The White Lotus: Bizim Birikmiş Posamız
Günün birinde birisi “her şey hakkında” bir dizi yazdı ve herkes bu dizinin çuvaldızından nasibini aldı. Mike White sunar: İçimizdeki şeytan, The White Lotus.
Gösterişçi hassasiyetlerle politik doğruculuğun, tepeden inme etiketlerle kendinden emin yakıştırmaların, farkındalıklarla dayatmaların birbirinin içine geçtiği, hangisinin hangisi olduğunu artık ayırt edemez hâle geldiğimiz bir çağda “her şey hakkında bir dizi” yazmak tam deli işi. Lafın gelişi değil, The White Lotus’un (2021– ) gerçekten de bugünün dünyasına dair hiçbir kepazeliği dışarıda bırakmamış gibi görünmesi insanı hayrete düşürüyor. Normal koşullarda böyle yüksek bir hedefle çıkılan yolculuğun hezimetle sonuçlanması gerekiyordu ama hayır, The White Lotus’ta hezimetin ta kendisi olan tek şey tüm karakterlerden nefret ederken kendimizde onlardan bir şey bulduğumuz o an. Lüks bir otel tatilinde yaşananlar üzerinden toplumsal hicvin de ötesine geçip, düşünülenin aksine insanın hiç de karmaşık olmayan bir mahlûk olduğunu haykıran, varoluşumuzdaki tüm riyakârlığı yüzümüze vuran, devasa bir aynanın tam karşısındayız.
Nereden başlamalı? En dış kabuktan; sınıflar arası, cinsiyet rolleri arası, nesiller arası bir yüzleşme için uygun bir arka plan yaratan lüks tatil fikrinden başlayalım. Kusursuzluğu çoğunlukla yapay koşullara dayanan, adına “tatil” denen sözde ayrıcalıklı bu zaman diliminde başınıza gelen her tatsız şey, olduğu gibi o tatile yardım ve yataklık edenlerin suçu, malum. The White Lotus, bunu göze alan tüm lüks oteller gibi konuklarına bir tatilin hayalini satıyor. Bu hayal okyanus manzarası, leziz yemekler ve bölgeye özgü doğa aktiviteleriyle paketlenmiş olsa da, asıl vaat her talebin karşılanmasından, her dileğin gerçek olmasından, her mızmızlığın dindirilmesinden ibaret. Tıpkı otel müdürü Armond’ın zavallı stajyer Lani’ye anlatırken özetlediği gibi: “Sadece dikkat çekmek isteyen, otelin seçilmiş çocuğu gibi davranan ama ne istediğini bile bilmeyen” bir grup insan… Kalın bir nezaket maskesi altında, suratlarına yapışmış bir gülümsemeyle gezen otel personeli sadece memnun etmeye odaklanmışken, memnuniyetin karşılığını çoktan kredi kartı ekstrelerine yansıtmış bu insanların başka beklentileri var.
Su Yüzüne Çıkan Mutsuzluk
Tatil fikrinin doğasındaki sürekli tatmin edilme beklentisinin gerçek yaşamda göze çarpmayan arazları daha da görünür kıldığı muhakkak. Yılbaşı akşamında ya da mezuniyet gecesinde eğlenmek zorunda hissettikçe mutsuzluğun daha da su yüzüne çıkması gibi bir felaket bu. Aynı sebepten, örneğin balayında tatile gitmenin dünyanın en kötü fikri olabileceğini yeterince tartışmıyoruz galiba. Balayı tatilinde yaşanan her hayal kırıklığının ömür boyu aynı şiddette tekrarlanacağı düşüncesine ya da eski benliğin ve birey olma ayrıcalığının sonsuza dek yitirildiği hissine kapılıp kahrolmak o kadar kolay ki. Dizide balayındaki Rachel’ın başına üşüşen birçok farklı düşünceden biri de bu. Diziyi tek başına yazıp yöneten Mike White, Rachel-Shane çifti için hikâyede böyle bir yarık açarken, Rachel’ın diğerlerine nispeten “normal” oluşunu orta sınıftan gelişine bağlıyor. Orta sınıfın sınıf atlama arzusuna karşılık, bu esnada değerlerini kaybetme korkusunun ne kadar sahte olabileceğini hatırlıyor; diğerlerinin tatilden beklediğini Rachel’ın evliliğinden beklediğini fark ediyoruz. Kimseyle özdeşleşemediğiniz bu dizide onunla özdeşleşmek mümkün gibi gelirken, olduğunu sandığı kişiyle iç kavgası ve sahte olduğunu henüz bilmediği kutsalları onu da ağır ağır diğerlerinin yanına postalıyor. “Kendi ayakları üzerinde duran kadın” hayaliyle eşinin süs bebeği olma fikri arasındaki mesafeyi bir solukta kat ediyor Rachel. Göründüğü gibi bir kurban değil, olsa olsa büyük yüzleşmesinin bu kadar gecikmesinin kurbanı olabilir.
