Şu An Okunan
The Menu: Poker Yüzlü Füzyon

The Menu: Poker Yüzlü Füzyon

The Menu

Seçkin bir akşam yemeği tecrübesini merkezine alan The Menu, varlıklı kesimin dünyasına hiciv dolu ve nükteli bir gözle yaklaşıyor. Yönetmenliğini Succession’dan tanıdığımız Mark Mylod’un üstlendiği filmin mahareti, sabırla takındığı poker yüzde saklı.

Performans kavramı, özü ve yapısı gereği bir karşılaşma ve tereddüt alanı olma özelliğine sahip. Bir süreliğine belli bir role ve eyleme bürünen irade, doğası itibariyle performans ve doğal olan arasına bir çizgi çeker. Güncel sanatın 1960’lardan bu yana temel disiplinlerinden birisi hâline gelen performans sanatını ele alalım. Seyirciyi gerçek ve oyun, sahici ve aldatıcı, sahne ve gündelik olan arasındaki belirsizlik alanında ağırlayan bu “müdahale” sanatında sanatçı, eserindeki anlamı pek çok kez bu belirsizlikten ve tereddütten çıkarır. O ok sanatçıyı gerçekten öldürebilir mi? Biri masadaki makası alıp sanatçıya zarar verse ne olur? Performans sanatçısıyla izleyici arasında performansı durduran bir “güvenli kelime” var mıdır? Bu “oyun”un sınırı nedir?.. Yönetmenliğini Mark Mylod’un üstlendiği The Menu (2022) de temel esprisini bu performansa bağlı tereddüt hissinden çıkarıyor. Gastronomik dünyanın ve mutfak üretiminin yapısında da bulunan performansın özünü bir tereddüt alanı olarak kullanıp sinemanın farklı malzemelerinden bir füzyon filmi ortaya çıkarıyor.

Mark Mylod, daha önce farklı uzun metraj kurmaca filmler yönetmiş olsa da daha çok son dönemde yönetmenliğini üstlendiği başarılı televizyon dizileriyle tanınıyor. Entourage (2004-2011), Shameless (2011-2021) ve Game of Thrones (2011-2019) gibi dizilerde pek çok bölüm yöneten Mylod’un esas başarısı ise 12 bölümünü yönettiği Succession (2018- ) elbette. Succession’la varlıklı kesimin dünyasına satirik bir mesafeden bakmaya alışkın Mylod, yeni filmi The Menu’de zenginlerin yaşamına alışkanlıklarını, alım güçlerini ve korkularını açığa çıkartan gastronomik bir kanaldan yaklaşıyor. Mylod’un bu filmde Succession’ın yapımcı kadrosunda bulunan Adam McKay ve Will Ferrell’ın yanı sıra, yazar kadrosundan Will Tracy’yle de işbirliği yaptığını eklemek gerek.

Seçkin Bir Akşam Yemeği

The Menu, gözden ırak bir adada düzenlenen ve yalnızca ayrıcalıklı bir kesimin erişebildiği özel bir akşam yemeğine odaklanıyor. 12 kişinin astronomik ücretler ödeyerek katılabildiği bu akşam yemeğine katılan konuklar, dünyaca ünlü bir şefin tasarladığı menüyü tadıyor. Önce filmin merkezinde yer alacakmış gibi görünen çiftin konuşmalarına ve kendilerini yemeğe götürecek tekneye binişlerini izliyoruz. Bu sırada ise onlarla beraber yemeğe giden diğer konukları tanıyoruz. Daha ilk anlardan itibaren ayrıcalığın merkezde olduğu, her detayı takıntılı bir özenle tasarlanmış, dolayısıyla bir miktar tedirginlik yaratan bir “performans”a tanıklık ediyoruz. 

Mylod filmin anlatısını bu performans hâlinin yarattığı tereddüt üzerine kuruyor. Adaya doğru çıkılan tekne yolculuğundan adada yapılan küçük geziye, restorana girişten şefin teşrifine; akşam yemeği deneyiminden çok gösteri sanatlarına yakın bir deneyim kuruyor. Bu “moleküler gastronomi” deneyimi, özellikle yemeğin servis edilmeye başlamasıyla iyice tedirgin edici bir hale bürünüyor. Başlarda Anya Taylor-Joy’un canlandırdığı Margot karakterine has olarak oluşturulan tehlike hissi, yemek servis edildikçe tüm filmi ve karakterleri ele geçirmeye, dolayısıyla oyun ve gerçek arasındaki ayrımı belirsizleştirmeye başlıyor. Bir performans sanatçısının günlük olanı sekteye uğratan eserinin seyircide yarattığı belli belirsiz dehşete yakın bir duyguyla izliyorsunuz filmi. The Menu’nün seyircisinin dikkatini ve merak duygusunu daima diri tutabilmesinin özünde bu yatıyor. Ki filmin en becerikli olduğu kısım da bu dikkati dinç tutan dinamik yapısı esas olarak.

