Şu An Okunan
Windfall: Neye Niyet, Neye Kısmet

Windfall: Neye Niyet, Neye Kısmet

Charlie McDowell’ın üçüncü uzun metrajı Windfall, COVID döneminde küçük bir ekiple çekilmiş, Hitchcock sinemasına öykünen bir gerilim filmi. Başrollerini Jason Segel, Lily Collins ve Jesse Plemons’ın paylaştığı film, tek mekânda geçen gergin atmosferini ne yazık ki sürükleyici bir öyküyle süsleyemiyor.

Charlie McDowell’ın (ki kendisi aktör Malcolm McDowell ile aktris Mary Steenburgen’ın oğlu) yönettiği üçüncü uzun metrajı Windfall (2022), fragmanına bakınca her an önemli bir şey olacak veya söyleyecekmiş, şaşırtıcı sürprizlere gebe gibi görünen, hattâ “Yedi’nin (Se7en, 1995) yazarından” gibi bir ibareyle dikkat çekmeye çalışan, kimilerince Hitchcockyen olarak nitelendirilen bir gerilim filmi. Gelgelelim, filmi izlediğinizde, atmosfer olarak Hitchcock’a öykünse de, büyük ustanın böyle bir gerilimde izleyicinin merak duygusunu her daim ayakta tutacak hamlelerini yapamayan, belki de yapmayı tercih etmeyen bir yapımla karşı karşıya kalıyorsunuz. Film öyle bir akıyor ki, her an ilginç bir şeyler olabileceğine senaristlerden çok izleyiciler kafa yoruyor sanki. Kaldı ki, gerek sınıfsal, gerek ırksal, gerekse de cinsiyet politikaları açısından cesur şeyler söyleme potansiyeli olan bir öykü var karşımızda. Ne var ki, senaristlerin tercihleriyle karakterler ağızlarında sakız çiğner gibi laf geveliyorlar.

COVID döneminde, küçük bir ekiple, düşük bir bütçeyle, kısıtlı bir zaman diliminde çekilmiş bir film bu. Üç başrol oyuncusuna bir de Meksikalı yan karakter eşlik ediyor. Daha ziyade bir tiyatro oyunu uyarlaması gibi duran öykünün sürükleyiciliğini sağlayacak hamlelere ne yazık ki rastlayamıyoruz. McDowell’ın benzer tattaki ilk filmi Tek Aşkım’dan (The One I Love, 2014) beri senaryolarını kaleme alan Justin Lader ve adının bu projeyle nasıl yan yana geldiği tam bir muamma olan Yedi’nin senaristi Andrew Kevin Walker’ın senaryosu, fragmandaki vaatlerin hiçbirini yerine getirmiyor.

Ünlü bir teknoloji milyarderinin tenhadaki evine giren bir adamın, aniden evin sahibi karı kocanın çıkagelmesiyle birlikte ne yapacağını şaşırmasını anlatıyor film. Sarsak ve sakar hırsızı Jason Segel, geveze ve küstah milyarderi Jesse Plemons, milyarderin kırılgan ve gizemli karısını Lily Collins canlandırıyor.

Çerçeve İçinde Çerçeve

Filmin en ilginç yanı belki de şu: Baştan sona hiçbir karakterin ne adına, ne lakabına ne de herhangi bir şekilde arka planına doğru dürüst vâkıf olabiliyoruz. Daha önce böyle bir filmle karşılaşmıştık mı, ya da en son ne zaman böyle bir film izlemiştik, kestirmek zor ama filmin her bir karakterin geçmişine her an girecekmiş gibi yapıp çok geçmeden bundan da vazgeçmesi büyük hayal kırıklığı yaratıyor. Filmin kadının gücünü vurgulayan öykü seyri ise her yerinden samimiyetsizlik akarak gelişiyor.

McDowell’ın biçimsel tercihleri ile anlattıkları da bir türlü örtüşmüyor. Öykü ilgimizi çekecek hamlelerden uzak bir şekilde akarken, yönetmen sık sık çerçeve içinde çerçeveler barındıran kadrajlar sunuyor bize. Bu tercih, ister istemez, hikâyenin oyun içinde oyun dönen bir muammaya doğru gidebileceğinin ipucunu verse de, ne yazık ki arkası gelmiyor. Loş ışık altında geçen finale adım attığımızda yönetmen bir oyun içinde oyun çeviriyor ama bunun izleyicide bıraktığı etki güçlü olamıyor.

