiyle zemin kazanan göçmen ve yabancı düşmanlığının yol açabileceği en trajik olaylardan biri olan Oslo katliamının, Oslolu yönetmen Joachim Trier bu filmi tamamladıktan sonra, 2011 yazında yaşandığını eklemek gerek.
Marmara ve Bilgi Üniversitesi’nde aldığı sinema eğitimini New York Üniversitesi Sinema Çalışmaları doktorasıyla tamamladı. İlk kurmaca uzun metrajı Mavi Dalga, prömiyerini 2014'te Berlinale’de yaptı. Teorik ve pratik üretimin iç içeliğinden beslenerek, yazarlık, eğitmenlik ve film üretimini birlikte yürütüyor.