The Menu

The Menu’nün bunun yapabilmesinin temelinde baştan sona takındığı “poker yüzü” işlev kazanıyor. Mylod’un itinalı rejisi bu tedirginlik yaratıcı derecede özen ve takıntı ortamını aynı sakinlik ve soğuklukla filmin dünyasına taşıyor. Modernizm ve minimalizmi soğuk tonlarla bir araya geldiği mekân tasarımı, mekânın mimarisini aktarmaya gayretli kamera kullanımı ve nüktedan kurgu müdahaleleriyle iç içe aktarılıyor. Mylod, by tecrübeye uygun eleganlıkta bir tanıtım ve reklam filmi estetiğini sürdürüyor film boyunca. Yönetmen menünün detaylarını geçiş sahneleri ve jeneriklerle işaretliyor, yemekleri o gastronomik özeni kopyalayarak sunuyor. Her bir yemeği, ekrana gelen stilize muhteviyat açıklamalarıyla izliyoruz. Tabii ki bu steril ve sakin sularda kurulan estetik, sonrasında ise Mylod’un hem mizahını hem de tekinsizlik hissini çalıştırabilmesini sağlıyor.

The Menu, yemek servisine geçilmesinden itibaren girdiği performans hissiyle kendi yapısını da değiştirmeye başlıyor. Yemeğe gelen müşterilerin özenle seçildiğini açık eden detaylardan şefin ve çalışanların agresif ve kibirli tavırlarına, olayların gelişme şekli bunun basit bir akşam yemeği olmadığını açık ediyor. Bunun bir yemekten çok kavramsal sanatın alanına taşan bir sanat eseri olduğu, şefin bir aşçıdan çok bir sanatçı olarak hareket ettiği, dolayısıyla alımlayıcıların müşteriden çok izleyici olduğu bir deneyim çıkıyor ortaya. Ta ki, yalnızca bir performans sanatçısının yaratmayı hedefleyebileceği tehlike hissi ortama hâkim olmaya başlayana kadar. Zira orada bulunan beden ve zihinlerin tehlikede olduğunun ortaya çıkışıyla, o âna kadar poker yüzlü bir satirizm görünümünde ilerleyen film önce gerilim sonra korku sularına giriyor. Bunun temelinde de karakterlerin sık sık belirttiği de üzere “Bu yaşadıklarımız gerçek mi?”, “O adam gerçekten zarar gördü mü?”, “Performans ne zaman bitecek?” gibi sorular yer alıyor. 

The Menu

The Menu, bu erteleme ve tedirginlik hislerini uzatırken poker yüzünün ardında farklı türler arasında ustalıkla geziniyor. Merakınızı bir an yitirmeden sonuna kadar izliyorsunuz filmi. Öte yandan bunu yaparken mizahi tonunu da sürdürmesi filmin bir başka becerisi. Bu, büyük ölçüde o ortama tesadüfen düşmüş ve diğer tüm karakterlerin sorgusuz biat ettiği tahakkümü başından beri ciddiye almayan ve “oyunu oynamayan” Margot karakteri üzerinden mümkün kılınıyor. Koca bir “göz devirme” formunda filme yerleştirilen karakter, sonrasında ise burada yaşananların ne olduğu, neden yaşandığı ve buradan çıkışın nasıl olacağı gibi soruların cevaplanmasında da hayati rol oynuyor. Bu sayede de daima filmin merkezinde yer alıyor. Filmin merkezinde yer alan bu karakterin aynı zamanda filmin oyunbozanı olması, filmin satirik damarının ortaya çıkışında önemli bir tercih. Bu noktada hem Anya Taylor-Joy’un hem de şef rolündeki Ralph Fiennes’ın son derece başarılı performanslar sergilediğini de not düşmek gerek.

