Şu An Okunan
Yüz: Yüzü Olmayan Adam

Yüz: Yüzü Olmayan Adam

Yüz

Polonyalı yönetmen Malgorzata Szumowska’nın 68. Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan filmi Yüz izleyiciyi bireysel kimlik, dış görünüş ve beden arasındaki ilişkiyi sorgulamaya iten bir toplum eleştirisi.


Bu yazı, Altyazı’nın Ekim 2018 tarihli 187. sayısında yayımlanmıştır.


Sabahın alacakaranlığında bir mağazanın önünde bekleşen insanların bezgin, bıkkın yüzlerini görüyoruz yakın çekimde. Öylece duruyorlar hiç kıpırdamadan. Mağazanın ışıkları yanar yanmaz hepsini bir telaştır alıyor. Genci yaşlısı üstlerindeki kıyafetleri alelacele çıkartıp iç çamaşırlarıyla hücum ediyorlar kapıdan içeri. Hep bir ağızdan çığlıklar atarak, birbirlerini ite kaka dosdoğru LED TV’lerin bulunduğu reyona koşuyorlar. George Romero’nun tüketime programlanmış kitleleri dolaylı yoldan eleştirdiği Ölülerin Şafağı’nda (Dawn of the Dead, 1978) bir alışveriş merkezini istila eden zombileri andırıyorlar âdeta. Zombiler yaşayanlara nasıl şuursuzca, içgüdüsel olarak saldırırsa öyle saldırıyorlar indirimdeki televizyonlara. Bu amansız yarışa ayak uyduramayıp bir kenarda kalakalmış çelimsiz bir kadın, şaşkınlıkla onları izliyor.

Polonyalı yönetmen Malgorzata Szumowska’nın 68. Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan son filmi Yüz (Twarz, 2018), tüketim çılgınlığını hicveden bu absürd sahneyle açılıyor. Dünya genelinde her Noel öncesi yapılan geleneksel Kara Cuma indirimlerinde yaşanan manzaraları anımsatan bir sahneyle. Polonya’da, dev bir İsa heykelinin inşa edildiği küçük bir kasabada geçiyor film. Yönetmen, elli metre yüksekliğindeki dünyanın en büyük İsa heykeline ev sahipliği yapan Polonya’nın batısındaki Swiebodzin kasabasından esinlenmiş besbelli. Filmde heykelin halkın bağışlarıyla inşa edildiği söyleniyor. Yani indirimli televizyon alabilmek için birbirini ezen dini bütün kasabalıların Tanrı’ya bağlılıklarını göstermek için Katolik Kilisesi’ne yaptıkları bağışlarla. Görünen o ki metalaşmanın had safhaya vardığı günümüz tüketim toplumunda din ve iman da artık İsa heykellerinin büyüklüğüyle ölçülür olmuş. Kısacası heykel, maddiyatla maneviyat arasındaki tezatı vurgulamaya yarayan bir sembol işlevi görüyor filmde, tıpkı Fellini’nin haz peşinde koşan Roma sosyetesini konu alan Tatlı Hayat’ının (La Dolce Vita, 1960) başında Roma semalarında helikopterle taşınan İsa heykeli gibi.

Yüz, dev İsa heykelinin yapımında çalışırken korkunç bir kaza geçiren Jacek’in hikâyesini anlatıyor. İsa’nın gövdesinin içine düşerek feci şekilde yaralanan Jacek, akabinde Polonya’nın ilk yüz nakli ameliyatını geçiriyor. Jacek, ses telleri zedelendiği için doğru dürüst konuşmaktan aciz vaziyette, bir tarafında kalıcı hasar oluşan kadavradan alınmış yeni yüzüyle kasabaya geri döndüğünde hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamıyor. En yakınları dâhil kasabalıların hemen hepsi, Jacek’in geçirdiği fiziksel dönüşüm onun kimliğine de gölge düşürmüş gibi davranıyorlar. Sanki Jacek’i Jacek yapan salt dış görünüşüymüş gibi. İnsanın fiziksel ve tinsel yönü arasındaki bağ, yönetmenin diğer filmlerinde de karşımıza çıkan bir tema. Annesini kaybettikten sonra anoreksi hastası olup çıkan genç bir kadın ile ölülerin ruhlarıyla iletişim kurduğunu iddia eden terapistine odaklanan önceki filmi Beden (Cialo, 2015), ruhsal çalkantıların bedensel etkilerini inceliyordu. Yüz ise izleyiciyi bireysel kimlik, dış görünüş ve beden arasındaki ilişkiyi sorgulamaya iten bir toplum eleştirisi. Ne ki Fil Adam (The Elephant Man, 1980) ve La chambre des officiers (2001) gibi filmlerin aksine Yüz, yüzü deformasyona uğramış bir karakterin ıstıraplarını konu alan bir dram değil, kara mizahın ağır bastığı bir toplumsal taşlama, yönetmenin tabiriyle “büyükler için bir peri masalı.”1

