Sadece Âşıklar Hayatta Kalır: Boş Zaman Virtüözleri
Jim Jarmusch, bugüne kadar beslendiği kim, ne, neresi varsa yanına katarak, Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’da seyircisini hipnotik ve amaçsız bir yolculuğa davet ediyor.
Bu yazı, Altyazı’nın Şubat 2014 tarihli 136. sayısında yayımlanmıştır.
Abel Ferrara’nın ‘entelektüel vampir filmi’ The Addiction’ın (1995) başında gizemli bir kadın tarafından ısırılarak vampir olan Kathleen Conklin (Lili Taylor) doktora tezi yazmakta olan bir felsefe öğrencisidir. Bir kurban seçmek üzere New York sokaklarında dolaştığı gecelerin birinde, kendi kendine Proust ile ilgili bir şeyler sayıklayan bir adama yanaşır. Fakat Kathleen’in kendisine kurban diye seçtiği adam kırk yıldır oruç tutan deneyimli, bilge bir vampir çıkar. Peina, –Christopher Walken’ın muhteşem performansıyla– Kathleen’i avcıyken av haline getirerek onu “kendi gerçeğiyle” yüzleştirir. Peina’nın Burroughs’dan Sartre’a, Beckett’dan Baudelaire’e referanslarla bezediği konuşmasını da içeren karşılaşmaları Kathleen için bir dönüm noktası olur. Kathleen, Vietnam ve Holokost sonrası dünya üzerindeki şiddetin, kötülüğün, toplumsal suçluluk duygusu ve vicdanın sorgulamasını yapar, Kierkegaard ve Nietzsche ile uğraşırken; Peina ‘bağımlılığı’nı kontrol altına almış, çay içen, dışkılayan, edebiyata meraklı, insan gibi yaşamaya çalışan bir vampir olarak çıkar karşımıza. Kathleen taze bir vampir olarak ellerini kirletmeyi seçip, derin bir varoluşsal sorgulamanın peşine düşerken; Peina belli ki New York’taki ‘loft’unda bohem bir hayatı seçmiştir çoktan.
Jim Jarmusch’un âşık vampirleri Adam ve Eve, birçok açıdan Peina’dan daha kadim vampirler gibi görünseler de, uçsuz bucaksız sinema tarihinin kıyısında kalmış bu karaktere yakın duruyorlar. Sonsuz ömürlerini geçirmek üzere kendilerine edebiyatı, müziği, bilimi seçmiş; ‘zombi’ler tarafından istila edilmiş bir dünyadan ellerini eteklerini çekmiş, insan kanını boyundan emmek gibi 15. yüzyıldan kalma alışkanlıkları bir kenara bırakmış seçkin ve bohem vampirler onlar. Peina’nın çay içmeyi öğrenmiş olması gibi, Adam ve Eve de özel yollardan edindikleri kirlenmemiş kanları azar azar kristal likör bardaklarından içerek, bazen de bir çubuk üzerindeki dondurmalarının tadını çıkararak beslenen, ‘bağımlılık’larını ‘edinilmiş zevk’lere dönüştürmüş vampirler. Tanıklık ettikleri yüz yıllar içinde, kendilerine ‘bağımlılık’ olarak en çok edebiyat ve müziği seçmiş ‘estet’ler.
Bir Bavul Dolusu
Jarmusch ve vampir kelimelerinin bir araya gelmesinden ortaya çıkacak eserin bir ‘cool’luk abidesi olacağına şüphe yoktu. Üstüne üstlük, Jarmusch’un her daim aylaklık yapmayı seven, neredeyse her biri birer ‘boş zaman virtüözü’ olan karakterleri için vampirlikten âlâ bir varoluş biçimi de düşünülemezdi. Fani bir hayatta dahi zamanı yavaşlatarak, çoğunlukla durarak, sıkıntıyı ve yolculuğu bir sanat/zanaat haline getiren Jarmusch karakterleri, bu kez sonsuzluğun içinde duruyor, hali hazırda kendisinden başka bir amacı olmayan yolculuklarının, varoluşsal sıkıntılarının ebediyete kadar tadını çıkarıyorlar.