Oyuncular da öykünün sığlığından kendilerini kurtarıp performanslarını yukarı çekemiyorlar. Bir süredir kendini ciddi bir aktör de olabileceğini sinemaseverlere ispatlamaya adayan Jason Segel, dakikalar aktıkça tıpkı karakteri gibi düştükçe düşüyor. Komediden kaçıp ciddileşmeye çabaladığı şu süreçte yeteneğinin ne kadar kısıtlı olduğunu düşündürmekten başka bir işe yaramıyor buradaki performansı. McDowell’ın bir önceki filmi Keşif’te (The Discovery, 2017) karakterinin iniş çıkışlarında hayli iyi iş çıkarmışken, burada belki de zayıf senaryonun kurbanı oluyor.

Jesse Plemons’ı sessiz sakin bir karakterle Oscar adayı olduğu The Power of the Dog’un (2021) hemen akabinde böyle geveze ve gürültücü bir teknoloji milyarderi olarak izlemek ilk elde heyecan verici bir deneyim. Son yıllarda hayli ses getiren filmlerde sergilediği iyi performanslarla bir oyuncu olarak topladığı takdir onu güçlü spot ışıkları altına yerleştirmiş durumda. Nitekim buradaki üçlü içinde en iyi performans yine ondan geliyor ama o da bir yere kadar götürebiliyor durumu. Halbuki, McDowell’ın önceki filmi Keşif’te Segel ile abi-kardeş rolündeydiler ve orada Plemons karakter olarak abisine göre daha zayıf kalıyordu.

Filmin zayıf halkası Lily Collins ise benim de suçlu zevklerimden olan Emily in Paris’ten (2020) uzaklaşıp munis bir femme fatale olarak karakterini ilginç noktalara taşımaya çalışsa da, senaryonun ona açtığı dar alana hapsoluyor. Finalde dizginlerinden boşanıyor ama milyarderin eşi olarak sahne sırası artık kendisine geldiğinde kapanış jeneriğinin yaklaştığını ve bazı şeyler için çok geç kalındığını hissediyorsunuz. Yönetmenin hedeflediği gizemi de pek bulamıyoruz bu karakterde.

Gerilimli Tınılar

Doğrusu, filmi biraz olsun toparlayanlar besteciler oluyor. Saunder Jurriaans ve Danny Bensi’nin delişmen ve dengesiz tınıları bizi daha açılış jeneriğinden itibaren filme biraz olsun bağlamayı başarıyorlar. McDowell’ın önceki filmlerinde de en az oyuncular kadar önemli bir rolü olan müzik burada filmin âdeta kurtarıcılığına soyunuyor. Önceki işlerinde de birlikte çalıştığı bu iki müzisyen neredeyse ilk dakikadan son dakikaya hiç susmayan besteleriyle bizi sürekli filmin atmosferine çekmeye çabalıyorlar. Yönetmenin 1990’ların neo-noir’ları gibi bir film çekme arzusunu en iyi onlar kavramışlar belli ki. Yönetmenin kendisinden bile…

McDowell’ın önceki iki filmine bakınca, Windfall gibi bir filme imza atmış olması çok şaşırtmıyor aslında. Dar alanda az ve öz oyuncuyla özel konseptli filmler çekmeyi seviyor belli ki. Fantastik soslu ilk uzun metrajı Tek Aşkım ve bilimkurgu türünde olmasına rağmen meselenin bilim tarafından ziyade duygusal yönüyle ilgilenen Keşif ile bu yeni filmi Windfall arasında epey paralellik var. Ne yazık ki, bu paralelliklerden biri de her birinin izleyene bir “olmamışlık” hissi vermesi.

Windfall’un hemen başında Jason Segel’ın canlandırdığı hırsızımızın bahçedeki portakallardan bir tanesini suyunu sağa sola fışkırtarak soyup yediği kısa bir an var. Windfall’u izlemek de biraz böyle; bu kadar ezilip büzülen ve zihninizin her tarafını batıran bir filmi hemen yutup bitirmek istiyorsunuz… Tam da o “olmamışlık” hissinden dolayı.


Windfall, Netflix Türkiye’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.