Shane’iyse çok iyi tanıyoruz. Gerçekte yıllar önce annesiyle yaptığı ebedî evliliğin tadını çıkarırken sonsuz taleplerinin karşılanması için dişil destek kuvvet çağıran, cinsel ve duygusal olgunlaşması tamamlanmamış, tipik çocuk-erkek modeli. Babasının servetiyle kazandığı konumda kendini kanıtlamak için verdiği “büyük” mücadelelerden zaferle ayrıldığına inandırılmış, gerekli durumlarda mağduriyete ana kucağı gibi sığınan, mızmız bir şehzade. Eşini bir alt sınıftan seçerek ona hükmetmenin ve onu etkilemenin eşit derecede kolay olduğu bir “cennet evlilik” habitatı yaratıyor kendine. Üstelik Shane ile annesinin temsil ettiği “başkalarının acısından zevk alan, haklı çıkmaya kilitlenmiş, ayrıcalıklı sınıf”ın diğerlerinin aksine kötücül bir tarafı da var. White, bu yönden elini korkak alıştırmıyor.
Ailenin zorunluluklar sebebiyle birbirine katlanmak zorunda kalan bir avuç insandan ibaret olduğunu hatırlamak için Mossbacher’ları aynı masanın etrafına oturtmak yeterli. Egemen kültürün ezberleri bu aile üzerinden bombardıman altında. Aile, çağın sözde hassasiyetlerinden sonuna kadar fayda sağlarken eski yüce Amerikan değerlerine vantuz gibi yapışmış bir ikiyüzlülük abidesi. Örneğin #MeToo hareketini avantaja dönüştürerek yükselen, ailenin reisi ve güçlü iş insanı pozlarıyla etrafa yargı dağıtan Nicole, kendi sınıfı ve neslinin harika bir alegorisi. Eşinin ihanetini pahalı mücevherler karşılığında sineye çeken Nicole’un sözde feministliği ancak Hillary Clinton’ınki kadar. Yani Amerikan kültürünün en meşhur “ihaneti belli şartlarla sineye çeken kadını”yla. Nicole bir yanda kendi konumunda kadın olmanın ekmeğini yerken, diğer yanda #MeToo yüzünden genç erkeklerin hayatının ne kadar zorlaştığından dem vuruyor ve baskın erkek annesi hırsıyla ergen oğlunun ıstakozunu kesiyor. Eşi Mark, Nicole’un parasıyla yaşadığı hayatta erkeklik uzvunu kaybetmiş, sadece metaforik değil sembolik olarak da kaybolan erkekliğiyle ilgili travmalar içinde, değişen çağa hazırlıksız yakalanmış bir “küçük enişte”. Ailedeki cinsiyet rollerinin yerine oturması için erkekliğini kanıtlayarak ailenin kahramanı olmak zorunda. Neyse ki kader ona bu fırsatı tanıyor. Mark’la ilgili çarpıcı olan şey, sahte bir politik doğruculuğun sözcüsü olmuş çokbilmiş kızına ve faydacılıkla nefes alıp veren eşine karşılık, temsil ettiği sınıfın basit ve dürüst bir örneği olması. Olmadığı biri gibi görünmemesi, ölüme yakın olduğunu düşünen insanlara özgü boş vermişliğe de bağlanabilir elbette.