Sadece Âşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive, 2013), bugünün popüler kültüründe baskın olan ‘genç yetişkin’ kategorisindeki örneklere (Alacakaranlık Efsanesi serisi, The Vampire Diaries [2009- ], True Blood [2008- ]…) inat yapılmış gibi duran ‘olgun’ bir vampir filmi. Hatta belki biraz fazla olgun. Filmin zombilerle (insanlarla) dolu bir dünyada yaşamaktan memnuniyetsiz vampirleri, koskoca kültür tarihinden seçtikleri referanslarla dolu bir dünya kurmuşlar kendilerine. Fas’ın Tanca kentinde Christopher Marlowe ile ahbaplık ederek yaşayan Eve kendisini kitaplarla çevrelemişken; Adam geçmişte ‘müzik mabedi’ bugün ‘kentsel çürümenin alamet-i farikası’ olan Detroit’te dünyanın en nadide müzik aletleriyle sarılı bir inziva hayatı yaşıyor. Adam, aynı zamanda neredeyse ‘modası geçmiş’ türden bir varoluş sıkıntısına sahip. Her ne kadar bugünün ‘emocore’larını andıran bir yanı olsa da, Marlowe’un tespitine göre zamanında Lord Byron’larla, Mary Wollstonecraft’larla,1 kısacası Romantiklerle fazla takıldığı için bu intihara meyilli ruh halinden mustarip. Adam’ın can sıkıntısı, kimilerine göre (Susan Sontag, Walter Benjamin…) modernitenin göbeğinde yer alan ve yaratıcı bir enerjiye dönüşme potansiyeli de barındıran, gerilimli bir sıkıntı.2 Adam halen müzik yapmaya devam eden ve anonim kalmak isteyen bir sanatçı. Adam’ın anonim kalma isteğinin ardında ise sadece malum sırrı yok. Zamanında Schubert’e de beste vermiş olduğunu öğrendiğimiz Adam, filmin sonunda onu neredeyse yeniden hayata bağlayan bir müzik duyduğunda (Yasmine Hamdan), onun ünlü olmamasını temenni ederek, “ünlü olmak için fazla iyi” olduğunu söylüyor Eve’e. Filmin ünlü olmakla ilgili dertleri sadece Adam’la da sınırlı değil. Jarmusch’un ölümsüz âşıklarına eşlik ettirdiği bir diğer vampir karakterinin Christopher Marlowe olması, filmin anonimlik ve ünle ilgili yorumlarına katkıda bulunuyor. Edebiyat meraklılarının bileceği, Marlowe’un gizemli ölümünün aslında gerçekleşmemiş olduğu ve Shakespeare’e atfedilen eserlerin çoğunun Marlowe tarafından yazılmış olduğu tezinden yana kullanıyor oyunu Jarmusch.
Bilime de özel bir ilgilisi olan Adam, tarih boyunca biliminsanlarının başına gelen felaketleri ardı ardına sıralıyor, zombilerin biliminsanlarına reva gördükleri muamelelerden yakınıyor. Adam, sokakta gördüğü elektrik kablosu karmaşalarına tahammül edemiyor örneğin; çünkü biliyor ki eğer zombiler, elektriğin kablosuz taşınabilmesini mümkün kılan icadıyla Tesla’nın hakkı teslim etmiş olsalardı, bu karmaşaya gerek olmayacaktı. Kısacası Jarmusch, Adam ve Eve’in tecrübelerini vesile ederek, tarihin kıymetini yeterince vermediğini düşündüğü bilim, sanat ve kültür tarihinde bir gezintiye çıkarıyor izleyicilerini. Bir yandan ünlü olmanın lanetinden diğer taraftan kıymet bilinmezlikten dem vuruyor. Kimilerince ukalaca kimilerince nostaljik bulunabilecek bir tavırla, Adam’ın koskoca duvarında asılı duran onlarca müzisyen ve yazar portresinden, Eve’in yola çıkarken yanına aldığı iki bavul dolusu kitaba, filminin üzerine özenle yerleştirdiği soundtrack’e, koca bir soy ağacı çıkarıyor Jarmusch. Fransız Yeni Dalgasının zamanında yaptığı gibi referanslarını saçıp dökmekten, onlara saygı duruşunda bulunmaktan imtina etmiyor. Mark Twain’den Buster Keaton’a, Edgar Allan Poe’dan Patti Smith’e, Samuel Beckett’tan Nicholas Ray’e, Oscar Wilde’dan Baudelaire’e –dikkatli gözlerle bakarsak daha onlarcasını bulacağımız– bir alay insanı doluşturuyor filminin içine. Diğer yandan, günümüzden seçtiklerine, Jack White’a mesela, selam çakmayı da ihmal etmiyor.
