Saint Omer: Aynı Kaderin Farklı Yüzleri
Alice Diop’un dünya prömiyerini Venedik’in ana yarışmasında yapan ilk uzun metraj kurmaca filmi Saint Omer festivalden Jüri Büyük Ödülü’yle ayrılmıştı. Bir mahkeme öyküsünü takip eden film oldukça çarpıcı bir anlatı ve etkileyici bir görsel dünya ortaya koyuyor.
Alice Diop ilk kurmaca filminde, aslında belgeselci içgüdülerini takip ederek bir öykünün peşine düşmüş. 2016’da cereyan eden gerçek bir olayı ve ardından gelen dava sürecini izlerken, on beş aylık bebeğini boğarak öldürme suçlamasıyla yargılanan kendisi gibi Senegal asıllı bir siyah kadının öyküsünün ve bu öykünün tüm çatışmalarının, çelişkilerinin aslında nasıl ırk sınırlarını aşıp evrensel bazı kadınlık hallerine temas ettiğini fark etmiş. Ve bu süreç en nihayetinde 2022 yılında Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen Saint Omer’e (2022) evrilmiş.
Bir bakıma yönetmeni temsil eden Rama karakteriyle giriyoruz filme. Rama, Paris’in prestijli bir üniversitesinin öğretim kadrosunda ve Medea miti üzerine bir kitap üzerinde çalışıyor. Filmin ilk dakikalarında, Rama’nın sesinden Marguerite Duras’nın ‘Hiroshima mon amour’undan yapılan bir alıntı, Nazi işbirlikçisi oldukları için 2. Dünya Savaşı sonrasında meydanlarda topluca saçları tıraş edilen kadınların görüntülerine eşlik ediyor. Rama’nın dersini pürdikkat izleyen öğrenciler, seyirci olarak biz de sayılabiliriz. Diop bize filminin derdini, Saint Omer’in türlü netameli dönemeçlerde kadınların tepesine balyoz gibi inen yargı formlarının her türlüsüne dair eleştirel bir değerlendirme sunacağını ve bu hikâyedeki gibi ekstrem bir kadın öyküsünün dahi kendi olağanüstü koşulları içinde basit bir iyi ile kötü ikiliğinin ötesinde bir bakışı hak ettiğini söylüyor, daha ilk dakikalarda.
Rama, tıpkı gerçek hayatta Diop’un yaptığı gibi, kendi bebeğini öldüren bu Senegal asıllı kadının dava sürecini izlemeye başlıyor. Amacı, görünürde Medea araştırması için malzeme toplamak. Fakat film bize bu merakın çok daha kişisel bir yerden tetiklendiğini gösteriyor. Filmde Laurence Coly adıyla yer alan sanık, Fransa’da felsefe eğitimi almaya başlamış, annesiyle sorunlu bir ilişkisi var, eğitimi sırasında beyaz bir adama aşık olup onunla birlikte yaşamaya başlamış ve sonra da bu ilişkiden bir bebek dünyaya getirmiş. Rama’yı Laurence’tan ayıran, onun başaramadığı akademik kariyeri tamamlamış, üniversitede öğretim görevlisi olmuş ve beyaz erkek arkadaşından ancak bunları başardıktan sonra hamile kalmış olması. Aynı kaderin iki farklı yüzü gibiler. Ve henüz hamileliğinin erken aşamalarında olan ve bir çocuk dünyaya getireceğini annesine anlatmaya hazır hissetmeyen Rama, kendi annelik korkusu içinde, hâlâ Laurence’a dönüşmesinin mümkün olduğundan endişelenir gibi… Ya da en azından, annesinin onun hayatına verdiği türde zararları, ilerde kendi çocuğuna vermekten korkuyor. Bu yüzden hem Laurence’ı hem de dava süreci boyunca onun annesini gözlemeye, tanımaya çalışıyor.
