Pasajlar: Aşkın Karanlık Yüzü
Bağımsız Amerikan sinemasının ustalarından Ira Sachs’ın prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan yeni filmi Pasajlar MUBI Türkiye’de gösterimde. Bir aşk üçgenini konu alan filmi benzeri hikâyelerinden ayıran, tüm karakterlerine son derece dürüst bir şekilde yaklaşması.
Bağımsız Amerikan sinemasının en önemli isimlerinden Ira Sachs, yeni filmi Pasajlar’ın (Passages, 2023) MUBI’ye gelmesi vesilesiyle hazırladığı seçkide MUBI kataloğunda bulunan iki Maurice Pialat filmine birden yer vermiş; başrolünde Isabelle Huppert’in yer aldığı 1980 tarihli Loulou ve Pialat’nın duygusal açıdan izleyiciyi en çok zorlayan, en tavizsiz ve karanlık filmlerinden biri olan The Mouth Agape (La Gueule ouvert, 1974). Pialat’nın melodramatik aşırılıklardan uzak duran, en karmaşık duyguları eşsiz bir durulukla perdeye taşıyan, karakterlerin en tartışmalı davranışlarını ya da seçimlerini bile sarsılmaz bir soğukkanlılıkla öyküleştiren sineması; Sachs’ın Pasajlar’da benimsediği üslubu anlamak açısından bir anahtar niteliğinde. Pasajlar bencillikleri ve kararsızlıkları sebebiyle birbirlerine zarar veren karakterlerin hikâyesini sade ama etkili bir dille anlatan, gücünü Sachs’ın kolaylıkla sansasyonel hale gelebilecek bir öyküye yalın ve mesafeli biçimde yaklaşmasından alan bir film. Günümüz Fransız sinemasında Pialat geleneğinin belki de en önemli temsilcisi sayılabilecek olan Catherine Breillat’nın da bu yıl uzun bir aradan sonra Geçen Yaz (L’été dernier) filmiyle geri döndüğünü not düşelim.
Pasajlar’ın ana karakteri Tomas, kocası Martin’le birlikte Paris’te yaşayan ve yeni filmini tamamlamaya çalışan bir yönetmen. Öykünün ilk kırılma noktasını Tomas’ın bir partide Agathe isimli genç bir kadınla tanışması ve Agathe ile birlikte olarak Martin’i aldatması oluşturuyor. Bu aşamada klasik bir aşk üçgeni ile karşı karşıya olduğumuzu, yalanlar ve sırlarla dolu bir ilişkiler ağına tanıklık edeceğimizi düşünmek olası. Ama Tomas’ı ilginç kılan en önemli şeylerden biri, tüm zaaflarına rağmen son derece dürüst bir karakter olması. Tomas, Agathe ile geçirdiği gecenin sabahında eve dönüp yaşadıklarını hemen Martin’e anlatıyor. Agathe’a aşık olmaya başladığını söylerken de, Martin’den kopamayıp onunla yeniden birlikte olmayı arzularken de aynı ölçüde dürüst ve samimi. Yeniden Agathe’ı görebilmek için gece vakti kurgu odasına gideceği yalanını söylerken de, Martin’in yeni bir ilişkiye başladığı yazarın kitabını kıskançlıkla okuyup umursamaz görünmeye çalışırken de aslında Tomas’ın ne düşündüğü, ne istediği apaçık ortada. Sachs, bu üç karakter arasında mekik dokurken izleyiciyi manipüle etmekten, tek bir ‘doğru tercih’ belirlemekten, Tomas’ı tercihleri ya da ‘hataları’ sebebiyle yargılamaktan özenle kaçınıyor. Martin’in Tomas’ın sadakatsizliğini öğrenip öğrenmemesi üzerinden bir gizem-gerilim duygusu kurmayı reddediyor. Ya da Agathe ile Martin’e kıskançlık, hayal kırıklığı gibi melodramatikleşme potansiyeli olan duyguları yüksek perdeden yaşatıp, Tomas’ın incittiği bu karakterlere acımamızı istemiyor. Pasajlar’ın belki de en çarpıcı özelliği, pişmanlıklar ve gelgitlerle dolu bir öykü anlatırken, karakterlerinin duygu dünyalarına son derece açık ve net biçimde ışık tutabilmesi.
