Şu An Okunan
Succession: Logan’ı Nasıl Bilirdiniz?

Succession: Logan’ı Nasıl Bilirdiniz?

2018’den beri yayınlanmaya devam eden HBO yapımı Succession, dördüncü ve son sezonuyla ekranlara veda etti. Amerikan televizyon tarihinin en başarılı yapımlarından biri olan ve bir medya imparatorluğuna odaklanan dizi, modern bir Kral Lear hikâyesi.

Amerikan televizyon tarihinin en başarılı yapımlarından biri olan ve medya devi Murdoch ailesinden esinlenen Succession, dört sezon boyunca bizi Şekspiryen bir iktidar savaşının içinde oradan oraya sürükledi. Her ne kadar doğrudan referans vermese de, hem oyuncu ve yaratıcılarının bazı röportajlarından hem de metindeki benzerliklerinden anlayabileceğimiz üzere, Succession çok temelde bir Kral Lear hikâyesi. Dizi, dünyanın en önemli beşinci medya imparatorluğu olan Warstar’ın sahibi Logan Roy ile çocukları, Kendall, Shiv, Roman ve Connor’ın etrafında gelişen çok odaklı ve karakterli bir anlatı kuruyor. Küresel/anaakım medya, finans ekonomisi ve siyasetin fazlasıyla iç içe girdiği geç kapitalizmin kirli gerçekliğine ve gerilemekte olan demokratik kültüre dair oldukça karamsar, güncel fakat aynı zamanda çok da zamansız bir anlatı sunuyor. Sadece Kral Lear değil, çoğu Shakespeare eserinin aile/karakter çatışmaları üzerinden kurduğu siyasi alegorilerinden beslenen Succession, aynı zamanda son on yılın en çarpıcı “aile” hikâyelerinden de biri. İzlerken kimi zaman nasıl olup da bu derece karanlık karakterlerin duygu dünyasına girebildiğinize şaşırdığınız, komediyle dramı ustaca bir araya getiren modern bir siyasi hiciv. 

Dizinin son sezonuna detaylı bir şekilde değinmeden önce, belki diziyi “televizyonun altın çağının” ve HBO’nun en etkileyici yapımlarından biri haline getiren taraflarından biraz bahsetmek gerek. Succession, temelde süresinin uzun oluşu ve karakterlere dair kurduğu derin tanışıklıkla dizi formatının olanaklarını kullanırken, bir yandan da büyük Hollywood yapımlarından aşina olduğumuz epik anlatısı ve “sinematik ciddiyetiyle” uzun bir filme de benziyor (Bu benzetmeyi yaparken, kültürel olarak daha aşağı bir tür olarak görülen dizilerin filmlere benzetilerek yüceltilmesi geleneğinden tamamen uzak duruyorum). Episodik yapıyı ve televizyon/dijital televizyon mecrasının olanaklarını “filme benzemeden” de kullanabilen pek çok iyi dizinin varlığının yanı sıra, Succession’ın asıl gücünün zamana yayılan karakter kurulumu ve çatışmasında – yani bize iki saate sığmayacak, sadece dizi formatının sağlayabileceği uzun bir hikâye anlatmasında saklı olduğunu düşünüyorum. Üstelik dizinin episodik yapıyı kullanış şekli hem sezon içerisinde hem de sezonlar arasında değişiyor. Örneğin, kimi zaman çatışma anlamında görece daha zayıf bir bölümü, sonraki bölümlerin arka planını kurmak adına bir önsöz olarak kullanabiliyor. Buna örnek olarak Kendall’ın Living +’ı tanıttığı bölümü verebiliriz. Sonraki bölümlerde GoJo anlaşması üzerinden dönecek olan çatışmanın tohumlarının atıldığı bu bölümle, örneğin muhafazakar sağcı (hatta karakterlerin deyişiyle faşist) başkan adayının Waystar Royco’nun televizyon ağı ATN yardımıyla “tahta geçtiği” ‘Amerika Karar Veriyor’ bölümü arasında çatışma, gerilim ve tempo adına dağlar kadar fark var. Succession, her ne kadar sürpriz gelişmelerle dolu olsa da ve özellikle sezon sonlarında izleyiciyi şok eden hamlelerde bulunsa da, izleyiciyle kurduğu temel ilişkiyi, üst üste izlenmek üzere çekilen Netflix dizilerinde sıklıkla rastladığımız cliff hangerlar üzerine kurmuyor. Kısacası, “sadece şaşırtmak için şaşırtmıyor”, sürprizlerin tek amacı eğlence ve sürükleyicilik değil. Özellikle sezon sonlarındaki büyük ve beklenmedik gelişmeler, seyirciye oynanan bir oyundan çok, iktidarın ve “taht oyunlarının” acımasız ve keskin dönüşlerine, ikiyüzlülüğüne, zalimliğine ve rastgeleliğine dair çok şey söylüyor.