Alışılmadık Bir Mahkeme Filmi
Rama’nın gözünden mahkeme salonuna girdiğimiz andan itibaren, artık filmi taşıyan karakter o değil. Rama sadece bir izleyici. Sanık kürsüsünde duruşmalar boyunca hep ayakta durması istenen Laurence, hakimin ve savcının sorularını yanıtlarken, kendini ifade etmeye çalışırken, bizi alışık olmadığımız türde bir mahkeme filminin içine sokuyor. Filmin en az dörtte üçü bu duruşma sahnelerinden ibaret. Buralarda sinema dili hiçbir gösterişe, oyuna tenezzül etmiyor; telaşsız bir şekilde sadece herkesin kafasındaki en temel soruya cevap aranıyor. Bu da hakime hanımın daha en başta sanığa yönelttiği soru zaten: “Kızınızı neden öldürdünüz?” Evet, bir anne kendi kızını, hem de daha on beş aylık bir bebeği, neden öldürür. Suçu hiç reddetmeyen Laurence’ın cevabı gayet soğukkanlı: “Bilmiyorum. Bu dava anlamama yardımcı olur diye umuyorum.”
Saint Omer, o mahkeme salonundaki herkesin, en çok da Rama’nın, yani Diop’un ama aynı zamanda bizlerin bu soruya yanıt aradığımız bir sürecin filmi. Fakat bu noktada Laurence’ın nevi şahsına münhasır karakteri devreye giriyor. Bazen bir kurban olduğunu düşünüyoruz. Belli ki ona hiç saygı duymamış bir adamın sevgilisi olmuş. Wittgenstein üzerine tez çalışmasına küçümseyerek bakan ırkçı bir akademik yapının içinde ezilmiş. Anne babasının yüksek beklentileri ona çok gelmiş. Fakat bazen de dürüst olmadığını fark ediyoruz. İfadeleri kendiyle çelişiyor. Batıl inançların arkasına saklanıyor. Üzerinde büyü olduğundan, kem gözlerden bahsediyor. Bu denli iyi eğitimli ve Fransızcayı kullanma seviyesi basına “çok sofistike” şeklinde yansıyan bir kadın, bunlara sahiden inanıyor mu? Yoksa beyaz Avrupalıların gözünde gizemli bir yere oturup belki mazur görüleceğini ya da en azından “deli” yaftasıyla hapishaneden kurtulacağını mı hesaplıyor? Laurence’ın net iyi veya kötü kalıplarına oturmaması, Diop’u projeye çeken, Saint Omer’i çetrefilli ve ilginç kılan şeylerden biri. Bütün bu sorulara ve olası tanımlamaların hiçbirine net cevaplar verilmiyor. Bu da filmin bütün bu soruları iki saatlik süresi boyunca ve hatta film bittikten sonra dahi tartışmaya devam edeceği bir alan açıyor zaten.
Rama için Laurence’la kaderlerinin paralelliği merak uyandırıcı olduğu kadar ürkütücü de muhakkak. Salonda sanığın annesi haricindeki tek siyah kadın Rama. Ancak duruşma boyunca hiç göz göze bile gelmiyorlar. Rama için Laurence’a dair özellikle beyaz erkeklerden, savcıdan veya tanık kürsüsüne çağrılan polisten, eski sevgiliden gelen tüm yargılar artık kişisel olarak da yıpratıcı bir hal almaya başladığında, filmin doruk noktasında, sanık kürsüsündeki kadın ilk kez dönüp Rama’ya bakıyor. Gözleri salonu tarayıp onu bulmuyor, bilinçli olarak Rama’ya dönüyor. Onun hep orada olduğunu, kendisini izlediğini bildiğini belli eder şekilde. Bu Rama için bir birleşme anı mı, yoksa illüzyonun kırılması ve kopuş mu?
