Şu An Okunan
Sundance Günlükleri 2023 #3: Passages, A Thousand and One, The Eternal Memory, Sorcery, Scrapper

Sundance Günlükleri 2023 #3: Passages, A Thousand and One, The Eternal Memory, Sorcery, Scrapper

Bağımsız sinemanın en önemli uluslararası buluşma noktalarından Sundance Film Festivali, Pazar günü sona erdi. Ödüllerin dağıtılmasıyla 2023’ün öne çıkması muhtemel bağımsız yapımlarının iyice şekillendiği festivalde ödül alan filmlerin bir kısmına dair kısa kısa…

Küçük ölçekli bağımsız filmleri keşfetmeye ve desteklemeye hevesli izleyici kitlesinin neredeyse her filmi beğendiği, bir kısım eleştirmenin ise iyi niyetli ama risksiz olan hemen her filme burun kıvırdığı Sundance Film Festivali, Pazar günü sona erdi. Bu yılın seçkisinde ne yerden yere vurulan hayal kırıklıkları ne de şimdiden övgülere boğulan bir şaheser vardı. Ama festivalin ilgiye değer pek çok yapımı izleyiciyle buluşturduğunu ve önümüzdeki on iki ay boyunca farklı festivallerde ya da vizyonda karşımıza çıkacak filmlere ev sahipliği yaparak misyonunu yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Yarışmalı bölümlerde irili ufaklı neredeyse iki düzine ödülün dağıtılması da bu açıdan faydalı; Sundance ödülleriyle tescillenen filmler hem dağıtımcıların ve festival programcılarının hem de sinefillerin daha çok dikkatini çekiyor çünkü.

A Thousand and One

ABD Dramatik Yarışma jürisinin çoğu ödülü seçkideki en zayıf filmlere vermesi bir nebze kafa karıştırsa da, büyük ödülün programdaki filmlerin en iyisine gitmesi bu durumu affettirdi denebilir. A. V. Rockwell imzalı A Thousand and One, ilk filmlerden beklenmeyecek ölçüde iddialı bir New York epiği ile sarsıcı bir aile dramasını ustalıkla harmanlıyor. Filmin ana karakteri Inez, doksanların başında hapisten çıktıktan sonra yokluğunda yetimhanede yaşamaya başlamış oğlu Terry’yi kaçırıp kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor. 2000’li yılların ortasına kadar uzanan öykü, Inez’in erkek arkadaşı Lucky’nin de dâhil olduğu alternatif bir aile yapısını betimlerken New York’un yıllar içindeki değişimine de ışık tutuyor. Aileleri birleştiren ve tüm sorunlara rağmen bir arada tutan şeyin ne olduğunu sorgulayan bir hikâye bu. Kısaca, birbirini gerçekten seven ve aile olarak benimseyen insanların, aile yaşamı ile ilişkili toplumsal kalıplara uymayan davranışlarına tanıklık etmek, izleyicinin karakterlerle kurduğu bağı çelişkili bir noktaya götürüyor diyebiliriz. Bu açıdan, aile kavramını etik ikilemler üzerinden ele alması ve melodramatik öğeleri dengeli biçimde kullanması, A Thousand and One’ı Japon usta Hirokazu Koreeda’nın filmlerine yakın bir noktaya taşıyor. Özellikle öykünün son kısmındaki yürek burkucu bir sürpriz, Koreeda sinemasını ciddi biçimde akla getiriyor. Ama bu evrensel boyutun ötesinde filmin kültürel açıdan çok spesifik olan bir yanı da var. Çünkü siyah ve beyaz New Yorkluları kentin farklı bölgelerine hapseden şehirleşme süreci filmde büyük yer tutuyor. Daha da önemlisi, şehrin bazı bölgelerine ‘sözde nezihleştirme’ projesi diyebileceğimiz bir plan dâhilinde dolaylı olarak el konulması, üstü örtülü ırkçılığı ve eğitimden yargıya bütün sistemlere sızmış olan ayrımcılığı açığa vuruyor. Başroldeki Teyana Taylor’ın filmin son bölümünde Inez ve Terry’nin yüzleştiği sahnedeki monoloğu ise A Thousand and One’ı unutulmaz bir finale taşıyor.

