Şu An Okunan
49. Seattle Film Festivali İzlenimleri: Kar ve Ayı, Past Lives, Angry Annie ve dahası…

49. Seattle Film Festivali İzlenimleri: Kar ve Ayı, Past Lives, Angry Annie ve dahası…

Kuzey Amerika’nın en önemli festivallerinden Seattle Film Festivali bu yıl 49. kez düzenlendi. Dünya festivallerinde ilgi görmüş pek çok filmin gösterildiği organizasyonda Selcen Ergun imzalı Kar ve Ayı da ABD seyircisiyle buluştu. Festival seçkisindeki filmlere dair kısa kısa…

Amerika’nın Washington eyaletindeki Seattle kenti her sene Kuzey Amerika’nın en eski ve büyük film festivallerinden birine ev sahipliği yapıyor. Bu yıl 49. kez düzenlenen festival, 11-28 Mayıs tarihleri arasında 250’den fazla filmi izleyiciyle buluşturdu. Son yıllarda Anons (2017) ve Sibel (2018) gibi Türkiye (ortak) yapımı filmlerin önemli ödüller kazandığı etkinlikte geçen sene yarışmalı bölümün büyük ödülüne Klondike (2022) layık görülmüş, festivale konuk olan Selman Nacar’ın İki Şafak Arasında (2021) filmi de büyük beğeni toplamıştı. Bir kez daha yüz yüze ve çevrimiçi gösterimleri harmanlayan hibrit bir formatta düzenlenen festivalde bu yıl da Selcen Ergun imzalı Kar ve Ayı izleyicinin yoğun ilgisini çekti. Aynı tarihlerde düzenlenen Cannes Film Festivali’nden En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle dönen Merve Dizdar’ın başrolü üstlendiği Kar ve Ayı, yakın dönemde sıklıkla karşımıza çıkan ve şehirden taşraya gelen bir görevlinin bölge halkıyla yaşadığı gerilime odaklanan filmlerden biri. Ama ana karakterin bir kadın olması ve sürekli kendisine ‘yardım etmeye’ çalışan, bu sözde yardımseverlik üzerinden sorunlu bir güç dengesi kurmaya kalkışan erkeklerle uğraşması Kar ve Ayı’ya belli bir özgünlük kazandırıyor. Gösterim öncesinde filmden beğeniyle söz eden küratör Justine Barda’nın filmin doğayı kullanma biçimini ve atmosferini hayli övdüğünü de not düşelim. 

Past Lives

Festivalin açılış filmi, Celine Song’un Sundance’te övgülere boğulan, ardından Berlin’de Altın Ayı için yarışan ilk yönetmenlik denemesi Past Lives idi. Ustalıkla yazılmış bu dokunaklı ve incelikli filmin adını yıl sonunda ödül sezonu boyunca sık sık duyacağız muhtemelen. Song, Güney Kore’deki çocuklukları sırasında yakın arkadaş olan, ardından birinin Kanada’ya göç etmesi sebebiyle yolları ayrılan, yıllar sonra New York’ta yeniden bir araya gelen Nora ile Hae-Sung’un öyküsünü telaşsız bir üslupla perdeye taşıyor. Aslında kaçırılan fırsatlar ve pişmanlıklarla dolu, yaşanamamış bir aşkın öyküsü bu. Ama Song melodramatik öğelere yer vermek yerine küçük anlara, gündelik detaylara odaklanarak yirmi yılın bütün çelişkili duygularını, özlemlerini, acı-tatlı yönlerini üç kısa görüşmeye sığdırıyor. Sanki Song, sade ve zarif bir yaklaşımla üç hatıradan parçalar sunuyor sadece. Fakat bu hatıralar aracılığıyla yalnızca birbirine teğet geçen, yine de birbirini derinden etkileyen iki yaşamı özetlemeyi başarıyor. İnternet üzerinden yapılan, sanki aradan yıllar geçmemiş gibi rahatlıkla ve güvenle akan bir sohbet ya da Brooklyn’de tek günlük bir gezinti, en karmaşık hisleri ve düşünceleri müthiş bir durulukla aktarıyor izleyiciye. 