Satirizmden Gerilime 

Ancak bu nokta The Menu’yü zayıflaştıran temel faktör aynı zamanda. Zira tüm reji becerisine, seyircisine keyifle kendisini izlettirmesine ve eğlenceli doğasına rağmen The Menu bir toplumsal eleştiri filmi özünde. Satirik damarı filmin esas hareket ve sonuç noktası. Toplumun ayrıcalıklı ve varlıklı kesiminin alışkanlıklarını olduğu hâlde çıplaklaştırıp tekil bir tecrübe olarak somutlaştırıyor ve bunun etrafında bir eleştirel bakış kuruyor. Filmin tamamına yayılan dozunda mizah hissi vesilesiyle bir nükteyle, gözlerinizi kısarak bakıyorsunuz bu yaşananlara. Dolayısıyla ortam yavaş yavaş değişip sterilliğini kaybettiğinde de zenginlere yönelik bir arınma hissiyle karşılanıyorsunuz. 

Bu, son zamanlarda güncel sinemada sıklıkla karşımıza çıkan bir mesele ve yaklaşım. Son birkaç yılda Altın Palmiye kazanmış iki filmde, Parazit’te (Gisaengchung, 2019) ve Hüzün Üçgeni’nde (Triangle of Sadness, 2022) benzer bir damarı yakalamamız fazlasıyla mümkün. The Menu, bu iki filmden de bağlantılar taşıyor bünyesinde. Gerek Parazit’in mekânın sınıfsallığı üzerinden kurduğu mimari yaklaşım gerek Hüzün Üçgeni’nin varlıklı kesime uyguladığı dekadans mizahı farklı yönleriyle The Menu’de mevcut. Filmin referans dünyasını biraz daha genişletirsek (aslında bu tür sinemanın temeline gidersek), The Menu’nün Buñuel klasiği Yok Edici Melek’in (El ángel exterminador, 1962) mirasını taşıdığını da kolaylıkla söyleyebiliriz. Yok Edici Melek’te olduğu gibi The Menu’de de bir akşam yemeği yemek üzere bir araya gelmiş bir grup varlıklının o mekânı bir türlü terk edemeyişini, dolayısıyla o toplumsal rollerin dağılmasını, mekâna girerken takınılan pozisyonların giderek çözülmesini izliyoruz. Ancak The Menu’nün zayıf noktası da bu temel noktada yaşanıyor. 

The Menu

Kendini toplumsal eleştiri zemininde kuran ve temelde bir satirizm hikâyesi anlatan The Menu, anlatısını gerilime ve erteleme hissinin yatırımına yönlendirdikçe bu satirizm damarı ikinci plana geçmeye başlıyor aslında. Bu karakterlerin başına ne geleceğini, bu gerilimin neden olduğunu, hatta gerçekten her şeyin performanstan mı ibaret olduğu sorusunu takip ediyoruz. Ve eleştirilen zümre kurbanlaşıyor. Dolayısıyla filmin başındaki her bir karaktere yeterli bir özenle yaklaşan, ifade güçlerini kullanırken onları karikatürleşmekten de kurtaran ton giderek geçerliliğini yitiriyor. Filmin ilk kısmında oldukça önem taşıyan oyunbaz anlatısal damar da yerini tür sinemasının fiziksel kapsayıcılığına bırakıyor. Karakterler de bu doğrultuda derinliklerini yitiriyorlar. Dolayısıyla dramatik etki azalınca filmin satirik tonu da ikincilleşiyor ve daha önemlisi basitleşiyor. Sosyal eleştiri damarı da çıkış noktasına sabitlenmiş oluyor bir bakıma. Bu sebepten filmin finalinin de bir miktar havada kaldığı kesin. 

Özetle, The Menu hem meselesini aynalayan özenli rejisi hem Ralph Fiennes başta olmak üzere oyunculuk performansları hem de tür konvansiyonlarını satirizmle harmanlayan çok yönlü yapısıyla ilgiye değer bir film. Bir noktadan itibaren savrulduğu gerilim ve korku tonu toplumsal eleştiri yaklaşımını bir miktar sekteye uğratsa da başından sonuna ilgi çekici kalmaya ve merak unsurunu diri tutmaya devam ediyor. Yine yakın zamanda izlediğimiz ve kendisiyle benzer sularda yüzen Hüzün Üçgeni’nden temel olarak ayrıldığı yerse The Menu’nün çerçevesini daraltması ve meselesine dair tevazusunu koruması bir bakıma. Kendisini basitçe bir performans eserine ve onun ifade ettiklerine dönüştürüyor The Menu. Belirsizlik alanlarını, tereddüt hissini ve sınırlar arasında olmayı ustalıkla kullanan bir performans sanatçısı edasını takınıp vakur bir şekilde uğurluyor seyircisini. Antonioni’nin Zabriskie Point’inin (1970) bir zıt ikizi misali…


The Menu, 18 Kasım’dan itibaren sinemalarda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.