Going to Mars: The Nikki Giovanni Project

Maalesef belgesel yarışmalarının büyük ödüllerini kazanan filmler aynı ölçüde güçlü değil. ABD Belgesel Yarışma bölümünün galibi Going to Mars: The Nikki Giovanni Project, neredeyse elli yıldır feminist siyah hareketin en önemli figürleri arasında yer alan şair Giovanni hakkında kapsamlı bir portre. Giovanni karizmatik bir konuşmacı, üstelik çok kritik bir döneme tanıklık etmiş etkin bir aktivist. Dolayısıyla filmin kendine politik ve edebi açıdan değerli bir hedef belirlediği aşikâr. Fakat ne yazık ki Joe Brewster ve Michèle Stephenson’ın birlikte yönettikleri belgesel, saygılı ama yüzeysel bir kolajın pek de ötesine geçemiyor. Giovanni’nin davet edildiği konuşmaları dinlemek faydalı, ama şairin gerçek kimliği ve hayatı hakkında pek çok şey havada kalıyor maalesef (Giovanni’nin oğluyla ya da partneri ile ilişkilerinin karmaşık yönleri hızla geçiştiriliyor, şairin sık sık uzay imgeleri kullandığı eserlerinde politik açıdan nasıl bir metafora başvurduğu açıklanmıyor örneğin). Benzer şeklide, filmin geniş bir arşivden faydalanılarak hazırlanması takdire şayan olsa da, yönetmenlerin bu arşivde âdeta kaybolduğunu ve belli bir kronoloji takip etmeyen filmin fazlasıyla dağınık hâle geldiğini söylemek lazım.

The Eternal Memory

Dünya Sineması Belgesel yarışmasında ise büyük ödül Şili yapımı The Eternal Memory filmine gitti. Going to Mars’a benzer bir şekilde, ünlü bir figürün portresi aracılığıyla önemli bir tarihî süreci ele alan bu film; Pinochet döneminde pek çok insanlık suçuna ışık tutmuş gazeteci Augusto Góngora ve bir dönem kültür bakanlığı da yapmış eşi Paulina Urrutia hakkında. Hem çiftin yirmi yıldan uzun süredir devam eden büyük aşkı hem de Góngora’nın gençliğinde korkusuzca haber hâline getirdiği korkunç diktatörlük ayrı birer filmin konusu olabilir. Ama yönetmen Maite Alberdi her şeyden çok Góngora’nın Alzheimer hastalığı ile baş ettiği döneme odaklanıyor. Aslında bu kötü bir tercih değil; toplumsal hafızaya değerli katkılar yapmış, hatta şekil vermiş birinin kendi hafızasını adım adım yitirmesi çok dokunaklı. Üstelik bu hastalık çifti belki de hayatlarındaki her şeyden daha çok yakınlaştırıyor ve birlikte geçirdikleri yılları yeniden hatırlamalarına, bir bakıma o yılların anısına tutunmalarına vesile oluyor. Ama Alberdi hastalığı filmin neredeyse tek odak noktası hâline getirerek Góngora’nın politik kimliğini, düşündürücü tarihsel ve toplumsal soruları es geçiyor. Hatta duygusallığın dozunu kaçırarak filmin son kısmında manipülatif tercihler yapıyor. Yapımcılığını ünlü yönetmen Pablo Larraín’in üstlendiği The Eternal Memory etkileyici ve önemli bir film, ama aynı zamanda ele aldığı konuların hakkını veremeyen minör bir hayal kırıklığı.

Sorcery

Sundance programında Larraín’in yapımcıları arasında yer aldığı bir başka Şili yapımı film daha vardı. 2016’da The Blind Christ (El Cristo Ciego) ile Venedik’te yarışan Christopher Murray’nin yeni filmi Sorcery, özellikle kurduğu tekinsiz atmosfer ve sömürgecilik karşıtı metni ile dikkat çeken bir mistik gerilim. Film 19. yüzyılda Şili açıklarındaki Chiloé adasında geçen bir intikam hikâyesi anlatıyor. Alman sömürgeciler ve onlarla iyi geçinmek için her türlü haksızlığı görmezden gelen Şilililer, adadaki yerli halkın yaşamını cehenneme çeviriyor. Sorcery’nin dönem filmi kalıplarını kullanarak Şili’deki kolonicilik tarihine bakması, üstelik bunu folklorik öğelerle harmanlaması, filme belli bir ilginçlik katıyor. Birinci sınıf görüntü yönetimi ve ses tasarımının da izleyiciyi sürekli huzursuz etmeyi başardığını ekleyelim. Ama Sorcery bu kayda değer parçaların tatmin edici şekilde bir araya geldiği bir film değil ne yazık ki. Filmin hemen açık ettiği sömürgecilik teması yerlilerin sürekli zulüm gördüğü basit bir döngü üzerinden işleniyor, üstelik filmin bu tarihsel ve politik katmanı ile hikâyenin korku türüne göz kırpan doğaüstü boyutu arasında pek bir bağ kurulamıyor. Murray’nin ağır tempolu ve tekrarlı bir anlatıyı tercih etmesi de ilk başta oluşan merak duygusunu karşılıksız bırakıyor açıkçası. Filmin ilk bölümünde misyonerliği koloniciliğin kılıfı olarak kullanan sözde dindar Hıristiyanlar, kendi kültüründen uzaklaşmış olan ama trajik bir olay sonrasında Huilliche halkına yeniden katılan bir genç kız ve antik ritüelleri tehlikeli büyüler yapmak için kullanan esrarengiz bir kadın ile tanışıyoruz. Fakat öykü ilerledikçe, bu karakterlerden yalnızca genç kız ön plana çıkıyor ve diğer karakterlerle ilgili bölümler havada kalıyor. Yine de Sorcery hem benzersiz Huilliche kültürünü perdeye taşıması hem de korku öğelerini etkin biçimde kullanması sebebiyle seyre değer bir film.