Modern Bir Fassbinder Yorumu
Güncel dünya sinemasının en yetenekli isimlerinden Franz Rogowski’nin canlandırdığı Tomas, Alman sinemasının efsanevi isimlerinden Rainer Werner Fassbinder baz alınarak şekillendirilmiş bir karakter. Tomas’ın film setindeki hali ve tavrı, bencilliğine ve kimi zaman saldırganlaşabilmesine rağmen çevresindekileri hemen etkisi altına alma becerisi, biseksüelliği ve çalkantılı özel yaşamı, tüm bu karmaşa içerisinde başarılı filmler üretmeye devam edebilmesi pek çok açıdan Fassbinder’i akla getiriyor. Pasajlar’ın daha ilk sahnesinde Tomas’ı bir film setinde, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen bir aktörü azarlarken görüyoruz. Filmin Tomas’ı sempatik göstermek gibi bir derdi yok, hatta onun zor bir insan olduğunu çabucak sezmek mümkün. Bir yandan da bu açılış sahnesinde Tomas’ın sabırsızca aktörün yerine geçişini, vücudunu nasıl kullanması gerektiğini ona tam olarak gösterişini izliyoruz. Dolayısıyla bu sahne Tomas’ın nasıl bir insan olduğuna dair ipuçları sunmakla kalmıyor, filmin dokunma duyusuna ve beden diline vurgu yapan görsel dokusunu da en baştan belirliyor.
Fassbinder’in birlikte çalıştığı oyuncuları nasıl yıprattığına, geçinilmesi zor bir insan oluşuna dair pek çok hikâye anlatılır. Tomas da benzer şekilde kolaylıkla kendi hikâyesinin kötü adamına dönüşebilecek bir karakter. Bu öyküdeki en bariz çıkış yolu Tomas’ı bencilliği ve kafa karışıklığı sebebiyle iki kişiye birden zarar veren bir canavar olarak betimlemek olurdu. Ama Sachs ve Rogowski, Tomas’a çok daha incelikli bir noktadan yaklaşıp onu toplumun dayattığı tek eşlilik ve heteronormativite kalıplarına sığmayan, hatta sığmak istemeyen, her koşulda kendi arzularının peşinden gitme cesaretini gösterebilen bir karakter olarak perdeye taşıyorlar. Martin ve Agathe’ın talep ettiği ve Tomas’ın kabullenmediği şey ise sadakatten ziyade bir tür kendini dizginleme hali belki de. Pasajlar boyunca bu çatışmanın sözcüklerle dile gelmeyen ama karakterlerin beden diline yansıyan pek çok ifadesi var. Tomas’ın umursamazca dans edişinde, çevresindekilerin tuhaf ya da uygunsuz bulduğu kıyafetler içinde kendini rahat hissedişinde, Almanya’ya dönüşü hakkındaki sorulara ucu açık yanıtlar verişinde hep benzer bir ruh halinin izleri görülebilir. Filmdeki seks sahneleri de bu açıdan çok önemli; önce Tomas ve Agathe’ın sevişme sahnesinde, daha sonra ise Tomas’ın Martin’e dönüp onunla yeniden seviştiği sahnede ortak bir yön var çünkü. Agathe sevişmelerinin ardından Tomas’a çok fazla ses çıkardığını söylüyor. Martin de benzer şekilde sevişmeleri sırasında defalarca ‘şşş’ diye Tomas’ın sesini kesiyor. Yani bir bakıma hem Agathe hem de Martin, Tomas’ı kontrol altına almanın ve kendi beklentilerine ya da ihtiyaçlarına uydurmanın peşindeler. Bu açıdan Agathe’ın Tomas’ı anne ve babasıyla tanıştırması, Martin’in de Tomas’dan ortak evlerinin satış işiyle ilgilenmesini istemesi manidar. Tomas gibi birinin Agathe’ın ebeveynlerine güven vermeyeceği veya ev satışı gibi ciddiyet gerektiren resmi bir sürecin takipçisi olmayacağı ise aşikar aslında.