Yasın Fiyatı

Tam olarak analiz etmenin ve örneklendirmenin mümkün olmadığı, sadece diziyi izlerken sezgisel olarak hissedilebilecek bir tempo matematiği var Succession‘ın. Gerektiğinde ağırlaşıp gerektiğinde hızlanan, kimi zaman karakterlerinin duygularına göre, kimi zaman ise bu duyguları asla önemsemeden ezip geçen dış dünyanın ritmine göre ilerliyor anlatı. Hatta bu iki iç ve dış ritim arasındaki gerilim ve dış dünyanın acımasız hızı, diziyi izleme deneyiminin en ilginç taraflarından birini oluşturuyor. Bu nedenle dördüncü sezonun Logan’ın hayatını kaybettiği üçüncü bölümü, sadece dizideki en büyük “sürpriz gelişmeye” yer verişiyle öne çıkmıyor. Herhangi bir duygunun affedilmediği bu dünyanın hızının, sinemasal zamanla bile ancak bir yere kadar yavaşlatılabileceğini göstermesiyle tüm dizinin çekirdek bölümlerinden de birine dönüşüyor. Milyonlarca doların rastgele söylenecek birkaç kelimeye bağlı olduğu finans kapitalizminde, iki arada bir derede tutulan yasa biçilen fiyat da ancak beş, belki on dakika. 

Succession’ın film ve diziyi eşsiz şekilde birleştiren anlatı yapısını kurarken belki de en ustalıkla yaptığı şeylerden bir tanesi, sezon finallerinde yaşanan doruğu ve duygu yoğunluğunu kurgulama şekli. İlk sezonda Kendall ve Logan’ın son karşılaşmasında, ikinci sezonda Kendall’ın babasına karşı isyanında, üçüncü sezonda ise annelerinin çocuklarına karşı ihanetinde bir birikmişliğin ağırlığı var. İlkinde on, ikincisinde yirmi, üçüncüsünde ise otuza yakın bölüm boyunca kurulan bir yakınlığın, sadece dizi izleyicisinin deneyimleyebileceği türden bir karakter hafızasıyla harmanlandığı -sinematik değil – sinema ötesi bir hikâye anlatıcılığı. Dördüncü sezonda ise bu doruk anı aynı etkileyicilikle iki kez yaşanıyor. İlki, Logan’ın sadece karakterler için değil, seyirci ve anlatı adına da oldukça ani ve şok edici bir şekilde hayatını kaybettiği üçüncü bölüm. Burada dizi, başından beri sürekli erteleyip geciktirdiği o kararı artık vereceğini, kimin Logan’ın halefi olacağının net olarak seçilmesi gerektiğini, yani bir nevi kendi ölümünün sinyalini veriyor bize. Baba ve çocukları arasındaki bir güç oyununa, tekerlemeye, Şekspiryen bir nükteye dönüşmüş olan haleflik meselesi, ölüm anında ilk defa ciddiyet kazanıyor. Logan’ın ölmeden önce, arkasından iş çeviren çocuklarına söylediği son sözün da “ciddiyetle” ilgili olması boşuna değil: “Sizi seviyorum. Ama ciddi insanlar değilsiniz siz.” Logan’ın ölümü, çocuklarının da doğumu, daha doğrusu büyümek, yetişkin olmak zorunda kalmaları, babalarının izinden mi, gölgesinden mi gideceklerine; yoksa mezarının üstünden mi yürüyeceklerine karar verecekleri an oluyor böylece. Böylesine epik, gerçek ve siyasi iktidarın çıkmazlarına bu denli derinden bakan bir anlatının, aynı zamanda bu denli yalın – neredeyse basit bir psikanalitik şemaya oturtulacak kadar bariz – bir aile ve büyüme hikâyesi anlatması, günümüz hikâye anlatıcılığında nadir rastladığımız bir durum. 