Yüz

Bir Ben Var Benden İçeri

Jacek’i mağazanın önünde bekleşen kalabalığın içinde görüyoruz ilkin. İndirimli televizyon almayı başaran şanslı kasabalılardan biri o. Arabasını son hızla sürerken bangır bangır metal müzik dinleyen Jacek, fanatik bir Metallica hayranı. Bir yandan Avrupa’ya, mümkünse İngiltere’ye gitme hayalleri kurarken öte yandan kendisi gibi dans edip iyi vakit geçirmekten hoşlanan özgür ruhlu sevgilisi Dagmara’yla evlilik hazırlıkları yapıyor. Ablasının gözbebeği, kasabanın asi çocuğu Jacek, Dagmara’yla birlikte “köylüler” diyerek aşağıladığı dar kafalı kasabalılardan sandığı kadar farklı değil oysa. Aynı evi paylaştığı geniş ailesiyle birlikte Noel’i kutlarken kayınbiraderinin yaptığı ırkçı, yabancı düşmanı şakalara o da kahkahalarla gülüyor. Heykel inşaatında çalışan azınlıklara “Çingeneler” diye hakaret ederek düşmanca bir tavır sergiliyor. Omuzlarına dökülen saçları ve Metallica tişörtüyle pek bir fiyakalı görünen Jacek, hayatından gayet memnun, ta ki her şeyi altüst eden o korkunç kazaya dek.

Yüz naklinden sonra Jacek’i olduğu gibi kabullenen tek bir kişi var, o da ablası. Öyle ki annesi bile “o benim oğlum değil” diyerek Jacek’ten yüz çeviriyor. Hattâ oğlunun bedenini şeytani bir ruhun ele geçirdiğine inanan annesi, ruh çıkarmak için kasabanın rahibinden yardım bile istiyor. Akabinde Şeytan’dakinin (The Exorcist, 1973) parodisi gibi duran gülünç bir şeytan çıkarma ayini izliyoruz. Jacek’i en çok üzense, Dagmara’nın onu terk edip bir başkasıyla birlikte olması. Ameliyattan sonra ilk kez yüz yüze geldiklerinde Jacek’in, saç modelini değiştiren Dagmara’ya “değişmişsin” demesi son derece ironik: Dıştan bakınca asıl değişen Jacek şüphesiz. Ne var ki duyguları değişmeden kalan Jacek olduğuna göre asıl değişen Dagmara belki de. Yüzü tanınmaz hâle gelen Jacek’in Dagmara’nın gözünde bütün cazibesini yitirmesi hiç de şaşırtıcı değil aslında. Zira görüntülerin ve imajların egemen olduğu, kitle iletişim araçlarının ve reklam endüstrisinin hâkimiyetindeki tüketim toplumunda dış görünüş, insana biçilen değerin en önemli kıstaslarından biri. Jean Baudrillard, tüketim toplumunu incelediği kitabında “beden, en güzel tüketim nesnesidir” der, hem de hep daha genç, daha güzel, daha formda tutmak için çabalanması gereken bir nesne.2 ‘Dövüş Kulübü’ romanıyla tanınan Chuck Palahniuk’un ‘Görünmez Canavarlar’ romanında, güzelliğiyle ilgi odağı olan bir kadın manken, tüketim nesnesine indirgenmekten temelli kurtulmak için yüzüne dayadığı silahı ateşleyerek kendisini suratına bakılmayacak kadar çirkinleştirir; böylelikle görüntülerin hâkimiyetine başkaldırır. Cazibesini yitirdiği için görünmez, yüzü parçalandığı için de canavardır artık. Keza Jacek de yüz naklinden sonra bir “canavara” dönüşüyor. Sırf çirkin ve korkunç bir görünüme sahip olduğu için toplum tarafından dışlanan, ceset parçalarından vücuda getirilmiş Frankenstein’ın canavarı gibi. Hattâ Dagmara’nın Jacek’e düpedüz düşmanca davranan annesi, Allah göstermesin kızı Jacek gibi bir canavarla evlenecek olsa torunlarının da ona benzeyeceğini düşünüyor ciddi ciddi. Gelgelelim tüketim kapitalizmi, Jacek’in canavar olarak damgalanmasına yol açan yüzünü dahi kâra dönüştürmeyi beceriyor. Ülkede ilk yüz nakli yapılan kişi sıfatıyla medyada yer aldığı için küçük çaplı bir üne kavuşan Jacek, cildi yumuşatıp yara izlerini yok eden bir bakım ürününün reklam yüzü oluyor ironik bir şekilde.