Past Lives; yeni bir hayata başlarken kaybettiğimiz şeyler hakkında olduğu kadar, çekip gitmenin gerekliliği, hayatta bir şeyler elde etmenin ancak bazı kayıpları kabullenmekle mümkün oluşu hakkında da bir film. İsminin çağrıştırdığının aksine geçmişte takılıp kalmış ağır bir dram değil de geleceğe ve yaşamın sunduğu farklı yollara dair ferah, umutlu, bilgece bir inceleme diyebiliriz Past Lives için. Bu açıdan özellikle Nora’yı canlandıran Greta Lee’nin ışıltılı, özgüven dolu performansının ve farklı dönemleri, farklı coğrafyaları zarafetle perdeye taşıyan görüntü çalışmasının filme büyük katkısı var.

Filmin açılışında bir barda oturup yüzlerinde yorgun ifadelerle sohbet eden üç karakteri geniş bir açıdan görüyoruz, ses bandında ise bu üç kişinin arasındaki ilişkiyi tahmin etmeye çalışan yabancıların söyledikleri var. Daha sonra aynı bara geri dönüp bu sahneyi üçlünün perspektifinden yeniden izlediğimizde ise Nora ve Hae-Sung’a eşlik eden adamın Nora’nın Amerikalı eşi Arthur olduğunu biliyoruz. Başta duyduğumuz tahminler benzer aşk üçgenleri hakkındaki daha tanıdık ve niteliksiz filmlerin özeti hâline geliyor âdeta, ama Song kendisi için otobiyografik sayılabilecek bu öykünün yarattığı bütün beklentileri tersine çeviriyor, tüm klişelerden uzak duruyor. Arthur, Nora ve Hae-Sung’un aşkına engel olan bir figür olarak çizilmiyor örneğin. Nora hayatındaki en önemli iki erkeğin arasında kalıp kararsızlığa ya da kedere kapılmıyor. Söz konusu durum huzursuz ya da absürt bir mizahın malzemesi hâline gelmiyor. Past Lives, sakin ve şiirsel bir üslupla, yaşamın akışı içinde ne kadar değerli olduğunu tam kavrayamadığımız sıradan anların, zaman geçtikçe en güzel, en sarsıcı anılarımız hâline gelişini betimliyor.

The Quiet Migration

Berlin’deki prömiyerlerinin ardından Seattle’a konuk alan diğer filmlerden de kısa kısa söz edelim. Seattle’ın resmî yarışmasında bu seneki Jüri Büyük Ödülü’nü, Berlin’den de ödülle dönen İspanya yapımı 20.000 Arı Türü (20.000 Especies de Abejas) kazandı. Berlin’in Panorama bölümünde FIPRESCI ödülünü alan The Quiet Migration (Stille Liv) ve Seattle’dan Jüri Özel Ödülü’yle dönen Opponent (Motståndaren) da yarışmalı bölümün dikkat çekici filmleri arasındaydı. Danimarka yapımı The Quiet Migration ve İsveç yapımı Opponent göçmenlik temasını ele alan iki Kuzey Avrupa filmi olarak benzeşiyor. Ama bu iki filmde karşımıza çıkan sinema dilleri birbirinden son derece farklı. Malene Choi imzalı The Quiet Migration, bebekken Güney Kore’de evlat edinilip Danimarka’da büyümüş olan Carl isimli bir genç adamın epizodik öyküsünü durağan bir üslupla, beklenmedik gerçeküstü imgelere de yer vererek anlatan, sabırlı ve etkileyici bir film. Choi, evi olarak benimsediği yegâne kültürde, kendi aile çiftliğinde yabancı muamelesi gören Carl’ın kimlik karmaşasını ve aidiyetsizlik hissini izleyiciye başarıyla aktarıyor. Filmin bazı öykücükleri tam olarak geliştirilmese, belki tüm parçalar yerine oturmasa dahi The Quiet Migration’ın son derece güncel ve önemli bir temayı özgün bir karakter portresi aracılığıyla ele alması dikkate değer. 