Öte yandan aile ilişkilerindeki bu yalınlık, duygusal bir tutukluğun ve bir tür felç halinin de sonucu. Bu duygusal donakalma ve zorlanma halini özellikle babasıyla diğerlerinden biraz daha yakın bir ilişkisi olan Roman’ın duygusallaştığı anlarda görebiliyoruz. En ırkçı, cinsiyetçi, homofobik lafları eden ve ofansif şakaları yapan Roman’ın, belki de Logan’ı en çok seven ve en duygusal çocuğu olması dizideki bir başka ironi. Özellikle babasının cenazesi sırasında bu kırılganlığı bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Öte yandan, sadece Roman’ın değil, tüm karakterlerin ardına gizlendiği o kontrol, soğukluk ve duygusuzluk/duyarsızlık maskesi sadece sade oyunculuklar, kurumsal dil ve diyalogların bir sonucu değil. Bu tutukluk ya da yalınlık halinin; kostüm, dekor ve oyunculuk gibi mizansen ögeleriyle birlikte düşünüldüğünde oldukça sınıfsal bir tarafı olduğunu da görmek mümkün. Sıcak renklerden olabildiğince kaçınan renk paleti ile steril, sade ve kurumsal bir estetikle tasarlanmış mekânlar neredeyse kibirli denebilecek bir minimalizme sahip. Royların sürekli soğuk renklerde, siyah ve beyazın farklı tonlarında ve sade kıyafetler giymesini üst sınıf arasında yaygınlaşan yeni bir moda akımının bir ürünü olarak görenler de var: Quiet Luxury (Sessiz Lüks). Sınıfsal statüyü doğrudan marka logosu gibi göstergelerle açığa vurmayı reddeden, dizinin kostüm tasarımcısının deyişiyle “anti-Kardashian” bir stil bu. Artan sınıf eşitsizliğine dair “içeriden” bir farkındalık olarak da nitelendirilen akım, temelde bu eşitsizliği geçici bir süre gizlemek ve tepkilerden kaçınmanın bir yolu aslında. Bu sadelik ve sınıfını belli etmeme halinin, anlatı ve izleyici özdeşleşmesi bağlamında düşünüldüğünde ise şöyle bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz: Bir Shakespeare oyununda ya da kraliyeti anlatan bir dönem filminde şaaşalı kostümler ve görkemli mekânların yaratacağı mesafe ve kısmi yabancılaşma, Succession‘da olabildiğince azalıyor. Succession‘ı izleme deneyimini en ilginç kılan sorulardan birisi, nasıl olup da bu denli narsist, çıkarcı ve kötücül karakterlerin insani taraflarına bakabildiğimiz meselesi. Röntgenci sahte belgesel kamerasının mahremiyet ihlali ve mizansendeki yalınlık hali, karakterlere olan yakınlığımızı ideolojik bir yerden olmasa bile teknik/sinemasal bir yerden arttırıyor.

Burası Neresi? Ben Kimim?

Logan’ın ölümü, tıpkı üçüncü sezonun sonunda Kendall’ın Shiv ve Roman’a işlediği suçu itiraf ettiği sahnede olduğu gibi, karakterleri duygusal olarak belki de yaklaşıp yaklaşabileceğimiz en mahrem anlardan biri. Dizinin en iyi yaptığı şeylerden bir tanesi, mütemadiyen eleştirel mesafesini ve soğukluğunu koruduğu karakterlerine sadece belli anlarda ve koşullarda (ölüm, evlilik, ihanet ve yas gibi genel “insanlık durumlarında”) yaklaşması ve çoklu bir bakış benimsemesi. Her ne kadar özellikle bu son sezonda çoğu bölüm Kendall’la bitse de, Kendall tam olarak bir ana karakter değil dizi boyunca. Ana halef adayı olarak bir başlangıç noktası, ancak hikâyeye olan etkisi ve uyandırdığı asgari sempati namına diğer kardeşlerden çok da farklı değil. Dizi boyunca karakterlere olan mesafemiz o kadar çok değişiyor ki çekim tekniklerinin, özellikle de kameranın odağımızı bulmakta bize normalde olduğundan bir tık daha fazla yardımcı olması gerekiyor. Dizideki sahte belgesel (mockumentary) estetiği ve paparazzi kamerasının röntgenciliğini taklit eden ani zoomlar hem bir mahremiyet, hem de mahremiyetin ihlali hissi yaratıyor. Belli bir karaktere odaklanmamız adına kadrajda bir yakınlaşma var, ancak bu yakınlaşma kameranın kendine dikkat çektiği, yapay bir yakınlaşma. Yani gerçek bir özdeşleşme hali değil. 