Belki de kimi izleyiciler için Tomas’ı bir canavar yapan şey tam da budur; hiç kimseyi dinlemeden, hiçbir şeyi umursamadan kendi istediğini yapmasıdır. Sürekli hissettiği ve dilediği gibi yaşama hakkını kendinde görmesi, bunun çevresindeki diğer insanlar için ne anlama geldiğini hiç düşünmemesidir. Ama Pasajlar Tomas’ın benmerkezciliğini aklamaya çalışmıyor zaten, yalnızca onun kişiliğini ve tercihlerini tarafsızca öyküleştirmeye uğraşıyor. Hatta bir bakıma en çok acı çeken ve zarar gören de Tomas’ın kendisi oluyor. Filmde Tomas’ın iyi ya da kötü biri olmasından çok daha fazla önem arz eden nokta, karakterin bütün zaafları ve insancıl yönleriyle birlikte eksiksizce betimlenmesi.
Uzun Sessizlikler
Bahsettiğim dengeli ve olgun sinema dilinde sessizliklerin, karakterlerin söze dökmeden kendi içlerinde yaşadıkları hesaplaşmaların da büyük yeri var. Hikâyedeki çoğu dönüm noktası, beklenmedik bir sükunet içerisinde, karakterler birbirleriyle yüzleşmeden yaşanıyor. Filmin sonlarına doğru Agathe’ın yan odada birlikte olan Tomas ve Martin’i duvarın ardından dinlediği sahne bu açıdan çok önemli mesela. Ne Agathe kalkıp yan odaya gidiyor, ne de Martin’in yanından ayrılıp Agathe’ın odasına dönen Tomas genç kadına kayda değer bir şey söylüyor. Tomas ve Agathe’ın, aslında birbirlerinin uyanık olduğunu fark etmelerine rağmen sadece sessizce uzanıp bütün geceyi tek bir söz söylemeden geçirmeleri, ilişkilerinin durumu hakkında bilmemiz gereken her şeyi anlatıyor zaten. Bu sahnelerdeki anlatım ekonomisi ve neredeyse yıpratıcı sakinlik, Pasajlar’ı yazının başında adını andığım Maurice Pialat filmlerinin yakınında konumlandırıyor.
Sessizliğin benzer bir işlev üstlendiği diğer bölümler de Pasajlar’ın daha tanıdık ve melodramatik bir versiyonunda uzun tiratlara, gözyaşlarının eşlik ettiği tartışmalara vesile olabilirdi kolaylıkla. Örneğin Martin ve Agathe’ın filmin sonlarında bir kafede buluştukları sahne, kürtaj yaptıran Agathe’ın üzüntü ve yalnızlığını, Martin’in hissettiği suçluluk duygusunu ve Tomas’ın ikisini de kırmış olmasının ağırlığını; birkaç kısa cümleye, belli belirsiz bir gülümseyişe, kafede tek başına oturan Martin’in yüz ifadesine sığdırabilmesi açısından kayda değer. Tomas’ın saatlerce Paris sokaklarında bisiklet sürdüğü final bölümü de hiç diyalog içermemesine ya da filmdeki aşk üçgenine net bir çözüm önermemesine rağmen benzer bir duygusal yoğunluğa sahip. Ucu açık bu sahne, bir yandan da tarifi zor bir tamamlanmışlık, bütünlük hissi yaratıyor. Tomas, Martin ya da Agathe mutluluğu bulduğu veya öyküdeki bütün sorular cevaplandığı için değil de, film boyunca Sachs bu karakterlerin hislerine, düşüncelerine, bazen kendilerine bile itiraf edemedikleri çelişkili duygularına olabilecek en berrak, en sade şekilde tanıklık etmemizi sağladığı için. Filmde gereksiz, aşırı ya da dolambaçlı tek bir sahne, hatta diyalog bulunmadığı için. En çok da Tomas’ın hem zalimliğine hem de kırılganlığına, önce hayat dolu, ardından gittikçe durağanlaşan sahnelerde eksiksiz biçimde şahit olduğumuz için.
Pasajlar, MUBI Türkiye‘de gösterimde.
Amerika’daki Western Washington Üniversitesi’nde sinema dersleri veren ve festivaller hakkında araştırma yapan Odabaşı, Cannes Critics Week jürisinde ve iki kez Berlinale Talents programında yer aldı.