Milad Alami’nin yönettiği Opponent ise ailesi ile birlikte aniden İran’dan kaçmak zorunda kalan ve İsveç’te kendisine yeni bir yaşam kurmaya çalışan profesyonel bir güreşçi hakkında. Güncel İran sinemasının en yetenekli aktörlerinden Payman Maadi’nin çarpıcı performansı, giderek daha gergin hâle gelen bu güçlü filmin en büyük kozu. Maadi, Iman isimli ana karakterin güreş takımındaki diğer sporcularla ilişkilerini, bir mülteci merkezinden diğerine sürüklenirken yaşadığı zorlukları, eşiyle arasındaki iletişimin yavaş yavaş kayboluşunu ustalıkla izleyiciye aktarıyor. Filmin başlarında Iman’ın neden İran’dan apar topar ayrıldığı net değil, bu kaçışın sebebi yavaş yavaş açığa çıktıkça filmin tematik ekseni de belirginleşiyor. Opponent’ta tabii ki zengin Avrupa ülkelerinin göçmen politikalarına dair toplumsal bir katman var, göçmenlik deneyiminin psikolojik boyutu ve gerginliği de filmde önemli yer tutuyor. Ama Iman’ın geçmişine dair detaylar anlaşıldıkça film daha küçük ölçekli bir karakter analizine evriliyor. Yeni çevresine uyum sağlamakta ve ailesini bir arada tutmakta zorlanan adamın iç dünyası, dile getirmediği duyguları ve çelişkili hisleri ön plana çıkıyor. 

Love to Love You, Donna Summer

Seattle Film Festivali her yıl programında belgesellere geniş yer ayıran bir etkinlik. Bu sene ise özellikle müzik konulu belgesellerin ve müzisyen biyografilerinin çokluğu dikkat çekiciydi. Bunlardan belki de önemlisi Seattle’daki ilk gösterimi bir drag performansı ve kostümlü parti eşliğinde gerçekleştirilen HBO belgeseli Love to Love You, Donna Summer idi. Özellikle 70’li ve 80’li yıllarda birbirinden popüler disko hitlerine imza atan Summer hakkındaki bu film, sanatçının çocukluğundan ölümüne bütün yaşamını yüz dakikaya sığdıran oldukça konvansiyonel bir belgesel. Ama her biri klasik hâline gelmiş onlarca şarkının, geniş arşiv görüntülerinin ve filmin enerjik kurgusunun oldukça keyifli bir seyir deneyimi vaat ettiğini söyleyebiliriz. Summer’ın kızı Brooklyn Sudano filmin yönetmenlerinden biri. Dolayısıyla kullanılan arşiv kayıtlarının, ev videolarının, fotoğrafların ve diğer kişisel materyallerin çokluğu şaşırtıcı değil. Ancak bu durumun filme olumsuz bir yan etkisi de var; Love to Love You, Donna Summer sanatçının yaşamındaki tartışmalı yönleri ve hatalı tercihleri büyük ölçüde es geçiyor. Mesela Summer’ın 80’lerdeki sansasyonel LGBTİ+ karşıtı söylemleri aceleyle geçiştiriliyor, sahne kimliği ve özel yaşamındaki hâli arasındaki uçurum pek tatmin edici biçimde ele alınmıyor. Bu sebeple baştan sona zevkle izlense de Love to Love You, Donna Summer’ın aydınlatıcı bir biyografi olduğunu söylemek zor. 