Scrapper

Sorcery’nin de yer aldığı Dünya Sineması Dramatik Yarışma bölümünde büyük ödülü kazanan Scrapper ise annesini kaybettikten sonra tek başına yaşamaya başlayan 12 yaşında bir kız çocuğu olan Georgie ve onun yıllar sonra yeniden ortaya çıkan sorumsuz babası hakkında bir İngiliz filmi. Öykünün göz yaşartıcı olduğuna, filmin iyi niyetlerle yapıldığına ve karakterlerin kısa sürede izleyicilerin sempatisini kazandığına şüphe yok. Fakat bu kadar vasat bir melodramın Sundance’ten önemli bir ödülle dönmesi tuhaf bulunabilir. Zira Scrapper, başta hiç iyi anlaşamayan baba ile kızının, ortak acıları sebebiyle zamanla birbirlerini tanımasını ve yakınlaşmasını izleyiciyi hiç şaşırtmadan anlatıyor. Yönetmen Charlotte Regan, filmi hareketlendirmek ve daha sevimli hâle getirmek için video klip estetiği ile çekilip kurgulanmış bölümlere, mahalledeki diğer çocukların Georgie hakkında konuştuğu esprili sahnelere yer veriyor. Ama kayıp ve keder hakkında dişe dokunur bir şey söylemeyi ya da izleyiciyi baba-kız ilişkisinin gerçekliğine ikna etmeyi başaramıyor. 

Passages

Bence Sundance programında en öne çıkan ve şimdiden yılın en iyileri arasına giren film ise bağımsız Amerikan sinemasının ustalarından Ira Sachs’ın Paris’te çektiği Passages idi. Son yıllarda birbirinden etkileyici performanslarıyla dünya sinemasının en dikkat çekici yüzlerinden biri hâline gelen Franz Rogowski, yeni filminin çekimleri sırasında Agathe isimli bir kadınla tanışan film yönetmeni Tomas rolünde. Tomas aslında Martin adında bir adamla evli, fakat buna rağmen Agathe ile bir ilişkiye başlamaktan, bu ilişki sürerken tekrar Martin’e geri dönmekten, bencilliği ve kararsızlığı ile çevresindekilere zarar vermekten kendini alamıyor. Biseksüellik konusunu olgunlukla işleyen filmlere çok sık rastlamıyoruz zaten ama Passages’ı benzer aşk üçgeni hikâyelerinden ayıran esas önemli nokta, tüm karakterlerin son derece dürüst olması. Tomas, Agathe’a âşık olduğunu ve bu yeni ilişkiden büyük heyecan duyduğunu söylerken de, Martin’den kopamayıp onu özler ve kıskanırken de aynı ölçüde samimi. Sachs, sadakatsizliği bir sırra çevirmeden, kimin haklı ya da haksız olduğuyla ilgilenmeden, zarif ve dengeli bir şekilde anlatıyor bu öyküyü. Beden dilindeki küçük değişimlerin, kırgınlıklara rağmen korunan sessizliğin ön plana çıktığı bir film Passages. Agathe, Tomas ile ilişkisi hakkındaki büyük bir kararı tek bir söz dahi söylemeden veriyor, özgürlük hissi ile sürekli yan yana duran yalnızlık Tomas’ın kederli gülümseyişinde karşılık buluyor örneğin. Kaotik bir film setinde başlayan, ilk yarısında renkli partiler ve tutkulu sevişme sahneleri ile güçlü bir tensel etki kuran Passages, ikinci yarısında giderek daha karanlık ve hüzünlü hâle geliyor. Ama Sachs, bu değişime sebep olan tercihleri için karakterlerini yargılamaktan ustalıkla kaçınıyor. Önümüzdeki ay Berlin Film Festivali’nde de gösterilecek olan Passages, son yılların en incelikli ve sarsıcı aşk hikâyelerinden biri.

Sundance bağımsız filmlerin Amerika’daki dağıtım şirketleri tarafından satın alındığı büyük bir market, vizyona veya dijital platformlara giden yolda kilit bir durak aynı zamanda. Tabii Sundance etkisinin sırf Amerikan vizyonu ile kısıtlı olmadığını, programdaki filmlerin festival sonrasında pek çok farklı ülkede gösterildiğini eklemek gerek. Umarız ki Sundance boyunca ses getiren filmler, ülkemizdeki dağıtımcıların ve festivallerin de ilgisini çekmeyi başarır.


Festivalde dağıtılan ödüllerin tam listesi için tıklayın.


Sundance Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.


Selin Gürel’in kaleme aldığı ‘2023’te İzleme Listenizde Olması Gereken 6 Sundance Filmi’ listesini okumak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.