Küçük Kaypak Mağduriyetler
The White Lotus bu çağa dair en çarpıcı tespitleri Mossbacher ailesinin kızı Olivia’yla yapıyor. Olivia, ailesine nutuklar atarken içinden kendini sürekli “repost” eden, sahip olduklarıyla göstermelik olarak savunduğu değerler arasındaki çelişkilere hiç yüz vermeyen, bağlamdan bağımsız olarak mutlak doğruların tek kaynağı gibi davranan, etiketleme delisi bir milenyum çocuğu. Arkadaşı Paula’yla birlikte çoğu kez Twitter akışımızın kötü yarısı gibi konuşuyorlar. Tatil boyunca okudukları sözde kitaplarla eğitim ve kültürel birikimin de içini boşaltıp, her şeye ve herkese tepeden bakan, zehirli bir neslin gururlu üyeleri. Olivia ve Paula üzerinden White, çıkarlar söz konusu olduğunda ham politik doğruculuğun nasıl da buhar olup havaya karıştığını hicvederken, biraz olsun içimizi soğutuyor. White’ınki, sosyal medyadaki “Araştırmanızı öneririm” kitlesine verilen en güzel cevap olabilir. Diğer yandan Paula’nın zengin beyaz Amerikalı ailenin yanındaki konukluğu sırasında hissettiğini sandığı ötekiliği de bu “ben bilirim”ci neslin toplamına ekleyebiliriz. Ya da kısaca yeni başlayanlar için küçük kaypak mağduriyetler…
Zengin-beyaz-yalnız kadın prototipi Tanya’ya gelince, hayatta kalmak için birilerinin iliğini kurutma güdüsüyle Amerikan kapitalizminin tatlı su vampiri olabilir pekâlâ. Hiç sevilmeyen bir çocuk olması ve yaşadığı anne travması, onu sürekli teselli edilmeye muhtaç kılarken aslında göründüğü kadar ayrıksı olmadığını da hatırlatıyor. Tanya’nın para sayesinde inşa edebildiği, vicdan azabı ve empatiden azat edilmiş, son derece kırılgan dünyasının diğer konuklarda da birebir karşılığını bulmak mümkün. Shane’in babadan aradığını bulamayıp bütünüyle anneye yönelmiş, Mark’ın eşcinsel ve ilgisiz bir babayı derinlere gömmüş hâli, en az Tanya’nınki kadar çalkantılı bir ruh durumunun habercisi. Tek fark, Tanya’nın insanları duygusal olarak sömürme yeteneğinin geride muhtemelen onlardan çok daha fazla leş bırakmış olması. Zoraki olarak hayallerinin içine çekilen spa müdürü Belinda, Tanya’nın son leşi.
The White Lotus’u izlerken hayalî yerli uyarlamasında kimlerin kimlere dönüşeceğini düşünmek bir süre en büyük eğlencem oldu. Sözde hassasiyetler, göstermelik kahramanlıklar, kendini keşfetmeler, uyanışlar, had bildirmeler, tabuları yıkar gibi yapmalar, farz edişler, ötekiler, “sen benim kim olduğumu biliyor musun”lar, rakı masasında dünyayı kurtarmalar, neler neler… Sonra bu uyarlamanın o kadar da hayalî olmadığını, hattâ en serbest hâliyle The White Lotus’tan yıllar önce, başka bir zaman diliminde çoktan yapıldığını fark ettim. Sema Kaygusuz’un ‘Barbarın Kahkahası’ romanındaki Mavi Kumru Moteli, The White Lotus’un uzaktan akrabası olmasın sakın? Biri hemen HBO’yu arasın.
Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.