Saflar Yabancı Ülkede
Adam’ın müzik mirası yüzünden yaşamayı seçtiği Detroit’te artık daha fazla barınamayacak olmasıyla, ikili bu kez Eve’in kendine mesken edindiği –birçok yazara ev sahipliği yapmış olmanın yanı sıra Beat Kuşağı’nın mabedi olarak da anılan3– Tanca’ya doğru bir yolculuk yapıyorlar. Adam, bağımlısı olduğu şeylerin kirletildiği (kanın ve belki sadece onun yüzde 82’sini oluşturduğu için suyun), hâlâ Darwin’le ilgili atılıp tutulan bir dünyadan, Detroit’in yıkık dökük sokaklarından, müzik ve sinema salonlarından uzaklaşıp, tıpkı filminin sonunda teşekkür ettiği Mark Twain’in gezi kitabı ‘Saflar Yabancı Ülkede’sinde olduğu gibi, baştan aşağı yabancı, güneş altında görülmüş kimseye ve hiçbir yere benzemeyen bir şeyler bulmak üzere Eve ile birlikte yolculuk yapıyor Tanca’ya. Batılı sanatçıların Doğu fantezilerinden birini de o gerçekleştiriyor. Fakat filmin önümüze saçtığı devasa referans dünyasının asıl olarak Jarmusch’un ilham kaynaklarından oluşmasından yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu dünyanın kendisi gibi vampirleri kolay kolay barındırmayan bir yere dönüştüğünü düşünen asıl Jarmusch’un ta kendisidir. Jarmusch’un bütün bu referans dünyası içinde izleyicisine her türden görsel-işitsel hazzı tattırmaktan da geri durmadığı filminde, seçkin bir edebiyat, müzik zevkiyle bezediği, aynı zamanda da hafiften alaya aldığı karakterleri kendisinin yansımalarıdır.
Sadece Âşıklar Hayatta Kalır, ezeli ve ebedi âşıkları için seçtiği isimlerden başlayarak fazlasıyla ‘demode’ bir aşk hikâyesi anlatıyor. Doğu egzotizminden, yin ve yang gibi birbirini tamamlayan kadın-erkek ikiliğine, Ava ile ortaya çıkan kuşak çatışmasından, ‘bu dünyanın artık tadı kalmadı’cı melankolisine, başka bir filmde olsa burun kıvıracağımız bir sürü şeyi, ancak vampirlerin hipnotize etme özellikleriyle açıklayabileceğimiz bir şekilde cazip kılmayı başarıyor Jarmusch. Cinsel çekim güçleriyle kurbanlarını ağlarına düşüren vampirler gibi, Jarmusch da filmin başında döndürmeye başladığı plakla birlikte ‘cazip’ olarak nitelediği ne varsa (Tom Hiddleston ve Tilda Swinton da dahil olmak üzere) önümüze seriyor ve bizi baş döndürücü bir çekim alanına sokuyor. Böylelikle filmin sonunda vampirleriyle birlikte bizim üzerimize kapanan kameranın asıl niyeti de açığa çıkmış oluyor. Jarmusch, zombi olmayalım/kalmayalım diye, onu vampir yapan ne varsa, bizi de ısırarak onları kanımıza bulaştırmak istiyor.
NOTLAR
1 Filmde Marlowe’un bahsettiği ‘beraber takılma’ büyük ihtimalle 1816 yazına bir gönderme. O yaz, Mary Wollstonecraft ve sonradan evlenerek soyadını alacağı Percy Shelley, Cenevre’de Lord Byron’ı ziyaret ederler. Birbirlerine fantastik korku hikâyeleri anlatarak vakit geçirir, Lord Byron’ın önerisiyle birer de korku hikâyesi yazarlar. Mary Shelley’nin Frankenstein’ının tohumlarının atıldığı söylenen o buluşma, aynı zamanda Lord Byron’ın kişisel doktoru olan yazar John Polidori’nin sonradan yayımlayacağı ‘Vampir’ hikâyesinin de çıkış noktasını oluşturur. ‘Vampir’ romantik vampir edebiyatının İngiliz edebiyatındaki ilk yazılı örneklerinden kabul edilir.
2 Adam’ın yaratıcı sıkıntısının karşı ucuna ise şımarık baldız Ava’nın sadece tüketmeye yarayan sıkıntısını yerleştirebiliriz.
3 William Burroughs’un ‘Çıplak Şölen’i yazdığı yer. Allen Ginsberg, Jack Kerouac, Paul Bowles ve Jane Bowles’dan Jean Genet, Tennessee Williams, Truman Capote ve Mark Twain gibi birçok büyük edebiyatçı için Fas’ın Tanca kenti bir kaçış yeriydi.
Sadece Âşıklar Hayatta Kalır, 14 Haziran 2021 tarihinden itibaren MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.
ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi gördü. 2004’ten itibaren yazılarıyla katkıda bulunduğu ve 2006-2017 arasında editör olarak çalıştığı Altyazı Aylık Sinema Dergisi’ndeki yayın kurulu üyeliğini sürdürmekte. Altyazı Sinema Derneği’nin kurucu üyelerinden olan Aytaç, İstanbul ve Berlin'de sinema yazarlığı, küratörlük ve editörlük yapmaya devam ediyor.