Dizi bir yandan iktidarın psikolojisine hiçbir karaktere mutlak bir sempati/empati beslemeden yaklaşmayı başarırken, bir yandan da anlattığı ve eleştirdiği politik dünyanın soğuk ve hissiz bir anlatıcısına dönüşüyor. Kral Lear ve Succession arasındaki bağlantıları incelediği makalesinde dizideki çoklu odak ve bakış meselesine yakından bakan Christina Wald, dizinin bu karmaşık ve taraf tutmayan yapıyı kurarken kullandığı bazı biçimsel ve anlatısal stratejilere değiniyor. Yakın ve uzak planların dengesi, karakterlerin duygularına olan yakınlık ve dizinin geneline sinmiş satirik bakışın iç içe geçişi ve karakterlerin hem çok gerçek hem de stereotip oluşu bu stratejilerden bazıları.

Wald, iki eserin de krala/iktidar figürüne olan muğlak yaklaşımını anlamak adına ise Kral Lear ve Logan’ı birbirleriyle karşılaştırıyor. Succession‘ın ilk sahnesinde karanlıkta Logan’ın sesini duyuyoruz. Yönünü kaybedip tuvaletini banyo yerine halıya yapıyor. Ondan duyduğumuz ilk repliklerden biri şu oluyor: “Neredeyim?” Kral Lear ise, yönünü yitirdiği bir anda kızı Cordelia’ya şöyle diyor: “Burası neresi? Neredeyim? (…) Korkarım aklım yerinde değil.” Dizi boyunca iç dünyasına ve gerçekte kim olduğuna en az hakim olduğumuz, en bilinmez fakat güçlü karakter de Logan oluyor. Bizi bu dünyaya kralın yönünü kaybettiği, aklının karıştığı bir anla sokan Succession sadece karakterin değil, bizim karaktere/karakterlere dair bakışımızın da hiç bitmeyecek belirsizliğini önceden hissettirmiş oluyor. Bilinmezlik ve beklenmediklik, gizem ve sürekli hareket hali hem Logan’ın hem de hız, devinim ve güvencesizlik üzerine kurulu geç finansal kapitalizmin en büyük silahı. Bu nedenle aslında Logan yaşadığı sürece Waystar Royco Roy’ların elinde kalıyor, Logan hareketsiz kaldığında, yani öldüğünde ise kriz başlıyor. 

Logan’ın cenazesi ve sonrasının en büyük sorusu, Logan’ın kim olduğu sorusu oluyor. Birkaç dakika önce kürsüye çıkıp babası hakkında iyi kötü bir şeyler söylemiş olan Shiv, çıkışta babasını kendinden daha iyi tanıdığını düşündüğü Frank ve Karl’a soruyor: Babam… nasıldı? Bu soruyu temelde “babam kimdi?” olarak da duyabiliriz. Böylesine ince ince yazılmış, içinde geçtiği dünyanın her detayına hakim, neredeyse antropolojik bir ilgiyle ABD’deki medya-siyaset ilişkisini didik didik eden Succession’ın dönüp dolaşıp yine “babayı öldürmesi”nde ironik bir taraf var. Ölüm anında yüzünü bile göstermediği Logan’a karşı herhangi bir duygu hissetmemizi istemiyor Succession, onu anlamamızı ve çözmemizi de. Krala kim olduğunu sormanın, onu anlamaya çalışmanın, onda bir insanlık kırıntısı aramanın nafileliğini; iktidarı, sadece yarattığı gölge ve yıkımın karanlığına dalarak anlatabileceğini kabullenmiş, modern bir tragedya. 

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.