Yüz

Kasabanın Yüzü

Kasabalıların ‘Yüz’ lakabını taktığı Jacek, herkesin ihanetine uğrayan bir İsa figürü gibi sunuluyor filmde. Ne devlet, ne Kilise, ne de toplum Jacek’e yardım eli uzatıyor. Ameliyattan sonra kullanması gereken pahalı ilaçlara ayrılacak parayı karşılamayan devlet, ona sakatlık maaşı bağlamayı da reddediyor üstelik. Tanrı misafirlerine her zaman kapılarının açık olduğunu göstermek için yemek masasında hep fazladan bir tabak bulundurma geleneğine riayet eden “hayırsever” cemaat, Romanları ve diğer azınlıkları dışladığı gibi Jacek’i de dışlıyor. Kollarını iki yana açmış dev İsa heykelinin temsil ettiği hoşgörüden kasabalılarda eser yok. Marx’ı da etkileyen 19. yüzyıl Alman düşünürü Feuerbach, ‘Hıristiyanlığın Özü’ adlı eserinde “kopyanın aslına, temsilin gerçekliğe, dış görünüşün öze yeğ tutulduğu çağımızda sadece yanılsama kutsaldır, hakikatse değersiz” der. Feuerbach’a göre insanlar, hoşgörü ve sevgi gibi insani değerleri kendi dışlarındaki şeylere, yani Tanrı’ya, Kiliseye ve peygamberlere atfettikleri için bu değerlere tümden yabancılaşmışlardır. Sonuç olarak Yüz, muntazaman kiliseye giden, ilahiler söyleyip günah çıkaran kasabalıların sırf ritüellere, yani şekle takılıp kaldıklarını, dolayısıyla dinin manevi özüne yabancılaştıklarını gösteriyor. İşte bu yüzden İsa heykeli için seve seve bağışta bulunan cemaat, iş Jacek’e yardım etmek için para vermeye gelince birden cimrileşiyor.

Jacek’in ablası, kardeşi hastaneden taburcu olduktan sonra kendisiyle röportaj yapan bir gazetecinin sorduğu “Bu olanlar size ne gösterdi?” sorusunu yanıtsız bırakır. Bu sorunun yanıtını aslında filmin kendisi veriyor. Tüketim toplumuna ve dini sırf şekle indirgeyen Katolik Kilisesi’ne yönelik sert eleştiriler içeren Yüz’ün başarısız sayılabilecek yönüyse mesajını kör parmağım gözüne misali vermesi. Dahası günah çıkarırken cinsel deneyimlerinden bahseden Dagmara’nın anlattıklarından tahrik olan rahipten tutun da, Jacek’in babası ölür ölmez miras kavgasına tutuşan akrabalarına kadar filmdeki bütün karakterler karikatürü andıran tek boyutlu figürler. Hemen hepsi de bencil, çıkarcı, ikiyüzlü ve farklı olana karşı önyargılı. Filmin sonunda bin bir güçlükle tamamlanan İsa heykelinin yüzünün yanlış istikamete baktığı çıkıyor ortaya. Rahibin bulduğu çözümse heykelin kafasını döndürmek. Yani İsa bile bu riyakâr cemaatten yüz çeviriyor sonunda.


NOTLAR

1 Geoff Andrew, “Mug Review: Disfigurement and Prejudice in a Polish Fairytale for Adults”, BFI, erişim 12 Eylül 2018, <bit.ly/2x4ufwb>.

2 Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, (İstanbul: Ayrıntı, 2008), 163.


Yüz, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor. MUBI’nin Altyazı okurlarına özel kampanyasıyla 30 gün boyunca MUBI’ye ücretsiz erişim sağlayabilirsiniz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.