Angry Annie

Geçtiğimiz yıl Locarno Film Festivali’nde Piazza Grande bölümünün ödülünü kazanan Fransız filmi Angry Annie (Annie Colère) ise benim için Seattle programının en hoş sürprizlerinden biri oldu. Geçen sene vizyona giren Phyllis Nagy filmi Acil Durumda Jane’i Ara’yı (Call Jane, 2022) anımsayan izleyiciler, kürtajın yasak olduğu dönemlerde geçen iki film arasında pek çok benzerlik bulacaktır. Blandine Lenoir’ın yönettiği Angry Annie’nin ana karakteri, 70’lerde Fransa’da fabrika işçisi olarak çalışan ve kürtaj olabilmek için gizli bir grupla iletişime geçen bir kadın. Annie kürtaj olduktan sonra farklı şehirlerde aynı hizmeti sağlayan onlarca yeraltı grubundan bir tanesine katılıyor ve kendisi gibi kadınlara yardımcı olmaya başlıyor. Öykünün maalesef hâlen güncel olduğu aşikâr, ama yönetmen Lenoir, Acil Durumda Jane’i Ara’nın kapıldığı didaktizmden uzak durmayı ve hikâyesini mesaj kaygısı gütmeden aktarmayı başarıyor. Filmin odak noktasında, çocuklarıyla meşgul olan, işine gidip gelen Annie’nin olaysız ve sıradan yaşamını bir yana bırakıp politik bir bilinç kazanması, giderek daha güçlü ve bağımsız bir aktiviste dönüşmesi var. Çok sayıda başarılı ismi bir araya getiren kalabalık oyuncu kadrosunda da Annie’nin değişimini eksiksizce yansıtan Laure Calamy dikkat çekiyor zaten. Son yıllarda pek çok önemli filmde irili ufaklı roller üstlenen Calamy, Angry Annie’de de enerjik ve doğal bir performans sergiliyor. Filmin en akılda kalıcı sahnelerinden birinde feminist ikon Delphine Seyrig’in konuk olduğu bir televizyon programında bir grup sözde entelektüel erkeğe cesurca kafa tuttuğunu, bu arşiv görüntülerinin etkili biçimde filmin kurmaca dünyasına yedirildiğini de ekleyelim.  

Nisan ayında İstanbul Film Festivali kapasamında da gösterilen Mani Haghighi filmi Çıkarma (Tafrigh), En İyi Film dâhil altı dalda César Ödülü kazanan Dominik Moll imzalı polisiye The Night of the 12th (La Nuit du 12) ve Goya Ödülleri’nde En İyi Film seçilen Canavarlar (As Bestas), gerilim türünün üç seçkin örneği olarak Seattle izleyicisinden de yoğun ilgi gördü. Üç filmin de güçlü oyuncu kadrolarına sahip olduğunu, gerilim kodlarını psikolojik dengelerin sürekli değiştiği bir oyun kurmak için kullandığını ve pek çok sürpriz içerdiğini söylemek gerek. Çıkarma kendilerine tıpatıp benzeyen başka bir çiftle tanışan iki ana karakteri takip ederek Tahran’ın karmaşasında bir tür kimlik bölünmesi hâlinin, çifte yaşam sürmenin âdeta rutin hâle gelişine değiniyor. The Night of the 12th ise Fransa kırsalını yıllar boyunca çözülemeyen bir cinayet davası vasıtasıyla, son derece normal görünen sıradan insanların bile korkunç suçlar işleyebileceği tekinsiz bir mekâna çeviriyor. Canavarlar ise küçük anlaşmazlıkların ve toleranssızlığın giderek çığrından çıktığı diken üstü bir öykü sayesinde yabancı düşmanlığına ve huzurlu görünen küçük kasabalardaki üstü örtülü şiddete ışık tutuyor. Kimileri keşfedilmeyi bekleyen, kimileri ise zaten çok sayıda festivali dolaşmış bu ilginç filmlerin hepsinin ülkemizdeki salonlara da yakın zamanda konuk olmasını umuyoruz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.