Filmin seyirciyi ilk andan itibaren sarıp sarmalayan bir ses tasarımı var. Bu ses tasarımı içinde, Rama’nın gözünden izlediğimiz Laurence’ın nefes alıp verişi, bir ara sanki yan yanalarmış veya aynı kişilermiş gibi duyuluyor. Filmde nadiren kullanılan özgün müzik de nefes sesleriyle oluşturulmuş. Ve daha ilerde Rama’nın annesinin yorgun ve kesik nefesleri de ses bandını ele geçirecek. En nihayetinde de Rama’nın kendi nefesine bırakacak yerini. Bu kadınların hepsi, ortak kaderleri ve en derin ayrımlarıyla her şeye rağmen tek bir kadın temsili gibi olacaklar. Laurence’ın avukatı olan Fransız kadının kapanış konuşmasında vurgu yaptığı ortak kadınlık halinin, her anne ve kızı arasında genlere işlemiş görünmez bağların, sanığın öldürdüğü çocuğunu ilelebet kendi DNA’sında yaşatmaya devam edeceği bilgisinin ve bütün bu konuşmanın salondaki her kadını, farklı yaş ve sınıflardan tüm kadınları kendi varoluş tecrübelerine temas ederek ağlatması da bu “bir oluş”a dair. Laurence’ı ve onu güdümleyen şeyleri tam olarak anlamasak bile mahkeme salonundaki kadınların tümü onun deneyimiyle bir bağ kurmayı, onu daha içgüdüsel bir düzlemde anlamayı, onunla içlenmeyi ve kendi ana-kız hikâyelerinin katarsisini yaşamayı başarıyorlar. Çünkü Saint Omer sadece Fransa’da siyah bir kadın olmak hakkında değil, annelik hakkında bir film aynı zamanda. Rama’nın anne olmaktan korkmamayı öğrenmesinin filmi.
Etkileyici Bir Görsel Dünya
Diop’un kendine örnek aldığı Frederick Wiseman gibi belgeselcilerden ve önceki filmlerinde edindiği tecrübelerden midir, adını koymak kolay değil ama ilk kurmaca çalışmasında sadece içerikte değil, sinema dilinde de yakaladığı olağanüstü bir başarı var. O da filmin sizi daha ilk anından itibaren içine alan, sarıp sarmalayan ve hiç bırakmayan duygusu ve muazzam ritmi. Hani Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu (2014) ile Altın Palmiye’sini aldığında, jüri başkanı Jane Campion, bir üç saat daha olsa hiç gözümüzü kırpmadan izlerdik mealinde konuşmuştu ya… Diop burada tam da öyle bir ritim yakalamayı başarıyor. Bunda sadece yukarda bahsettiğim ses miksajının etkili olduğunu söylemek eksik kalır. Burada oyunculuklardan diyaloglara, her unsurun uyum içinde akan ritminden bahsetmek gerek. Daha önce Beyaz İnsan (White Material, 2009) filminde Claire Denis ile de çalışmış romancı Marie N’Diaye ve aslında kurgucu olan Amrita David’in de katıldığı senaryo, hem edebiyat kadar zengin ama sadece sinemanın başarabileceği kadar da görsel bir dünya kuruyor.
Dörtte üçü mahkeme salonunda konuşan kafalardan ibaret bir filmin sinemasal olamayacağını mı düşünüyorsunuz? Ahşap sanık kürsüsü ve duvarlar arasında, kendi cildi ve tüm kıyafetleriyle de film boyunca sadece kahverenginin tonlarıyla kaplı kadrajlarda izlediğimiz Laurence ve bu denli alışılmadık renk skalası tercihi bile, avukatı kadını bu yasal düzenin içinde bir hayalet, görünmez bir figür olarak tanımladığında anlam kazanıyor. Diop görsel olmayan bir dünyanın içinde gayet basit ama hem yeni hem anlamlı görsel ifade araçları üreterek, ilk kurmaca filminde tek kelimeyle büyük bir esere imza atıyor.
1976 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Yüksek Lisans Programı’nda eğitimini tamamladı. 2004'ten bu yana sinema yazarlığı yapmaktadır.